Kıtalar arası ticaretin doğuşu

Kıtalar arası ticaretin önemli dönüm noktalarından biri, 15. yüzyılda Avrupalı denizcilerin yeni keşifler yapmasıyla gerçekleşti.
Kıtalar arası ticaretin önemli dönüm noktalarından biri, 15. yüzyılda Avrupalı denizcilerin yeni keşifler yapmasıyla gerçekleşti.

Ticaret nasıl doğdu, nasıl gelişti ve nasıl kıtalar arası boyuta gelecek kadar büyüdü? İlk ticaret ne üzerineydi? Kıtalar arası ticaret denilince akla ilk gelen ve kendi devletini kurabilecek kadar büyümüş, bir zamanların süper büyük şirketi olan İngiliz Doğu Hint Şirketi bu gücü nasıl elde etti? Ekonomi bölümümüzün bu ayki konusu: Kıtalar arası ticaretin Doğuşu ve İngiliz Doğu Hint Şirketi.

Kıtalar arası ticaret, insanlık tarihinde uzun bir geçmişe sahiptir. İnsanlar, tarih boyunca farklı kıtalardaki kaynaklara erişmek ve ticaret yapmak için uzun mesafeler kat etmişlerdir.

Antik çağlarda, kıtalar arası ticaret genellikle kara yolları ve deniz rotaları üzerinden gerçekleşiyordu. Örneğin, İpek Yolu gibi ünlü kara ticaret yolları Asya ile Avrupa arasında ticareti teşvik etmiştir. Bu yollar üzerinde değerli malzemeler, baharatlar, kumaşlar, mücevherler ve diğer ticari mallar taşınırdı.

Ancak, kıtalar arası ticaretin önemli dönüm noktalarından biri, 15. yüzyılda Avrupalı denizcilerin yeni keşifler yapmasıyla gerçekleşti. İspanyol ve Portekizli denizciler, Afrika'yı dolaşarak Hindistan'a ulaşan yeni deniz rotaları keşfettiler. Bu keşifler, Doğu Asya'ya olan ticaretin doğrudan bir deniz yoluyla yapılmasını sağladı ve Avrupa'da Keşifler Çağı'nın başlamasına neden oldu.

Kıtalar arası ticaretin doğuşuyla birlikte, tüccarlar farklı kıtalar arasında mal alışverişi yaparak farklı kültürleri tanıma ve yeni ticaret imkanlarına erişme fırsatı buldular. Bu dönemde önemli ticaret merkezleri ve liman şehirleri gelişti. Örneğin; Venedik, Cenova ve Lizbon gibi şehirler, kıtalar arası ticaretin merkezi haline geldi. O zamanlar ticaretin pek çoğu köylerde üretilen ürünler üzerinden yapılmaktaydı. Köylerde çalışan ve üreten insanlar tüccarları ve krallıkları zengin ediyorlardı. Bu zengin etme işlemi de ticaret adı verilen bir düzen ile gerçekleşti. Ticaret öyle bir kavramdı ki üretimde hiçbir etkisi ve emeği olmayan liman şehirleri ve onu kontrolünde bulunduran ülkeler ucuza aldığı ürünleri daha iç kesimlerdeki ülkelere fahiş fiyatlardan satarak inanılmaz servetler edindiler. Yani az emek çok köfte. Emrah Safa Gürkan, köylü-tüccar-kraliyet dengesini şu şekilde özetliyor: Eskiden dünyanın aşağı yukarı %98’i köylerde yaşıyordu ve bu insanlar şehirlerde yaşayan çok kısıtlı bir grup ve hatta o şehirlerin de saraylarında yaşayan daha da kısıtlı bir grup için çalışıyorlardı.

Elbette ticaret, özellikle kıtalar arası ticaret çok tehlikeli ve zorlu bir iş. Korsan saldırıları, aylarca deniz üzerinden yol almak, zarar etme riski, yolda bir devlet tarafından alıkonma tehlikesi gibi pek çok olası tehlikeyi barındırdığından elbette ticaret kolay bir iştir denilemez. Fakat kıyı kentinden alınan malın iç kısımdaki şehirlere satışında gerçek bir fahiş fiyat var idi. Bunun en büyük örneği de kıyı kesimindeki Venedik’in zengin, daha iç kesimdeki Almanya’nın o dönem daha fakir olması.

Uluslararası ve hatta kıtalar arası ticaret konusunu ele alıp İngiliz Doğu Hint şirketinden söz etmemek olmazdı. Bu sebeple bu kıtalar arası ticaret işini bambaşka bir seviyeye çıkartan Doğu Hint Şirketinden bahsedelim. Şirket 1600 yılında Kraliçe I. Elizabeth tarafından verilen bir imtiyaz ile kuruldu ve ticari faaliyetlerine Hindistan'da başladı. İngilizler bu noktada direkt devlet olarak Hindistan’da olmaktansa tıpkı Hollandalıların yaptığı gibi kendi kurdurdukları özel bir şirket aracılığıyla bu işi yapmayı tercih ettiler. Şirket, bu haliyle Hindistan'a giden ve orada ticaret yapmak için yerleşimler kuran İngiliz tüccarları temsil ediyordu. İngiltere’den gelen tüccarlar kısa süre içerisinde Hint tüccarlar ile iyi ilişkiler kurup ticaret yapmaya başladılar. Hint tüccarlara altın, gümüş gibi değerli madenler satıp karşılığında tuz, karabiber ve çeşitli baharatlar alıyorlardı. Bugünün bakış açısıyla baktığımızda çok yararlı olmayan bir ticaret gibi görünse de o dönemler baharat bugünkü kadar yaygın ve kolay ulaşılabilir bir şey değildi. Doğuluların baharat ile tatlandırdıkları yemeklerinin yanında Avrupalıların yemekleri çok yavan kalıyordu. Dolayısıyla baharatı keşfeden Avrupa halkı ona büyük bir talep gösterdi. Üstelik baharatın o zamanki kullanım alanı sadece yemeklere tat katmakla sınırlı değildi. Tıpta ve etlerin bozulma süresini geciktirmek gibi pek çok alanda kullanılıyordu. Dünyanın o dönemlerinde baharat o denli önemliydi ki Roma’da bir dönem lejyonerlerin yani paralı askerlerin maaşları tuz ile ödendi. Hatta İngilizce maaş anlamına gelen “Salary” bu ilişkiden dolayı Latince sal’dan türetilen salt’tan gelmektedir.

Avrupalı denizciler.
Avrupalı denizciler.

Tuz gibi bir başka baharat olan karabiber de bir dönem tuzdan ve hatta altından bile değerliydi. Öyle ki krallara vergilerin karabiberle ödendiği, İngiltere ve Kuzey Avrupa’da, altın veya diğer değerli madenler yerine krala hediye olarak sandıklarla karabiber ve tarçın getirildiği bile olmuş bir dönem. İşte İngiliz tüccarlar ve kraliyet bu ticaretteki ve yine o bölgede bolca bulunan pamuk, ipek gibi kumaşlardaki büyük potansiyeli görüp Hindistan’a demir atmaya karar verdiler. Bölgede ticarete başladıktan sonra kısa süre içerisinde büyük bir atılım yapan şirket, bir süre sonra kendilerine bir üs oluşturmak için bölgeden bir arsa aldı. Sömürgeciliğin başladığı nokta da buraya dayanıyor. Bu noktaya kadar ticaret yapan sıradan bir şirket iken satın aldıkları bu toprak ile iş farklı bir boyuta evrilmeye başladı. Aldıkları arsaya kendileri için bir kale yaptırmaya başladılar. Bölge halkının tepkisini çekmemek için kale inşaatı ile aynı anda başlayıp daha önce bitecek bir Hindu tapınağı da yaptırdılar. Paralı askerler kiralayıp inşa ettirdikleri kaleye yerleştirdiler ve ticari faaliyetlerini güvence altına aldılar.

Zamanla Hintliler ve Doğu Hindistan Şirketi arasındaki ticaret sadece İngilizlerin yararına olacak şekilde evrildi ve Hintliler giderek fakirleşmeye başladı. Önceleri güvenlik amaçlı kullanılan paralı askeri güç de zamanla genişleyerek ufak çaplı bir orduya dönüştü. O dönem Hindistan’ı yöneten Babür İmparatorluğu eyalet sistemini benimsemişti. Doğu Hint Şirketi de yavaş yavaş çevredeki prenslikleri savaş veya iş birliği yoluyla kontrol altına almaya başladı. Britanya Krallığının de onay vermesiyle İngiliz-Doğu Hindistan Şirketi resmi olarak toprak sahibi bir devlet konumuna yükseldi ve şirketin altındaki topraklar Hindistan olarak anılmaya başlandı. En sonunda tüm prens ve emirlikler gücü iyiden iyiye ele geçiren İngiliz-Doğu Hint Şirketi ile bir antlaşma imzalamak zorunda kaldı. Bu antlaşmaya göre İngilizler dışında hiçbir gücün silahlı kuvveti olamayacaktı.

İngiliz-Doğu Hint Şirketinin bir ticari girişimle başlayan bu serüvenden asırlar sonra bugün çoğu kişi İngiltere’nin Hindistan’ı sömürge haline getirdiğini düşünür. Bu tam olarak doğru olmamakla birlikte tam olarak yanlıştır da diyemeyiz. Çünkü sömürüler devlet eli ile yapılır, Fransa’nın Afrika’da yaptığı gibi. Fakat burada İmparatorluk doğrudan müdahil değildir, sömürüyü yapan özel bir şirkettir ve diğer sömürgecilik faaliyetlerinde olduğu gibi kültürel bir asimilasyon amacı içermez. Amaç bir özel şirket olarak tek ve nettir: daha fazla kâr. Tam olarak neden yanlış diyemeyeceğimizi de temellendirecek olursak her ne kadar yapılan faaliyetleri özel bir şirket yapmış olsa da şirket devlet imtiyazıyla kurulmuş bir şirket ve kurucu hissedarları arasında dönemin Londra Belediye Başkanı bile bulunuyor. Dolayısıyla hükümetten bağımsız diyemeyeceğimiz gibi şirketin oradaki her hamlesinden Kraliyet'in haberi vardır demek yanlış olmaz. Buna ek olarak her ne kadar amaç kültürel asimilasyon değil sadece daha fazla kâr olsa da bu süreçte kârından başka hiçbir şey düşünmeyen şirket yüzünden bölge halkı git gide fakirleşmiş ve maddi manevi pek çok sıkıntıyla karşı karşıya kalmıştır.