7 Ekim ve sonrasına Körfez cephesinden bir değerlendirme

7 Ekim ve sonrasına Körfez cephesinden bir değerlendirme.
7 Ekim ve sonrasına Körfez cephesinden bir değerlendirme.

Hamas’ın 7 Ekim sabahı İsrail’e karşı başlattığı sürpriz operasyon ve sonrasında İsrail’in verdiği yanıt, bölgede yeniden kapsamlı bir çatışma ve savaş sayfasını açtı. Bölge anlamında bir milat olarak kabul edilebilecek, İsrail için istihbarat ve güvenlik açısından ciddi bir zafiyet olan, sırf bu yönüyle dahi uzun vadede farklı sonuçları olabilecek kritik bir eşikti 7 Ekim tarihi. Konuşulacak, tartışılacak çok farklı boyutları var ve olacak, ancak biz bu yazıda Körfez ülkeleri açısından bir değerlendirme yapacağız.

Aslında Körfez açısından bölge gerilimlerinin azaldığı, en azından artık azalmasının umulduğu bir dönem söz konusuydu. Kendi aralarındaki sorunları tamamen çözmeseler de geride bırakmış, Türkiye dahil olmak üzere diğer bölge gücüyle aralarını düzeltmiş, İsrail’le normalleşmiş (BAE) veya normalleşme yoluna girmiş (Suudi Arabistan), ekonomik çıkarları önceleyen bir politika izlemeye karar vermişlerdi. Bu nedenle bölgede ‘suni’ de olsa bir barış ve sükunet dönemi hâkimdi. Ancak 7 Ekim’le birlikte Orta Doğu’nun aslında hiç çözülmeyen, yalnızca halı altına süpürülen en kronik sorunu yeniden canlandı.

Katar'ın durumu farklı

Hamas'a destek veren, Hamas liderlerine bugüne kadar cömert bir ev sahipliği yapan Körfez ülkelerinden Katar için en öncelikli hedef kendini korumak. Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ise Hamas'ı zayıflatmak, İran'la daha geniş bir çatışmanın önüne geçmek ve daha ‘barışçıl ve müreffeh’ bir bölge vizyonunu bir şekilde canlı tutmak istiyor. Bu da oldukça zorlu ve riskli bir denge.

Katar’ın durumu diğerlerinden biraz farklı. Ülke hem ABD’nin sıkı bir müttefiki, hem de Hamas'ın destekçisi. Katar Dışişleri Bakanlığı tarafından 7 Ekim sonrası yapılan ilk açıklamada, “tırmanan gerilimden yalnızca İsrail sorumludur” ifadesi de bunun açık bir göstergesiydi. Öte yandan Katar, Hamas’la arasındaki güçlü bağların bir avantaj olduğunu, bilhassa Batılı müttefiklerine bu krizde bir kez daha ispatlamış oldu. Zîra Hamas 20 Ekim’de saldırı sırasında ele geçirdiği 200'den fazla rehineden ikisini -Amerikan-İsrail çifte vatandaşı- Katar’ın yoğun arabulucuğu sayesinde serbest bıraktığını duyurdu.

Aslında Katar'ın Hamas ile uzun yıllardır süren sıkı bağları, 2017'de Suudi Arabistan, BAE ve Mısır’ın başını çektiği ve Trump yönetimi altındaki ABD’den de örtülü destek gören ablukanın nedenlerinden biriydi. Hamas lideri İsmail Heniye’nin operasyon sırasında yeri tam olarak net olmasa bile, kısa süre sonra Doha’daki yerleşkesinden kamuoyuna açık görüntü vermesi (İran Dışişleri Bakanı Hüseyin Emir Abdullahiyan ile görüşme) ve genel olarak ülkenin Hamas’la bağları, mevcut savaşın alevi bir nebze yatıştığında daha ciddi bir bölge ve uluslararası baskıyla -yeniden- karşı karşıya kalmasına neden olabilir.

Önümüzdeki süreç, İsrail'in Gazze'ye yönelik saldırganlığının şiddetine bağlı olarak şekillenecek. Filistinli sivil kayıpları arttıkça Körfez ülkeleri, İsrail'i sertçe kınamaları ve ülkeyle bağlarını tamamen koparmaları yönünde hem kendi ülkelerinde hem de Arap dünyasında giderek artan bir baskı altına girecektir.
Önümüzdeki süreç, İsrail'in Gazze'ye yönelik saldırganlığının şiddetine bağlı olarak şekillenecek. Filistinli sivil kayıpları arttıkça Körfez ülkeleri, İsrail'i sertçe kınamaları ve ülkeyle bağlarını tamamen koparmaları yönünde hem kendi ülkelerinde hem de Arap dünyasında giderek artan bir baskı altına girecektir.

BAE ve Suudi Arabistan nasıl bakıyor?

2020'de İbrahim Anlaşmaları ile İsrail'i tanıyan ilk Körfez ülkesi olan BAE ise son çatışmada, beklenebileceği üzere farklı bir duruş sergiledi. Diğer Körfez ülkelerinin aksine, 7 Ekim saldırısıyla ilgili Dışişleri Bakanlığı aracılığıyla yaptığı ilk açıklaması, İsrail'le olan bağların etkisini yansıtan, nispeten yumuşak bir tondaydı. 17 Ekim'de Gazze'deki el Ahli Arap hastanesinde meydana gelen patlama ise İsrail’e yönelik tepkilerin tonunu gözle görülür biçimde sertleştirdi ancak BAE’nin, Katar ve Suudi Arabistan’a kıyasla yine daha ‘dengeli’ bir ton tutturduğunu not etmek gerek.

Bu noktada uzun zamandır İsrail’le normalleşme konusunda üzerinde bir baskı olan ve bu doğrultuda yeşil ışıklar da yakan Suudi Arabistan’ın duruşunun mevcut çatışmadaki tutumu, ileriye yönelik birtakım işaretler vermesi bakımından hususi bir önem arz ediyor. 7 Ekim sonrası bilhassa da hastane saldırısı sonrası sert bir üslupla İsrail saldırganlığını suçlayan ülkeden, farklı yorumlanabilecek işaretler de geldi.

Krallığın istihbarat servisini 1979'dan 2001'e kadar yöneten kilit isimlerden Türki bin Faysal El Suud’un 17 Ekim’de Amerikalı bir düşünce kuruluşuyla yaptığı söyleşide, İsrail'i hem Ekim ayında Gazze'deki "ayrım gözetmeyen bombalamaları" hem de yarım asırlık işgali nedeniyle kınarken, Hamas'ı sivilleri öldürmekle suçlaması ve bunun İslam’a aykırı olduğunu söylemesi bu anlamda not edilmeli.

Hamas korkusu devam ediyor

Kamuoyunda ses getiren bu konuşmanın hemen ardından Suudilere ait haber kanalı Al Arabiya, Hamas'ın eski liderlerinden Halid Meşal ile oldukça sert bir röportaj yayınladı. Arapça kanallarda Hamas yetkililerinin neredeyse hiç maruz kalmadığı ve Meşal’i “terleten” bu röportaj, İsrail medyasında memnuniyet verici bir biçimde paylaşıldı.

Bu noktada Suudi Arabistan'ın niyetleri hakkında birkaç sonuç çıkarmak mümkün.

- İlki, bilinen bir gerçek; Hamas'ın altını oymak istiyor.

- İkincisi ve en çok merak edileni ise şu: Her ne kadar 7 Ekim’in hemen sonrasında “Suud için İsrail’le normalleşme dosyası kapandı” türünden aceleci yorumlar gelse de savaşın ilerleyen günleri bu konuda kapının tamamen kapatılmadığını okumaya müsait bir zemin hazırladı. ABD’nin son dönemde Suudilerin İsrail'le normalleşmesini sağlayacak bir anlaşma için baskı yaptığı, Riyad yönetiminin de bunun karşılığında ABD ile ciddi ve kapsamlı bir savunma anlaşması istediği, kamuoyunda bir süredir yoğun biçimde konuşulmaktaydı.

Sancılı bir süreç olacak

Suudi yönetimi, Filistinlilere yönelik simgesel jestler yapılması için baskı yapmaktan -veya kendini böyle yansıtmaktan- memnundu. Muhammed bin Selman’ın “Filistinlilerin hayatının iyileştirilmesi” konusunda ABD basınına yaptığı son açıklamalar hep bu minvaldeydi. 7 Ekim sonrasında Veliaht Prens Muhammed bin Selman, 1967 öncesi sınırları çerçevesinde bağımsız bir Filistin devleti kurulması çağrısını net bir ağızla tekrarladı. Bundan böyle İsrail'le görüşmeler eskisinden çok daha sessiz de olsa devam edebilir ancak iki taraf için de bunun bedeli artık daha yüksek olacaktır.

Önümüzdeki süreç, İsrail'in Gazze'ye yönelik saldırganlığının şiddetine bağlı olarak şekillenecek. Filistinli sivil kayıpları arttıkça Körfez ülkeleri, İsrail'i sertçe kınamaları ve ülkeyle bağlarını tamamen koparmaları yönünde hem kendi ülkelerinde hem de Arap dünyasında giderek artan bir baskı altına girecektir. Çatışma ve gerilimleri geride bırakıp kendi içlerinde ve diğer bölge ülkeleriyle “yeni bir sayfa” açan Körfez liderleri için yeniden savaş atmosferine girmek ve zorlu dengeler arasında kalmak hiç hesapta olmayan ve arzu edilmeyen sancılı bir döneme işaret ediyor…