Apo açılımının stratejik veçhesi

Halep kaşla göz arasında düşünce Suriye şehirleri bir bir devrimcilerin eline geçiverdi ve olabilecek en kısa sürede başkent de zapt edilince Suriye’deki tüm denklemler alt üst oldu. Hem de Türkiye’nin lehine olacak şekilde. Dolayısıyla güneyindeki tehditkâr siyonistan oluşumuna karşı Türk devletinin Esed’den ve Öcalan’dan ‘hayır umduğu’ uğursuz dönem bir anda geride kaldı. Şimdi güney sınırımızda PKK-YPG’ye bizim baktığımız gibi bakan ve tasfiye için planlar yapan bir Şam yönetimi varken Kürt ayrılıkçılığı en parlak döneminden en karanlık evresine geçmiş görünmekte.
Türk siyâsî tarihi şaşırtıcı beyan ve çıkışlarla epeyce renkli bir sicile sahiptir fakat çok azı MHP Lideri Devlet Bahçeli’nin 22 Ekim’de TBMM’de yaptığı konuşmadaki kadar beklenmedik olabilmiştir. Bahçeli, gürlek bir sedayla “Abdullah Öcalan Meclis'e gelsin, DEM Parti grubunda konuşsun” deyiverince bilhassa parti tabanı önce kulaklarına inanamadı, sonra da bu ilginç çıkışın mânâsı üstüne endişeli düşüncelere daldı.
Bahçeli’nin “umut hakkı” vaadi, PKK lideri Abdullah Öcalan’ı hapisten çıkartabilecek bir süreç öngörmekteydi ve fiilen bir prosedür işlemeye başladı. DEM Partili bir milletvekiline Öcalan’la İmralı’da görüş izni verilmesini ikinci bir ziyaret takip etti. Gelen mesaj olumlu havayla gayet uyumluydu. “Sayın Bahçeli'nin ve Sayın Erdoğan'ın güç verdiği yeni paradigmaya, ben de pozitif anlamda gerekli katkıyı sunacak ehil ve kararlılığa sahibim.” Bahçeli adının hassaten vurgulanması mühimdi ve bir mühimsemenin işaretiydi.
Olumlu hava Kandil’den gelen mesajla da pekişiverdi: “Kürt halkı bütün yapılarıyla ve bileşenleriyle Önder Apo’nun geliştireceği süreci esas alacaktır.” Esasında ise TUSAŞ saldırısıyla gerçek cevabını vermiş olan örgüt, eylemi resmen üstlenmeyerek kendince diplomatik bir dil kullanıyordu. Nitekim iş nispeten ciddiye binince olumlu hava bir anda dağılacaktı.
Üçüncü cephe

“Önder Apo”nun tecridinin sürdüğü gerekçesiyle sürece dâhil olmayacaklarını aşikâr eden örgüt, Apo’nun tecridinin kalkması için bir halk ayaklanması çağrısında bulunarak başka bir havadan çalmaya başladı. Dillerinin altındaki baklayı ise Duran Kalkan çıkardı: “Her şey Önder Apo’nun fiziki özgürlüğüne bağlı” dedi ve silahlı mücadelenin devamıyla ilgili olarak da “herhangi bağlayıcı, engelleyici durum yok” diye pratiğin kendilerine ait olduğunu vurgulamış oldu.
Doğrusu bu PKK’nın “Önder Apo”sunu ilk ofsayda düşürmesi, betona gömmesi değildi. Öcalan 2013 Nevruz’unda silahlı mücadelenin bittiğini ilan ededursun, PKK patronları Kobani’de devletleşme provaları yapıyor, ülke içinde de atabileceği en ileri adımı atarak kurtarılmış şehirler kazanmak hayaliyle hendek savaşlarını başlatıyordu.
Örgütün barışa sadece taktik bir araç olarak başvurduğu gerçeğini en iyi bilenlerden biri şüphesiz ki Cumhurbaşkanı Erdoğan. Bu yüzdendir ki süreci bizatihi kendisi başlatmayıp Bahçeli’nin öne çıktığı bir kurguya rıza gösterdi. Öte yandan kendisi daha temkinli ve serinkanlı bir dil kullandı. Örgütle ve tüm türevleriyle ayrılıkçı hareketle yol almanın zorluklarını ve risklerini bildiği ortadayken cevaplanması lazım gelen soru ortada öylece duruyordu: Peki ama neden?
Örgüt dağ kadroları itibarıyla neredeyse sıfırlanmışken, Irak’ın kuzeyinde Pençe-Kilit Harekâtı’yla bölgedeki terör altyapısını adım adım temizlemişken ve sızmaların önüne kesinkes geçmek üzereyken bu açılım da neyin nesiydi? Bu soru çok önemli iki cephedeki resmi ortaya koyuyor fakat hâlihazırda en fazla ehemmiyet kazanmış olan cepheyi görmezden geliyordu: Suriye’nin doğusu ve kuzeyi.
Suriye Kürtlerine nüfuz
Türk devletinin baş etmekte en çok zorlanacağı oluşum oradaydı. Bunun sebebi örgütün on binlerle ifade edilen iyi eğitilmiş ve donatılmış birlikleri değildi. Örgütün mazhar olduğu uluslararası meşruiyet ve bilhassa ABD’nin doğrudan himayesi, Türk güvenlik güçlerinin bölgeye yönelik tedbirlerini ciddi biçimde akamete uğratıyordu. Sınırlarımız boyunca kuzey hattında uzanan bir Kürt devleti planının yürürlükten kaldırılması için kantonlar arasına girmeye dönük operasyonel çabaların zorlukları bu işin ABD’yle ve yer yer Rusya’yla doğrudan çatışmaya girmekle sonuçlanabileceği gerçeğini gözler önüne seriyordu.
Üstelik Suriye iç savaşı hiç de devrimcilerin lehine ilerlemiyordu. Devrimcilerin ellerinde kala kala İdlip ve PKK kantonları arasında küçücük bölgeler kalmıştı. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı Esed’le el sıkışma tavizine rıza göstermeye mecbur eden stratejik kilitlenme işte buydu. ABD ve Rus himâyesindeki PKK güçlerine kendisi doğrudan bitirici hamleyi yapamadığından Şam yönetimiyle anlaşarak iç savaşın sona erdirilmesine paralel biçimde PKK’nın alan hâkimiyetine son verilmesi için legal ve resmî girişimlerin önü açılabilirdi.
Görüleceği üzere Suriye’de Esed açılımıyla, ülke içindeki Öcalan açılımı aynı kaygılarla tevessül edilen hamlelerdi. İkisinde de amaç, devlet ilanına ve uluslararası tanınmaya ramak kalmış PKK-YPG’nin tasfiyesini sağlayacak bir stratejik denklemin tesis edilmesiydi. Esed’in karakaşı kara gözü için değil, PKK-YPG’ye karşı ortak bir mücadelenin başka imkânı kalmadığı düşünüldüğü için böyle bir yola girilmişti.
Dolayısıyla Öcalan açılımını ülke içindeki muhtemel işlevlerinden ziyade Suriye sahasındaki zaruret algısıyla birlikte okumak daha isabetli olacaktı. Bir yandan Esed’le masaya oturup ülkesinin toprak bütünlüğü adına birlikte hareket etme imkânı yoklanırken, bir yandan da Suriye Kürtleri üstündeki nüfuzunu kullanmak üzere Öcalan sahaya sürülmek istenmiş olabilirdi.

Kürt isyanına makul bir son nokta
İşe bakın ki Halep kaşla göz arasında düşünce Suriye şehirleri bir bir devrimcilerin eline geçiverdi ve olabilecek en kısa sürede başkent de zapt edilince Suriye’deki tüm denklemler alt üst oldu. Hem de Türkiye’nin lehine olacak şekilde. Dolayısıyla güneyindeki tehditkâr Siyonistan oluşumuna karşı Türk devletinin Esed’den ve Öcalan’dan hayır umduğu uğursuz dönem bir anda geride kaldı. Şimdi güney sınırımızda PKK-YPG’ye bizim baktığımız gibi bakan ve tasfiye için planlar yapan bir Şam yönetimi varken Kürt ayrılıkçılığı en parlak döneminden en karanlık evresine geçmiş görünmekte.
Yine de Öcalan’ın hâlâ bir işlevi olabilir. O da askerî ve siyâsî olarak mağlup olmuş “Kürt” isyanına mâkul bir son nokta koymak, isyanı başlatan isim olarak Kürtleri Türk devletine itaate, sisteme katılıma çağırmak şeklinde uzlaştırıcı ve yeni isyanların potansiyelini azaltıcı mahiyette tezahür edebilir. Velakin Öcalan beklenen bu tutumu ne derece temsil edebilir, Türkiye sınırları dâhilinde ve Suriye sahasında ne derece bir tesir meydana getirebilir, bunların hepsi epeyce belirsiz hususlar ve bu da yeni açılımın iyice tavsamasına sebebiyet verebilir.