Okumak üzerine

Okumak üzerine.
Okumak üzerine.

“Okuma, içimizdeki meçhul âlemin kapılarını açan bir anahtar.” Pekiyi ama, o meçhul âlemin tekevvününde payı yok mu okumanın? İç dünyamızın sınırlarını genişleten kitap değil mi?

“Susam ve Zambaklar”ı Fransız yazar Marcel Proust çevirmiş Fransızcaya. Ruskin’in bahçesine oldukça uzun bir revaktan giriyoruz. Romancı, elli sekiz sayfalık bir girişle eseri, daha doğrusu kendisini tanıtıyor: “Ruskin okumaya çok önem verir. Ben bu fikirde değilim. Çocukken okuduğumuz kitapların yeri başka, cazibeleri büyük, hatıraları aziz. Ama bu okumalardan bizde kalan, daha çok oturduğumuz yerlerin ve günlerin hatırası.”

Proust yanılmıyor mu acaba? Tecessüsümüz yeni fetihlere kanatlanırken gündeliğe, bayağıya, alışılmışa takılıp kalan bir dikkat ne kadar zavallı. Okumak, iki ruh arasında âşıkane bir mülakattır. Her yabancı intiba vuslatın büyüsünü bozar. İster güneş ışıldasın gök kubbede ister duvarda bir petrol lambası yansın. Pencerede şakıyan kuşlardan bize ne? Gerçek olan tabiat değil, kitaplarda görülen rüyadır. Meçhule açılan bir kapıdır, kitap. Meçhule, yani masala, esrara, sonsuza…

Proust’a dönelim: “Okumak başka, sohbet başka. Okurken bir başka düşünceyle temas halindeyiz, ama tek başımıza mıyız? İnsan fikrî bakımdan çok daha güçlü. Konuşma, bu gücü dağıtır. Okurken sadece ilham alırız, kafamız dilediği gibi çalışır. Hem yalnızız hem beraber. Bir nevi mucize...” Ne yazık ki bu sihirli mahremiyetin de hudutları var. “Güzel kitaplar yazar için bir son, okuyucu için bir davettir. Suallerimize cevap vermezler. Birtakım arzular uyandırırlar bizde, iştiyaklarımızı alevlendirirler. Yazar sözünü bitirince şaşarak fark ederiz ki hiçbir şey söylememiştir henüz...” Kitap her sualimizi karşılayamaz, doğru. Ama hangi sohbetten doyarak çıkarız? Bu kanma bilmeyen susuzluk insanın alın yazısı değil mi? Şüphelerimizi, tereddütlerimizi arzın ve zamanın bütün büyük zekâları çözemezse dar bir coğrafyanın ve hasis tesadüflerin karşımıza çıkardığı bir insan nasıl çözebilir? Kitap denen uçsuz bucaksız okyanusta daima yeni keşifler yapmak kabil. Hangimizin irfanı, o sonsuz “belki” ile boy ölçüşebilir?

“Şairlerin coşkunluğu bize de geçer. Ama bu heyecanın manasını anlayamayız. Çizdikleri tablolarda, bildiğimiz dünyadan çok başka bir dünya ile karşılaşırız. Bu manzaralar harikuladedir, çünkü bir dâhinin dikkatini çekmişlerdir. Serseri ve kayıtsız bir dikkat, tesadüfen o manzaralar üzerinde durmuş. Tasvir sanatının en büyük hüneri: Sis. Sanatçının görevi, tabiatı örten çirkinlik ve manasızlık örtüsünü şöyle bir aralayıvermek. “Bak ve gör!” demek bize, sonra kaybolmak.” Yalnız o kadar mı? Okuyucularını bu sihirli âlemde adım adım dolaştıran yazarlar da var. İskoçya Walter Scott’un cazibesine yakalananlar için kendi vatanlarından daha canlı, daha gerçek, daha iyi bilinen bir dünyadır.

Proust devam ediyor: “Okuma zihnî hayatı uyandırmalı, yerini almamalı onun. Başkalarının hazırladığı bir bal değil hakikat, onu kitap sayfalarından toplayamayız, kafamızın ve gönlümüzün iç hamleleri ile fethedebiliriz ancak.” Doğru. Zihin arı, kitap çiçek, dış dünya kovan… “Aydın, okumak için okur. Kitaba kitap olduğu için perestiş eder. Bulduğunu yükler hafızasına. Sindiremez, hayatına katamaz. Kendi kendini zehirler. Bu fetişist saygı zararlıdır ama çok yaygındır da. Bu “edebî hastalığa” büyük adamlar daha çok tutulurlar. Düşünce ile doğrudan doğruya temas etmedikleri zaman kitaplarla beraber olmaktan hoşlanırlar. Zaten kitaplar da onlar için yazılmış değil mi? Büyük zekâlar kitabidirler. Ama bu, kitabiliğin bir kusur olmasına mâni değildir. Kitabilik, zekâdan çok hassasiyet için tehlikeli. Dâhi her okuduğunu temessül eder, kendi malı olur fikirler. Bir kucak odun, küçük bir ateşi söndürür, büyük bir ateşi daha da canlandırır.”

Aşağı yukarı ayrı yıllarda bir başka düşünce adamı çok daha haşin, çok daha insafsız bir makale yayımlıyordu. Psikolog romancının bu yazıyı okumamış olmasına imkân var mı? “Okuma Hastalığı” adlı makale şöyle başlıyor: “Bütün medeni ülkelerde aynı şikâyet: Okumuyoruz. Kitaplar çoğaldıkça okuma sevgisi azalıyor. Ama yine de birçokları için okuma bir hastalık. Böyleleri incelemek, düşünmek, dinlemek, eğlenmek için okumaz; okumak için okur. Ne sanat heyecanı ararlar, ne zekâlarını geliştirme emelindedirler. Çok okurlar, ellerine geçeni okurlar. Sabırsızdırlar, sırtlarından bir yük atmak isterler sanki. Okuduklarını reddetmek veya tartışmak ihtiyacını duymazlar. Kitap kapanır kapanmaz içindekiler unutulur. En büyük zevkleri kitap değiştirmektir. Her matbuaya saldırırlar. Kimi yansını okur kitabın, kimi yalnız sonuna bakar. Kimi de bir baştan bir başa okur (mesela gazete tiryakileri). Okur gibi yapanlar da caba. Hepsi de rüya görür gibi okur.” Bu tiryakilik tembelliğin marazi bir şeklidir, yazara göre. “Okuma delisi birçok şeyleri anladığını vehmeder. Başkalarının sözleriyle yetinmek, her konuda başkasının anlayışına, başkasının fikirlerine başvurmak, alışkanlıkların en kötüsü. “Kitapta okudum, gazete yazıyor” gibi sözler, iradenin ve kişiliğin yokluğunu gösterir. Düzensiz okuma hafızayı, düşünce mekanizmasını bozar. Hasta gündelik hayattan kopar, çevresinde olup bitenleri göremez, anlayamaz. Marazi okumanın belirtilerinden biri, hafıza zayıflamasıdır. Hasta gerçek hadiseleri unutur, okuduklarını hatırlar. Realiteden uzaklaşır, kitaptaki olaylara bağlanır. Düşünceleri birbirine karışır. Kendi başına muhakeme edemez olur.”

Yazar söylediklerini şöyle hülasa ediyor: “Okuduğunu tahlil etmeyen, daha önce okuduklarıyla karşılaştırmayan, her an kendi kafasını kullanmayan zekâsını mahveder. Okumak, sayfanın bütününü, cümleleri, kelimeleri anlamaktır. Dikkat gevşeyince gölge düşünceler kalır kafada. Çabuk okuyan dikkatini teksif edemez.”

Makalenin yazarı bu çeşit okumayı gerçek bir hastalık olarak vasıflandırır. “Okuma ile zehirlenenler uykularını kaybederler. Uykusuzluk psikoz başlangıcıdır. Bu hastalık da afyon ve esrar gibi rüyalara, hayallere, sanrılara yol açar. İlletin bir başka tezahürü de mektup yazma, daha doğrusu yazı yazma hastalığıdır.”

Freud’a göre nevrozların başlıca, hatta biricik kaynağı cinsî hayattır; Felsefe Dergisi’nin psikolog muharririne göre, marazi okuma. “Ne gariptir ki şimdiye kadar hiçbir sinir hekimi bu vahim hastalığı incelememiş.”

Asır başı, ruhiyatın kahramanlık çağı. Kimi Fransız şiirini tereddi ile vasıflandırır, kimi sosyalizmi hastalık sayar. Bu dikkate layık makalenin aynı mübalâğa ile malul olduğunu düşünüyoruz. Marazi okuma sebep midir, netice mi? Başka bir tabirle insanlar sinir hastası oldukları için mi realiteden kaçar, kitaba sığınır, yoksa uykularını kaybettikleri, kitaba iltica ettikleri için mi sinir hastasıdırlar? Don Kişot’u çıldırtan kitap mı, Don Kişot çılgın olduğu için mi kitap delisi?

“Okumak da bir dostluk kurmak,” diyor Proust. Diğer dostluklardan farkı samimiyetinde. Konusu bir ölü, bir uzaktaki. Bunun için de hasbi ve iç açıcı. Çirkinliğinden sıyrılmış bir dostluk. “Saygı, şükran, bağlılık” dediğimiz ve o kadar yalanla karıştırdığımız bütün o merasimler, bütün o nezaket gösterileri kısır ve yorucu. Dostluklarımız çok defa tesadüfün eseri. Bir sempati başlangıcı, düşünülmeden söylenmiş bir söz, yanlış anlaşılan bir iltifat, yazdığımız ilk mektuplar müebbeden çözemeyeceğimiz bir alışkanlıklar ağının ilk düğümleri. Okuma, dostluğu ilk saf haline irca eder. Kitaplarda merasime ihtiyaç yok. İstersek akşamı onlarla geçiririz, istersek... Çok defa istemeyerek ayrılırız onlardan, hakkımızda ne düşünecekler? Acaba bir patavatsızlık yaptık mı? Hoşlandılar mı bizden? Falanı görünce bizi unutacaklar mı? gibi… Saf ve sakin bir dostluk. Ne alayişe lüzum var, ne gevezeliğe. Sükût içinde bir kaynaşma. Bir kendi kendimizle baş başa kalış. Sükût, söz gibi kusurlarımızın, sırıtışlarımızın izini taşımaz. Yazarın düşüncesi ile kendi düşüncemiz arasına egoizmleri sokmaz, konuşmayı yabancı unsurlarla zehirlemez. Kitap sahiden kitapsa dili de saftır. Yazar yabancı cisimleri ayıklamış, düşüncesini olduğu gibi sunmuştur bize. Her cümlesi bir sonrakine benzer. Aynı ses, aynı perde. Yazarı aksettiren bir ayna.

“Zekâ geliştikçe artar bu sevgi, tehlikeleri de azalır. Sıhhatli bir zekâ, kitapları çalışmalarına tabi kılar. Onun için eğlencelerin en asilidir okuma, daha doğrusu en asilleştiricisidir. Kitap zekâyı kibarlaştırır. Hassasiyetimizle düşüncemizi ancak kendi içimizde, zihnî hayatımızın derinliklerinde geliştirebiliriz. Ama zekânın tavırlarını efendileştirmek için okumak zorundayız. Bazı kitapları, edebiyat ilminin bazı inceliklerini bilmemek, dâhiler için bile fikrî bir avamlık işareti.”

Cemil Meriç’in “Bu Ülke” adlı eserinden.