Yeni Hayat (Cast Away)

Yeni Hayat (Cast Away)
Yeni Hayat (Cast Away)

“Zaman hiç acımadan bize hükmeder. Sağlıklı, hasta ya da aç. Rus, Amerikalı veya Marslı olmamıza aldırmaz. Ateş gibidir, bizi yok edebilir de ısıtabilir de.”

Filmin kahramanı, zaman konusuna takıntılı bir kargo çalışanı. İşinde disiplinli ve hata kabul etmeyen bir yapısı var. Onun için kargoların zamanında yerine ulaşması çok önemli. Bu sebeple her zaman işinin başında ve yönetici konumunda olmasına rağmen kargo seferlerine kendisi de eşlik ediyor. Filmin ilk 20 dakikasındaki anlatım, bize onun işine verdiği önemi anlatmanın yanı sıra, bir de özel hayatıyla ilgili bazı bilgiler veriyor. Chuck, evlilik arifesinde ve sefere çıkmadan hemen önce nişanlısına bir yüzük emanet ediyor. Hemen ardından ise ismi “The World on Time” olan uçağa binip yola çıkıyor.

Uçak yolda arızalanıp düşünce, düşmeden önce eline tutuşturulan şişme botla hayatta kalan Chuck, gün ağarmaya yakın kendini sessiz sakin bir sahilde buluyor. Önce şaşkınlık geçirse de ilk işi kumların üzerine “yardım” yazmak oluyor, olur da kurtarmaya gelen bir uçak yukarıdan görür diye. Ertesi gün bu yazı dalgalarla kaybolunca, bu sefer ağaç dallarıyla daha sağlam bir şekilde güncelliyor tabii onu.

Chuck’ın hayatta kalmak için yaptığı şeyleri izlerken, “Bir Robinson Crusoe hikâyesi mi seyredeceğiz?” diye geçiyor insanın aklına. Bilmeyenler için Robinson Crusoe adlı roman, 18. yüzyılda İngiliz yazar Daniel Dafoe tarafından kaleme alınan, İngiliz edebiyatının ilk romanı olarak da kabul edilen, artık klasikleşmiş bir eser.

Her ne kadar, bazen kalabalıklardan bıkıp yalnız kalmak istesek de bunu sürdüremeyiz hiçbir zaman.
Her ne kadar, bazen kalabalıklardan bıkıp yalnız kalmak istesek de bunu sürdüremeyiz hiçbir zaman.

Aynı Robinson Crusoe gibi Chuck da hayatta kalma savaşının ortasında bulur kendisini. Önce Hindistan cevizlerini yemeyi öğrenir, kendine barınacak bir mağara bulma arayışına çıkar ve soğuktan korunmak için giyecekler yapmaya başlar. Bu süreçte uçaktaki takım arkadaşlarından birinin kıyıya vuran cesedinden ayakkabılarını ve fenerini alır. Normal zamanda ayıplanan, ölünün üstünden eşyalarını almak gibi davranışlar, hayatta kalmak söz konusu olunca hiçbir sorun teşkil etmez mesela.

Film ilerledikçe izleyici başka birilerini görmek ister adada, aynı Robinson Crusoe romanında olduğu gibi. Bazen ağaçlarından arasından sesler duysak da bir türlü gelen giden olmaz. Her ne kadar sesler geldiğinde korksa da Chuck da ister onları duymayı hem de çok. Çünkü insan çevresindeki diğer insanlarla iletişim kuracak şekilde yaratılmıştır ve yalnızlık kafayı yedirtecek bir etkiye sahiptir. Her ne kadar, bazen kalabalıklardan bıkıp yalnız kalmak istesek de bunu sürdüremeyiz hiçbir zaman. Evet, bir süreliğine faydası da olabilir insana ama sadece bir süreliğine.

Chuck, gün geçtikçe hayatta kalmasını sağlayacak yeni çözümler üretir. Örneğin deniz suyu içilmediği için yağmur suyunu, ağzına yaprakla huni yaptığı Hindistan cevizine doldurup saklar. Çevrede bulduğu dallardan bir zıpkın yapıp onunla balık avlar.

 Hiç ateş üzerine bu kadar düşünmemiştim daha önce. Sonra su şişesi mesela...
Hiç ateş üzerine bu kadar düşünmemiştim daha önce. Sonra su şişesi mesela...

O zaman kadar, dürüst ve profesyonel bir kargo çalışanı olarak açmamak için direndiği kargoları, bacağından yaralanınca, belki yarayı saracak bir şeyler bulurum umuduyla açar. Paketlerden çıkan eşyalarla hayatta kalma savaşına biraz daha devam edebilecektir.

Benim en sevdiğim sahnelerden biri, işte bu sıralarda devreye giriyor: Ateş yakma sahnesi. Chuck, tahtaları birbirine sürterek ateş yakmayı başarıyor ve sonrasında ateşi yakma sevinci ve ateşin başında pişirdiği yengeci mideye indirirken yaşadığı sevinç insanı hem mutlu ediyor hem de düşünmeye sevk ediyor. Günümüz dünyasında her şeye ne kadar da hızlı ulaşıyoruz değil mi? Ateş için bir düğmeyi çevirmek ve bir tuşa basmak yeterli oluyor mesela. Ateşin daha bulunmadan öncesinden günümüze insanlığın hangi safhalardan geçtiğini bir düşünsenize... Acaba ilk bulunduğunda neler hissedildi, insanlar nasıl gördüler onu, nasıl kullandılar, onunla bir şeyler pişirmeyi bulduklarında neler hissettiler diye geçti aklımdan. Hiç ateş üzerine bu kadar düşünmemiştim daha önce. Sonra su şişesi mesela... Şu an masamda duran ve suyu içinde tutabilen bu nesne kim bilir ilk nasıl icat edildi, sonra hangi aşamalardan geçti ve şimdiki halini aldı? Tabii günümüzde artık plastiğin ne kadar yaygın olduğunu düşünürsek, tarihin kırılma yaşadığı bir dönemde olduğumuzu da söyleyebiliriz. Taş, tunç vs. devirlerden sonra herhalde şimdi de plastik devrindeyiz. Neyse, konuyu dağıtmayalım.

Chuck’ın ağrıyan dişi ve sürekli ertelediği için gitmediği dişçi hakkında bir sözü var, benim yine önemli bulduğum bir replik: “Sürekli dişçiden kaçıyordum ama şu an o dişçinin bu mağarada olması için neler vermezdim!” Ne kadar günümüz dünyasındaki çarpıklıklar için arada bir kızıp şikâyet etsek de düşünsenize, her derdimiz için farklı çözüm yollarının olduğu bir dünyadayız. Dişimiz ağrıdığında biliyoruz ki orada bir diş doktoru var ve uyuşturarak, ruhumuz bile duymadan bizim dişimizi tedavi edebiliyor. Bu rahatlık ne kadar da güzel bir şey değil mi? Belki de fazla rahatlık da çok güzel bir şey değildir?

Chuck’ın kargo paketlerinin içinden çıkan bir topunu, üstüne yüz ve göz çizip arkadaşı yapması ise filmdeki çok önemli detaylardan birisi. İnsanın her daim konuşacak, onu dinleyecek birisine ihtiyaç duyması, onun fıtratının gereği. Evet, belki bir voleybol topu konuşamaz, karşılık veremez ama seni dinleyebilir. Günümüzde kullandığımız sosyal medya hesaplarımız da aslında insanın bu yönü sebebiyle çok yaygın değil mi? Birilerinin seni dinlediğini bilme ihtiyacı.

Acaba her şeyimizi kaybetsek ne olurdu, acaba elektriği ve interneti artık kullanamayacak olsak neler yaşardık?
Acaba her şeyimizi kaybetsek ne olurdu, acaba elektriği ve interneti artık kullanamayacak olsak neler yaşardık?

Filmin sonuna doğru gelecek olursak, Chuck dört yıl sonra kendisine bir sandal yapmayı ve her türlü tehlikeyi göze alarak yola çıkmaya karar veriyor. Bu sefer açıldığı okyanusta bir gemi onu fark ediyor ve hayatına geri dönüyor. Tabii hayat akmaya devam etmiş ve o gittiğinden beri çok şey değişmiş.

“Yeni Hayat”, 24 yıl önce çekilmiş olmasına rağmen benim arada bir açıp yeniden izlediğim filmlerden biri. “Neden?” diyecek olursanız, alıştığımız hayatın dışına çıkan; acaba her şeyimizi kaybetsek ne olurdu, acaba elektriği ve interneti artık kullanamayacak olsak neler yaşardık, acaba günün birinde artık güneş doğmasa, hep gece olsa ne olurdu gibi soruları izleyicisine sorduran filmler, farklı durumları tefekkür etmeme olanak sağladığı için muhtemelen. Bu filmin yönetmeni Robert Zemeckis de zaten böyle filmlerin yönetmenliğini üstleniyor çoğunlukla. “Eğer zamanda yolculuk yapılabilse nasıl olurdu?” diye düşünenler için de “Geleceği Dönüş” filmini çeken yönetmen kendisi. İyi seyirler.