Avrupa’da göçmen düşmanlığı ve İslam karşıtlığı birbirinden besleniyor

Göçmen krizi.
Göçmen krizi.

Avrupa ülkelerine ilk yerleşen Müslüman ağırlıklı göçmen nüfusa uygulanan hatalı entegrasyon politikalarının beklenen sonucu vermemesi, göçmenler ile suç olayları-terör saldırılarının sıkça ilişkilendirilmesi, 2015 yılından beri süregelen mülteci krizinde sığınma talebinde bulunmak üzere Avrupa Birliği ülkelerine ulaşmaya çalışan kişilerin büyük bir kısmının Suriye, Irak, Somali, Afganistan, Pakistan, İran, Arnavutluk gibi Müslüman çoğunluğa sahip ülkelerden gelmesi, Avrupa’da aynı anda hem göçmenlere hem de İslam dinine karşı bir tepkiye yol açıyor. Fakat Avrupa ülkeleri, toprakları üzerinde yaşanan bütün sorunların faturasını göçmenler ve İslam dinine keserek aslında kendi hata ve gerçekleri ile yüzleşmeyi reddediyorlar.

Müslüman kurumların fişlendiği bir dijital harita hazırlayan Avusturya, Müslüman mezarlığının bile tahrip edildiği Almanya, metal uçlu sopalarla göçmen botlarını şişleyen Yunanistan, giderek daha çok cami ve Müslüman derneği kapatan Fransa...

Kötü bir korku filmini çağrıştıran bütün bu gelişmeler, dünyaya “hukuk Devleti, insan hakları ve demokrasi” konularında sıkça ders vermeye alışmış ülkelerde yaşanıyor. Avrupa’da yaşanan bütün bu trajik olayların en endişe verici tarafı ise işlenen suçların -sıkça suç bile sayılmadan- sıradanlaştırılıp İslam karşıtlığı ve göçmen düşmanlığının gün geçtikçe bir devlet politikası haline gelmesi. Peki nasıl oluyor da tarihsel, ekonomik ve siyasi sebeplerden dolayı topraklarına göç etmiş milyonlarca Müslümana kapılarını açmış, bir zamanların Eldorado’su Avrupa, bugün kapılarını göçmenlere sımsıkı kapatıp Müslümanları dışlıyor?

Göç krizinde kafasını kuma gömen AB

Aslında bugün Avrupa’da gözlemlenen İslam karşıtlığının temel neden ve sonucu, göç alan ülkelerde zamanla oluşmuş yabancı korkusu ve nefreti, bir başka deyişle “zenofobi”. İslamofobi ve zenofobi, Avrupa’da birbirlerinden beslenerek güçleniyorlar.

AB ülkeleri, ağırlıklı olarak Müslüman nüfuslu ülkelerden gelen sığınmacıların Avrupa’ya geçisini engellemek için çareyi Türkiye ile 2016 yılında bir “göçmen anlaşması” imzalamakta buldular. Özellikle Suriye iç savaşının yol açtığı insani krizin çözümünde maddi destek karşılığı sorumluluklarından kurtulacağını düşünen AB, yakın coğrafyada baş gösteren Afganistan, Ukrayna gibi yeni krizler karşısında çaresiz kaldı.

  • Türkiye 3,9 milyon göçmene ev sahipliği yaparken, geçtiğimiz yılın Kasım ayında Belarus Polonya sınırında çaresizce bekleyen 2000 kadar göçmene karşı nasıl bir yol takip edileceği, 27 AB ülkesini birbirine düşürdü. AB ülkelerinin göçmenlerin kabul edilmesi noktasında yaşadıkları anlaşmazlık ve dayanışma eksikliği, tabii ki Polonya-Belarus sınırındaki sığınma krizi ile sınırlı değil.

2018 yılında İtalya’nın 629 göçmeni taşıyan Aquarius gemisine limanlarını açmaması üzerine, Fransa’nın İtalya’yı “sorumsuzluk” ve “mide bulandırıcı bir çizgi izlemekle” suçlaması iki ülke arasında ciddi bir diplomatik krize yol açmıştı. Aynı şekilde, özellikle Brexit sonrası Manş denizi üzerinden Fransa’dan İngiltere’ye geçmeye çalışan düzensiz göçmenler, söz konusu ülkeler arasında bir türlü aşılamayan sorunlar yaratıyor.

Topraklarımızda azınlık olacağız korkusu

Mantıklı düşününce, giderek yaşlanan bir nüfusa sahip Avrupa ülkeleri için özellikle genç ve nitelikli göçmenlerin iş gücü açısından sunacakları önemli avantajlar da mevcut.

Ancak göçmenler arasında en tepki geçen kesim, kuşkusuz yetişkin, yardıma muhtaç ve niteliksiz olanlar. Özellikle pandemi dönemiyle ekonomik sorunların artış kaydettiği bir dönemde, bu kesime, topluma adaptasyon problemi yaşayan ve bu nedenle suça meyilli, devlet yardımlarına bağımlı, yerel halkın istihdam imkanlarını elinden alan kişiler gözüyle bakılıyor.

  • Aslında bütün bu düşüncelerin bir araya geldiği ve göçmen korkusunu en üst seviyelere çıkaran bir teori de mevcut. 2010 yılında aşırı sağcı Fransız yazar Renaud Camus tarafından ortaya atılan ve “Grand Remplacement” (Büyük Yer Değiştirme) adı verilen bu komplo teorisine göre Avrupalı olmayan göçmenler, göç dalgası ve yüksek doğum oranlarıyla hızla çoğalıyor. Buna karşılık beyaz Avrupalı nüfus ise düşük doğum oranlarının da etkisiyle bir süre sonra kendi topraklarında azınlık konumuna düşecek.

Bu komplo teorisi Avrupa’da güç kazanan aşırı sağ partilerinin temel fikrini oluşturuyor. Bu düşünceye göre, beyaz Avrupalı halkın yerine geçecek göçmenler aynı zamanda Avrupa’nın kültür ve medeniyeti için de tehlike teşkil ediyorlar. Bir başka deyişle, “Müslümanlar yakın gelecekte Avrupa’yı ele geçirebilir”.

Aşırı sağ söylemlerin ana akımlaşması

“Büyük Yer Değiştirme” gibi bir komplo teorisinin teşkil ettiği en büyük tehlike, bunun eskiden sadece aşırı sağa özgü bir fikirken bugün toplumun geneline yayılarak devlet politikasını da etkilemesi.

Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, 2017 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde aşırı sağcı Marine Le Pen’in başa geçmesini engellemek için halk tarafından ikinci turda seçilmişti. Ancak 5 yıllık iktidar boyunca, Macron yönetimi, İslam ve göçmenler konularında aşırı sağı aratmayacak kararlara imza attı. Hatta öyle ki katıldığı bir televizyon programında İçişleri Bakanı Gérald Darmanin, Marine Le Pen’i “İslam dinine karşı yeterince sert olmamakla” suçladı.

Ülkede yaşanan terör ve şiddet olaylarının temel sebebini doğrudan “radikal İslamcılığa” bağlayan Macron hükümeti, fanatizme karşı içlerinde “ayrılıkçı fikirlerle mücadele yasası” da olan, çok sayıda cami ve Müslüman derneğin kapatılmasıyla sonuçlanan bir dizi tedbir aldı. Müslümanların Fransız toplumuna entegrasyonunu sağlamak amacıyla, Fransa cumhuriyeti değerleriyle uyumlu bir “Fransa İslamı” ortaya çıkarma projesi sadece Fransa’da değil, bütün dünyada tartışmalara yol açıyor.

  • Her ne kadar Macron, birçok kez Fransa’nın derdinin İslam dini ile değil de radikal İslam’la olduğunun altını çizse de, “İslam dini bütün dünyada krizde” tarzı söylemler, Charlie Hebdo’ya ait Hz. Muhammed karikatürünün devlet binalarına yansıtılması gibi eylemler, Fransa’da İslam karşıtlığının bir devlet politikası haline geldiği düşüncesini güçlendirdi.

Göçmenler konusunda ise, Calais kentindeki göçmen kampının dağıtılması ve göçmen derneklerinin öncülüğünde Paris’in République Meydanı’na toplanan göçmen kampının polisin “sert müdahalesiyle” tahliyesi gibi olaylar ülkedeki göçmen karşıtlığının ulaştığı boyutu gözler önüne seriyor.

Kendi canavarını yaratan Avrupa

  • Uzmanlara göre, “Büyük Yer Değiştirme” teorisinde öne sürülen iddialar gerçekle yakından uzaktan alakası olmayan hatalı bilgilere dayanıyor. Resmi rakamlar, Fransa’da göçmen kadınlarda doğum oranının kadın başına 1.85 iken, diğer kadınlarda bu rakamın 1.86 olduğunu gösteriyor. Ayrıca, Ulusal İstatistik ve İktisadi Araştırmalar Enstitüsü (INSEE) verilerine göre, 2020 yılında, Fransa’daki 6,8 milyonluk göçmen nüfusun toplam nüfusa oranı sadece yüzde 10,2’ydi.

Terör saldırılarının altındaki sebebin “radikal İslam” olduğunu iddia eden Fransız hükümeti ise gerçek sebeplerle yüzleşmeyi reddediyor. Çoğunluğu Fransa’nın eski sömürge ülkelerinden gelerek Fransa’ya yerleşmiş, Fransa’da toplumdan soyutlanarak “gettolarda” yaşamaya mahkum edilmiş, sosyal hayatta başarı elde edemeyerek Fransa karşıtı duyguları pekişmiş nüfusun ortaya çıkardığı sorunlar, temelsiz bir şekilde yabancılar ve İslam’la bağdaştırılıyor.

Fransa’da 2005 yılında cereyan etmiş “banliyö olaylarında” bu meseleler yüzeysel bir şekilde gündeme getirilmiş, dönemin Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy olaylara karışan gençleri “Racaille” (ayaktakımı) olarak niteleyerek gerilimi tırmandırmıştı. Bugün hala emekli generallerden Macron’a “iç savaş” tehdidi uyarısı yapılıyor.

  • Fransa’nın 2011 müdahalesi sonrası Libya’da yol açtığı kaos, Afrika kıtasında giderek artan Fransa karşıtlığı, Irak, Suriye gibi ülkelerde hâlâ Fransız askerlerinin varlığı, Lafarge adlı Fransız çimento firmasının Fransız istihbaratının bilgisi dahilinde DEAŞ terör örgütünü finanse ettiğinin ortaya çıkması, ülkede yaşanan terör saldırılarını açıklayan bir başka sebep.

Kısaca başta Fransa olmak üzere Avrupa, bugün aynada kendiyle hesaplaşmaya cesaret edemiyor. Kendi yarattığı canavarı görmek istemeyen Avrupa, kendine “hayali canavarlar” üretiyor.