Genç öğrenci Leyla'nın Ankara’da yaşadığı değişim ve yalnızlaşma öyküsü- 3

​Bir Leyla şehri
​Bir Leyla şehri

Tam olarak kimsenin üzerine almadığı, alsa dahi cevap vermeye cesaret edemediği soru bir müddet sınıfın içerisinde, öğrencilerin başlarının üzerinde dolaştı. Kapının kilit deliğinden kaçmak üzereyken profesör tekrar yakaladı soruyu, “Belli ki hazır değilsiniz.”

Sınıftakiler bir uğultu hâlinde, “Hazırız tabii hocam,”, “Ders çok erken olunca uyanamadık daha,”, “Annemin yemeklerini bırakmak zor geliyor,” gibi şeyler sıraladılar. İkinci dönemin ilk dersi, bir kuram dersi ve büyük sınıflardan bu ders hakkında öğrendiğimiz bir gerçek var, “Yandınız!”. Dersin kendisi hâlihazırda zorken, hocası bu zorluğu katmerlendiren bir faktörmüş. Yanalım bakalım.

“Mutluluk nedir?”

Profesör tek seferde, net bir ifadeyle sormuştu sorusunu. Suratında mutsuzluk, mutluluk, öfke yahut kibir herhangi bir duygu yoktu. Ancak gözlerinde ciddi bir merak vardı. Kürsüde aynı yerinde duruyor, gözlerini teker teker öğrenciler üzerinde gezdiriyordu. Her baktığı öğrenci; bakışlarını sağına, soluna, yere, kapıya, arkadaşına, yani uygun bir boşluğa kaçırıyordu. Bakışları tüm sınıfı devire devire ikinci sıraya, sonra üçüncü sıraya geçti. Dördüncü sırada bir öğrencide durdu, arka sıralardan anlayabildiğim kadarıyla göz göze bakıyorlardı şu an.

“Sanırım, cevap vermek istiyorsun.”

“Sanırım, cevap vermemi istiyorsunuz.”

“Sanırım, öz güven sahibisin.”

“Sanırım, sanmalarınızda haklısınız.”

Sınıfta kafalar, zikir sahnesindeymişiz gibi bir profesöre, bir çocuğa gidip geliyordu. Herkes, hocanın tepkisini merak ediyordu. Gizleyemediği bir aydınlık yayıldı profesörün suratına. Gözlüğünü burun kemiğinden gözlerine doğru iterek eliyle çocuğa bir “buyur” işareti çaktı.

Bir nevi, “Sahne senin, hadi bakalım şampiyon,” diyordu. Yavaş bir hareketle oturduğu yerden doğruldu, başını sınıfta hafifçe gezdirdi. Oydu. Sahiden oydu işte. Otobüs yolculuğunda gördüğüm o fantastik, bilim kurgu, psikolojik gerilim türlerinin karışımı olan rüyamın başrol oyuncusu. Rüyamda, tüm yüzlerin silinip onun yüzüne döndüğü anı hatırladım, damarlarımdaki kanın tamamı yüzümde toplandı. O esnada arka sıralara doğru bakarken saniyenin onda biri gibi mistik bir zaman diliminde bakışlarını gözlerimde tuttuğunu hissettim. Belki hiç görmedi bile beni, belki bakışları yüzümün yanından teğet geçti, belki varlığımdan habersiz. Avuçlarımın terlediğini fark edip kendime sinirlendim. Birkaç kez kitap fuarında, birkaç kez kantinde gördüğün, henüz hiç sohbet dahi etmediğin, adını bile bilmediğin bir çocuğun gülümsemesi neden aklından çıkmaz ki Leyla? Hiç hesapta yoktu sahi, nereden çıktı bu kalp sızısı?

“Öncelikle mutluluk abartılan bir şeydir. O kadar da ciddiye almayalım mutluluğu, hakikat erdemdedir.”

“Sanırım fiyakalı laflar seviyorsun.”

Sanmayı seven profesörün, bu son tahmininden sonra sınıftan bir kahkaha yükseliyor. O da gülümsüyor, arka sıradan suratında oluşan gülümsemeyi sezinleyebiliyorum. İstemsizce ben de gülümsüyorum.

“Fiyakalı laflar duymak için fiyakalı bir soru sorduğunuzu sanıyorum.” Cümlenin sonundaki “sanıyorum”u oldukça bastırarak söylüyor.

“Devam et bakalım, fiyakalı.”

“Demek istediğim; mutluluk, mutsuzluk, öfke, tatminsizlik, neşe, coşku, keder, utanç, üzüntü… Tüm bunlar gelir, geçer ve tekrar gelir, belki daha fazla kalır ama en nihayetinde geçer. Yerini bir başkasına bırakır. Tetris oyunu gibi düşünebiliriz bunu. Hiç durmadan, bize danışmadan, 'Hazır mıyız?' diye sormadan yukarıdan devamlı bloklar gelir. Ve bizim onları en uygun yerlere yerleştirmemiz gerekir. Ne için? Kendimize alan açmak, daha güzel ve rahat yaşamak için. Esasen yaşadığımız her duygu hâli, şayet tam zamanında ve en uygun hâliyle yaşayabilirsek bizi sonrakilere daha hazırlıklı kılar. Kare gelir, üçlü gelir, T blok gelir… Bazen birikir, birikir, birikir ve uzun bir çubuk rahatlatır bizi. Bazen rahatlatmaz, sıkışırız, tüm kareler üst üste gelmiştir. 'Ulan!' deriz, bir insanın üzerine bu kadar gelinmez ki. Ve yanarız. Oyun bitti sanırız ta ki yeni bir oyun başlayana kadar.”

“Pekâlâ erdem?”

“Erdem, oyun bittiğinde gösterdiğimiz tepkide gizlidir. Bize hâkim olan, kibirli bir isyan mı yoksa başı önünde bir kabulleniş mi? Bunun cevabı erdemdir benim için.”

“Yani diyorsun ki iş kazasında kolu kesilen bir adam, annesiz büyüyen bir çocuk, evi başına yıkılan bir depremzede, tüm parasını haksız şekilde kaybeden bir iş adamı başı önünde bir kabulleniş içinde olmalı, öyle mi?”

“Asla! Kimsenin çektiği cefayı hor göremem, ancak cefadan geçmeden sefaya ulaşılamayacağını bilirim, bilmekten öte, buna inanırım.”

“İyi de cefanın suçu ne?”

Tüm sınıf bana dönüyor, o da. Bunu sesli söylemiş olamam. Hayır hayır, bunu içimden geçirdim. Tüm sınıf bana bakmaya devam ediyor, o da. Evet evet, sesli düşünmüşüm. Profesör, az evvel ona yaptığı el hareketinin benzeriyle beni de konuşmaya davet ediyor.

“Biraz daha açar mısın, anlamadım sorunu?”

Avuç içlerimdeki teri pantolonuma silerek yerimden doğruluyorum.

“Bu hikâyede cefanın suçu ne? Yani düşünsenize hayata cefa olarak geliyorsunuz ve tek amaç, sizden geçilip sefaya ulaşabilmek. Cefalar yalnızca çekilmek ve üzerinden geçilmek için mi var? Sonunda bir sefa olmadan hiçbir acı salt bir gerçek olarak kabul edilemez mi? Başı önünde bir kabulleniş için illa bir sefanın mı vaat edilmesi lazım? Denklemden vaat edilen sefa çıkarıldığında kim cefaya razı olur? O zaman erdem, işin neresinde kalır?”

Tek nefeste ve pek de düşünmeden söylüyorum tüm bunları. Zira biliyorum, düşünürsem asla konuşamayacağımı. Profesör, durumundan hayli memnun kitabını açıyor.

“Şahane, çok keyifli başlayacağım derse. İkinize de teşekkür ederim gençler. İsimlerinizi öğrenebilir miyim?

Öncelikle bana doğru bakınca kalan son nefesimle cevap veriyorum, “Leyla.”

Bakışlarını ona yönlendiriyor, o da cevap veriyor, “Sefa.”