Karl Talip Kaya

Karl Talip Kaya
Karl Talip Kaya

Karl Talip Kara, Belçikalı bir Türk ressamdır ve Türk göçmen bir ailenin torunudur. Belçika’da doğmuş ve ihtisasını orada yapmıştır. Ailesinden sadece kendisi şu anda Türkiye’de yaşıyor. Memleket aşığı biri olarak, bizim de içimizi yeşertecek şu sözleri söylüyor: “Yurt dışında yaşadığım kültürle buradaki kültürü bağdaştırmak için geldim. Ben çocukken hep Türkiye’de yaşayacağım dedim. Babam ve dedem gibi olmayacağım, kültürümü tanıyacağım.”

Seher Çakmar

Yüksek Lisans Öğrencisi

Evinde sanat ve kültüre çok değer verilmiş olmasını ve her türlü kitaba erişebiliyor olmasını çok büyük bir şans olarak yorumluyor. Bir diğer şansının ise ailesinin sohbet ve muhabbetlerini dinlemek olduğunu söylüyor. “Dedem yaşındaki insanların nostaljisini yaşayabildim. O dönemi görmedim ama onların aktardıklarını yaşayabildim.” Bu sayede bir hayal dünyasının oluştuğunu bildiriyor. Bu deneyimini kitap okurken gözlerini kapatarak muazzam dünyaların açılmasına benzetiyor. Ailesini dinlediğinde dünyayı gezebilmiş ve o zamanki Türkiye’yi görebilmiş. Bu, insan ruhunu besleyen en güzel damar olabilir.

İsminin hikayesini anlatırken, Belçika gibi ülkelerde, Batı ülkelerinde, Asya’dan gelen insanlar için hayata eşit kartlara sahip olarak başlamanın çok zor olduğunu söylüyor. Kıvırcık saçlı, kahverengi gözlü, buğday tenli olmanın yaratacağı sorunların önüne set çekebilmek için kendisine Karl ismini vermiş. Kimlik karmaşası yaşamamak, daha en başında engellerle değil herkesin aynı adımla başlayacağı bir hayat için bu ismi tercih etmiş. Mavi gözlü, sarı saçlı olmakla kıvırcık saçlı olmanın, maalesef ki, aynı olmadığı dünyada bu yaptığının hayatı hafifletmek olduğunu ifade ediyor.

Karl Talip Kaya'nın eseri.
Karl Talip Kaya'nın eseri.

Gençlik yıllarında ekonomi bilimleri okumaya teşvik edilmiş ve eğitimini bu alanda almış sanatçının ressamlığa uzanan ilginç ve dolu dolu bir hikâyesi var. Bildiğimiz üzere Türkiye’den göç etmiş insanlar maddi durumu çok da iyi olmayan insanlardı. Haliyle çocuklarının geleceğini iyi bir meslek sahibi olmaları yönünde şekillendirmek istiyorlardı. Talip Kara’nın günümüzde para kazanacağın meslek mi, mutlu olacağın meslek mi sorusuna verilecek cevap artık kolay çünkü insanlar para kazandığında mutlu olunduğunun farkına vardılar, şeklinde günümüze dair anlamlı bir tespiti de var. Ailesinin teşvikiyle eğitimini ekonomi bilimleri üzerine tamamlamış. Ekonomide her ne kadar başarılı olsa da güzel sanatlar, tutkusu olmaya devam etmiş. On dört yaşlarında mimarlığa gittiğini fakat orada güzel sanatlara on bir yaşında başlandığı belirtiyor. Bu dört senenin onun için koca bir çukur gibi olduğunu söylüyor. Bu yüzden tekrar ekonomi bilimlerine dönerek eğitimini tamamlamış. Avrupa’da ve Türkiye’de fark etmeksizin güzel sanatlar okumanın çok maliyetli oluşundan bahsediyor Karl Talip Kara. Ama bu durum, onun tutkusunun peşinden gitmesine engel olmamış elbette. Kendi kendinin sponsoru olmak şeklinde bir ifade kullanıyor bir röportajında. Eğitim aldığı alanda çalışmaya başlayarak sermaye biriktirmiş ve Belçika’da bir güzel sanatlar yüksekokuluna girmiş. Paris’te yaşarken de hem çalışıp hem bir devlet okuluna kayıt yaptırmış. Belirli bir yaşa geldiğinde o işi tamamen bırakıp maddi ve manevi birikimin sonucunda elde ettiği sanatla yaşamak isteğini, çalışmak azminden anlayabiliyoruz. Bu isteğinin gerçekleşmesi ise kırk yaşını bulmuş. “Kırk iki yaşıma kadar hayallerimin yolunu yaptım.” ifadesi ise en çok etkilendiğim sözlerinden biri olabilir.

Böyle bir yoldan geçtiği için bir pişmanlık yaşamadığını dile getiriyor. Sanat icra etmekle hayatını kazanabilmek için sanatı başarmanın farkında olan biridir kendisi. Üstelik, pişmanlık bir yana, olayların bu şekilde gelişmiş olmasını gezmek ve görme fırsatı yakalamak olarak değerlendiriyor. Ama şunu da söylemeden geçemeyiz tabii; hayatında resim olmasaydı başka bir sanat dalı olmayacağı konusunda çok net bir düşünceye ve gönle sahip. “Resim olmasa bacaksız bir insan olurdum ben. Resmin olmadığı bir ihtimali hiç düşünmedim.”

Bu resim yolculuğunda Türk sanatının her türlüsüne âşık olan Kara asıl olarak hat sanatıyla ilgileniyor denebilir. Hat ile tanışması ise Türkiye’ye gelmeden önce Çin’de yaşadığı sıralarda Uygur bir hattat ile tanışmasıyla gerçekleşmiş. Dünyanın dört bir yanından gelinse de birleştirici unsurun sanat olduğu ve onun muazzam bir köprü görevi gördüğü fikrinde. Uygur hattat ile karşılıklı diyaloglarında kendisine “Sanki bir eksiğin var. Tamam değil gibi çalışmaların. İfadede sıkıntın var, bir şeyde dürüst değilsin.” ifadelerini kullandığını, bunun üzerine ise tüm serüvenini anlattığını aktarıyor. Hattatın “Peki, bunların hepsini neden bir araya koymuyorsun?” demesiyle önüne uzun bir yol, geniş bir ufuk açılmış. "Hattat mısın, yağlı boyacı mısın? Geleneksel misin, çağdaş mısın? O taraf mısın bu taraf mısın?" sorularına karşılık onun sorduğu soru ise “Neden ben tek bir şey olmak, tek bir tarafta durmak zorundayım?” şeklindedir. Sorulara verdiği çok hoş bir cevabı da var ressamın: “Türk sanatını kabul ediyorum ben, bütünüyle.”

Şimdiye kadar ömrüne otuz sekiz ülke sığdırmış, sonuncusu ise Türkiye olmuş. Gezdiği ülkelerin sanat anlayışlarını karşılaştırması istendiğinde hiçbir kültürü bir numaralandırmaya tabi tutamayacağını ama elbette sanatından daha az ve daha fazla keyif aldığı yerler olduğunu açık yüreklilikle ifade ediyor. İspanya’ya, Kuzey Afrika’ya, Uzak Doğu’ya sanatlarını, arkasına edebiyatı alarak güçlendirmiş olduklarından dolayı hayran olduğu dile getirmekte. Sanat anlayışları için “Yaşar Kemal’in kitapları gibi; bir gerçeğin içinden çıkıyor, bir topraktan.” gibi bir ifadesi var. Türkiye’deki sanatla, dokunmuş bir kilimin, işlenmiş bir yemeninin bir hikayesi olması üzerinden özdeşim kuruyor.

Yaşamak için para gerekiyor şartsız koşulsuz, gerekiyorsa sanattan da para kazanılabilir diyen Talip Kara, sanat hakkında sorulan sorulara onu bir araçtan ziyade amaç olarak gördüğü yönünde cevap veriyor. Türk sanatına âşık olduğunu bildiğimiz ressamın Türk sanat anlayışıyla ilgili bir de şikâyeti var. Türk sanatına geleneksel sanat denilmesini doğru bulmuyor. Kendi sanat anlayışında geleneksel sanatın çağdaşlaştırılmış versiyonunu yapmayı amaçlamaktadır. Bunun başarılabilmesi ise bilindikten çıkmakla olur. Bir yeni nesil sanat var, bir de hat, minyatür gibi geleneksel sanatlar var malum olduğumuz üzere. Kara ise “Dedemin babaannemin vitrininde duran resmi değil, onu yeni nesil ile harmanlayarak yapılmış resmi isterim.” sözleriyle sanat hakkındaki duruşunu sergiliyor.

Memleketini, belki daha düz bir ifadeyle, Türkiye’yi çok seven birine elbette İstanbul hakkındaki düşünceleri sorulacaktır doğal olarak. İstanbul onun için çocukluğu anlamına geliyor. Sıcak, huzurlu, renkli. Ruhunu besleyen, tüylerini diken diken eden bir şehir olarak nitelendiriyor orayı. Fakat neden Mersin’de yaşadığına gelecek olursak, sanatı bir amaç olarak gördüğünden bahsetmiştik, İstanbul’da bunun araca dönüştüğü fikrinde. Ayasofya’da hiçbir şeyden etkilenmeden iki yüz tane camii yapsa aslında iki yüzünü de hemen elinden çıkabilecek durumda iken bunun yaptığı işi araca dönüştürmek ve o işin kölesi olmak anlamına geldiğini belirtiyor. Bugüne dek bir tane Ayasofya yapmış, onu da çok mutlu olarak.

Geleneksel sanatı Batı tadında yorumlamak gibi bir sanat anlayışına sahip olan ressam İslam sanatı, Türk sanatı, Batı sanatı diye her biri ayrı olan sanat dallarını harmanlamayı seviyor. Yaptığı iş sonucunda görenlerin “Bunun tadı güzelmiş.” dedirtmek tatmin olduğu en güzel nokta aslına bakılırsa. Yeni nesle de yaptığı işten zevk alması için bunu vermenin elzem olduğunu düşünüyor. “Benim için Türk İslam sanatı, yirmi birinci yüzyıldaki dünyada, insanları huzura daha kolay ulaştırmanın yoludur.” gibi bir ifadesi var. Batı’nın damak tadını düşünmenin geleneksel olana zarar vereceğini düşünenler de var elbette. Bu konuda Kara tamamen farklı fikirde; bilakis önyargıları kırdığı için gelenekseli yaşatmanın en güzel yoludur ona göre.

Resim yapma pratiğinde tüm zamanını bunun için harcadığını öğreniyoruz kendisinden. İstanbul’da yaşamak bu süreci olumsuz etkileyeceğinden Mersin’de yaşıyor olmak, onun için bir avantaj aslında. “İnsanın iki hayatı var; biri gözü açıkken, diğeri gözü kapalı iken. İlhamın çoğu ise uyurken geliyor.” diyor başarılı ressam. İstanbul’da doğal olarak daha hareketli, daha akışkan ve değişken bir hayat var. Bu hız ve hareketlilik onun duygu dünyasına ve fırçasının gücüne fazlasıyla etki etmekte. Bu yüzden Mersin’deki kendi halinde günlük yaşamının sanatını icra etmesi açısından olumlu bir tarafı var. Daha olağandışı bir olaylar silsilesine gerek yok onun ilham alması için, üretim süreci zaten etrafındaki bir şeye baktığında veya kitap okuduğunda oluşuyor. Ortaya konan sanatsal bir işin bakarken beş duyuyu uyandırması gerektirdiği yönünde bir anlayışı var. Sanat nedir sorusunun akademideki karşılığı da duyguların verdiği cevaptır. Geçmişten bir hatıra, ağza gelen bir tat, burna gelen bir koku, tenindeki bir ürperti… Bütün bunların ise kendi çekirdek dünyasında oluştuğunu söylüyor. Yaratım süreci sabah sekizde başlayan bir mesai değil ona göre, büyük fedakârlık gerektiren üç yüz altmış beş gün yirmi dört saatlik bir süreç.

Güzel sanatlarla ilgilenen birçok genç var tabii. Bu çok sevindirici bir haber olmakla beraber bunu meslek edinmek isteyenlerin hayal kırıklığı yaşadığı üzücü bir taraf da var. Bu noktada Karl Talip Kara’nın bir tavsiyesi var. Her fırsatta dile getirdiğimiz gibi yaptığımız işi kendinize yüzde yüz değil yüzde bin inanarak yapmak. “Işık olmak için önce yanmak gerekir.” Dün veya yarın değil değerli olan, kişinin en büyük hazinesi “şu an”. Varılan menzil mi yoksa yol mu dendiğinde Kara buna “O yol ve yoldaki macera muazzam.” cevabını veriyor. Yaşar Kemal ne güzel diyor, “Sen İnce Memed ol”. Buradan tüm yüreğini ortaya koymak gerektiği sonucunu çıkarıyor Kara. “Sanat para değil, sanat yürektir.” Öyleyse yüreğine sağlık, fırçasına kuvvet dileğiyle.