Ayağa kalk Beyrut!

Siyasi, ekonomik, sosyolojik, hemen her alanda büyük sıkıntılar yaşanıyorken... Canından bezmiş halk meydanlara inip protesto gösterilerine devam ediyorken... Yolsuzluk ve ihmal bir kanser gibi devleti ve bütün kurumları ele geçirmişken... 4 Ağustos günü sadece şehrin değil, bütün Lübnan’ın en büyük geçim kaynağı olan limanda gerçekleşen patlama ile Beyrut bir kez daha acılara gömüldü.
Siyasi, ekonomik, sosyolojik, hemen her alanda büyük sıkıntılar yaşanıyorken... Canından bezmiş halk meydanlara inip protesto gösterilerine devam ediyorken... Yolsuzluk ve ihmal bir kanser gibi devleti ve bütün kurumları ele geçirmişken... 4 Ağustos günü sadece şehrin değil, bütün Lübnan’ın en büyük geçim kaynağı olan limanda gerçekleşen patlama ile Beyrut bir kez daha acılara gömüldü.

1800’lü yılların başında azınlığı ifade eden Beyrut’taki Hristiyan nüfus, ilginçtir, bölgede huzursuzluk çıktıkça büyüyordu. Yine ilginçtir, bu sırada Avrupalı devletlerin Beyrut limanına yaptıkları yatırımlar da eş zamanlı olarak gelişiyordu. Buna en çarpıcı örnek, 1840 ile 1860 yılları arasında Hristiyan nüfusun üç misli artmış olmasıydı. Daha da çarpıcı olanı ise 1860 yılında kaydedilen bir ay içerisindeki iki misli artıştı. Plan tıkır tıkır işliyordu. Bu artış yüzyılın sonuna dek hız kesmeyecek ve Müslüman Beyrut kısa zamanda Hristiyanların çoğunluğu oluşturduğu bir şehire dönüşecekti.

  • Bizi bağışla
  • Tek başına ölüme terkedersek seni
  • Sıvışırsak odanın dışına
  • Ağlarsak
  • Cepheden kaçan askerler gibi
  • ...
  • Ah Beyrut!
  • Altın yürek sahibi
  • Bizi bağışla
  • Seni yakıta ve oduna çevirirsek
  • Arabın etini dişleyen anlaşmazlıklar için
  • Arap olalı beri
  • Nizar Kabbani
Beyrut, dünyaya alfabeyi hediye eden gözüpek denizcilerin, Fenikelilerin şehri.

Yunan ve Roma’yı önceleyen tarih yazımı nedeniyle gölgede kalan Fenikeliler, Akdeniz’in ilk efendileri. Lübnan’dan İspanya kıyılarına dek Akdeniz sahillerinde onlarca koloni kuran Fenikelilerin İngiltere’ye dek ulaştığı bilinir. Yunan ve Roma’nın kültür ve medeniyet adına pek çok şeyi onlardan öğrendiği de...

Bir müddet Romalıların hükmettiği şehir, 635 yılında Hz. Ömer (r.a.)’in hilâfeti sırasında Ebû Ubeyde b. Cerrâh (r.a.) tarafından fethedilir. Bu arada ilginç bir not. Emevîler zamanında İran’dan şehre göçmenler yerleştiriliyor. İslam devrinde de stratejik liman şehri özelliğini koruyan Beyrut, 1110 yılında tekrar Haçlıların eline geçer. 1187 yılında Selahaddin Eyyubi tarafından kurtarılsa da on yıl sonra tekrar Haçlılar tarafından zaptedilir. Şehir yaklaşık üç asır Haçlıların elinde kaldıktan sonra 1291 yılında Memluküler tarafından yeniden İslam topraklarına dâhil edildi.

Yavuz Sultan Selim’in 1516 yılındaki Mısır seferi ile birlikte Osmanlı hâkimiyetine giren Beyrut, bir müddet Saray tarafından atanan Dürzi Maan emirleri tarafından yönetildiyse de bu durumu suiistimal edip bağımsızlık davası gütmeleri sonucu bu hakları ellerinden alındı. Tam da Maan iktidarının bittiği sıralarda şehri ziyaret eden Evliya Çelebi, Beyrut Kalesi içinde 2600 evin yer aldığını, manastırdan camiye dönüştürülen Ulucami’de kırk elli civarında ders halkası kurulduğunu zikreder. Ayrıca 17 medrese, 8 sıbyan mektebi, 4 hamam, 7 çeşme, 300 dükkân, 40 kahvehane ve 8 ticaret hanı bulunduğunu belirterek şehrin genel çerçevesini çizer.

Misyonerler Şehre Adım Atıyor

Garabet Artin Davudyan
Garabet Artin Davudyan

Osmanlı İmparatorluğu’nun güçlü olduğu zamanlarda millet sisteminin azınlıklara tanıdığı ayrıcalıklardan sonuna dek yararlanan ve kendi içişlerinde neredeyse tamamen bağımsız bir hayat süren Hristiyanlar, Avrupalı güçlerin bölgede görünür hale gelmesiyle birlikte tıpkı Anadolu’da yaşayan Ermeni ve Rum cemaatleri gibi yavaş yavaş Osmanlı’ya karşı bağımsızlık fikriyle hareket eder hale gelir. Misyoner okullarının bu bağımsızlık meselesindeki oynadığı rolü biliyoruz. Nitekim Beyrut şehri, misyonerlerin yoğun gayretleri neticesinde Arap dünyasında Osmanlı karşıtı fikirlerin neşvünema bulduğu bir merkez hüviyetinde karşımıza çıkıyor.

1856 yılında ilan edilen Islahat Fermanı’nın Hristiyan topluma getirdiği ayrıcalıklı konum tüm Osmanlı coğrafyasında olduğu gibi Lübnan’ı da olumsuz mânâda etkiler.

Bölgede Müslüman-Hristiyan çatışmasına uygun bir zemini meydana getirir. Bu zemini kendileri için fırsat bilen Avrupalı güçler müdahil olunca Lübnan’da kanlı çatışmalar patlak verir. Aradıkları fırsatı yakalayan Avrupalı güçlerin bastırmasıyla bölgeye özerk statü tanınır ve başına da İstanbul’dan atanan Hristiyan bir yönetici getirilir.

Beyrut hariç olmak üzere az çok bugünkü Lübnan’ı kapsayan Cebel-i Lübnan sancağının başına geçen Ermeni hariciyeci Garabet Artin Davudyan tam da Avrupalıların istediği biridir. Yedi yıllık mutasarrıflığı süresince Lübnan’da bağımsız bir Hristiyan devleti kurmaya niyetlenince görevden alınır. Fakat yeni idari yapı, imparatorluğun aleyhine işlemeye başlamıştır bir kere. İşin ilginci, Davudyan daha sonra Nafia Nazırlığı yapacak ve Osmanlı’ya duyduğu nefreti Rumeli Demiryolu ihalesine attığı imzayla bir kez daha ispat edecektir.

Müslüman Beyrut'u Nasıl Kaybettik?

Osmanlı Beyrut'u
Osmanlı Beyrut'u

Avrupalılar bir taşla iki kuş birden vurmuştu. Peki, niçin? Cebel-i Lübnan, yani ülkenin dağlık kesimi Hristiyanların yoğunlukta olduğu bir bölgedir. Buraya Hristiyan bir yönetici atanmasını sağlamakla kendilerine minnettar kalacak bir yapıyı bizzat Osmanlı’nın eliyle kurmuş oluyorlardı. Fakat bir sorun vardı. Beyrut, kendi ticari çıkarları açısından çok önemli bir limandı. Hemen yanıbaşında kurulan Hristiyan özerk bölgenin tam da böyle bir başkente ihtiyacı vardı. Fakat burası Müslümanların çoğunlukta olduğu bir şehirdi. Evet, Hristiyan bir azınlık mevcuttu ancak bu yeterli değildi. Demografi değişmeliydi ve nitekim 1860 yılındaki kanlı çatışmaların diğer meyvesi kısa zamanda hasat edildi.

Osmanlı zamanında Beyrut
Osmanlı zamanında Beyrut

1800’lü yılların başında azınlığı ifade eden Beyrut’taki Hristiyan nüfus, ilginçtir, bölgede huzursuzluk çıktıkça büyüyordu. Yine ilginçtir, bu sırada Avrupalı devletlerin Beyrut limanına yaptıkları yatırımlar da eş zamanlı olarak gelişiyordu. Buna en çarpıcı örnek, 1840 ile 1860 yılları arasında Hristiyan nüfusun üç misli artmış olmasıydı. Daha da çarpıcı olanı ise 1860 yılında kaydedilen bir ay içerisindeki iki misli artıştı. Plan tıkır tıkır işliyordu. Bu artış yüzyılın sonuna dek hız kesmeyecek ve Müslüman Beyrut kısa zamanda Hristiyanların çoğunluğu oluşturduğu bir şehre dönüşecekti. Nitekim 1900 yılına gelindiğinde yüz yıl önceki manzara tamamen değişmiş, Hristiyanlar neredeyse şehir nüfusunun üçte ikisine denk bir sayıya ulaşmıştı.

Devşirilen Beyrut'tan Devşirilen Araplara

Lübnan Hristiyan yönetici elinde özerk bir idareye kavuşmuş, Müslüman Beyrut Hristiyan Beyrut’a başarıyla dönüştürülmüştü. Sırada planın ikinci aşaması vardı. Devşirilen Beyrut’u merkez yaparak bütün Arap coğrafyasını dönüştürmek...

Bu konuda anahtar kelime El Urube / Arapçılık olarak belirlendi ve zaman kaybetmeden faaliyetlere girişildi. Elbette başı çeken isimler Batılı misyonerlerin kucağında büyümüş Hristiyan Araplardı. Islahat Fermanı’nın sağladığı velud iklimde

  • ● 1866 yılında Amerikalı Protestan misyoner David Bliss’in öncülüğünde Suriye İncil Koleji,
  • ● 1875 yılında da Katolik Cizvitler tarafından Saint Joseph Üniversitesi öğrenime açıldı.
  • ● Suriye İncil Koleji, 1920 yılında bugünkü adını alacak ve Beyrut Amerikan Koleji olarak anılacaktı.

Misyoner okulları bir yandan Avrupa kültürüne meftun gençler üretirken, diğer yandan da Arapçılık fikrini Osmanlı idaresinden kurtuluş ideolojisi olarak sunan bir eğitim modeli tatbik ediyordu. Saha henüz bâkirdi, kim yatırım yaparsa o kazanacaktı ve dönem Osmanlı’nın zaten kendi içinde büyük sorunlar yaşadığı yıllardı. Misyoner teşkilatlarının maddî ve mânevî her türlü desteğini arkasına alan Hristiyan Arapların kitap ve gazete neşrine girişmeleri, ilmî ve edebî cemiyetleşme faaliyetleri, bir yandan Batı dillerinden Arapçaya eserler çevirirken diğer yandan Arap diline verdikleri önemi göstermek üzere sözlük ve ansiklopedi çalışmalarına ağırlık vermeleri Arapçılık akımının zaman içerisinde coğrafyada tutunmasını sağladı.

İki Portre

Nasif el Yazıcı
Nasif el Yazıcı
Misyonerlerin icadı Arapçılık akımının önde gelen iki ismi Beyrut kökenliydi.

1800 yılında Beyrut’un sahil köylerinden Kefrşeyma’da doğan Nasif el Yazıcı, yüz yıl öncesinde Suriye’nin Humus şehrinden Beyrut’a göç etmiş Katolik Rum asıllı bir aileye mensuptu. Dedelerinden biri Osmanlı idaresinde yazıcılık mesleğini icra ettiği için ailesi bu isimle tanındı. Beyrut’ta Amerikan misyonerleriyle temasa geçerek onlarla birlikte Şam’da Suriye Cemiyeti’ni kurdu. Butrus el Bustani’nin 1863 yılında açtığı Vatan Mektebi isimli okulda ve Amerikan misyonerlerinin Suriye İncil Koleji’nde Arap dili ve edebiyatı derslerine girdi.

Arap milliyetçiliği fikrinin ilk ortaya atan isimlerden biri olan Nasif el Yazıcı, tahmin edileceği üzere üstün Arapça bilgisini Osmanlı idaresinden kurtulma fikrine hizmet için kullandı, eserlerinde bunu dile getirdi. Misyoner okullarında ders okuturken de öğrencilerine sürekli bu yönde telkinlerde bulundu. Arap coğrafyasındaki tesirini anlamak için Albert Hourani’nin şu tespitini hatırlamak yeterli: “Neredeyse bütün 19. yüzyıl Arap yazarları doğrudan veya dolaylı şekilde onun öğrencisidir.”

Butrus el Bustani
Butrus el Bustani

Diğer isim, 1819 doğumlu Butrus el-Bustani ise Beyrut’un Dibbiye kasabasında ikamet eden Marunî bir ailenin çocuğuydu. O da tıpkı Nasif el Yazıcı gibi Beyrut’ta Amerikan misyonerleriyle tanıştı ve onların açtığı okullarda öğretmenlik yaptı. Bu arada 1848 yılından 1862 yılına dek Amerikan konsolosluğunda tercüman olarak çalıştı. 1863 yılında Vatan Mektebi isimli bir okul açtı. Gazete ve dergi yayıncılığı yanında sözlük ve ansiklopedi çalışmalarında bulundu. Bütün çalışmalarında Arapçılık fikrini öne çıkardı. Bu fikri yaymak için misyonerlerin himayesinde gizli teşkilatlara iştirak etti.

Çilesi Bitmiyor

Beyrut Amerikan Koleji 1920
Beyrut Amerikan Koleji 1920

Arapları devşirmek için Batılıların ana üssü haline getirilen Beyrut’un o gün, bu gündür çilesi bitmiyor.

● Osmanlı idaresinde yüzyıllar boyu iyi kötü geçinen, geçinmek durumunda kalan insanların 1860 yılındaki Batı patentli kanlı hesaplaşması bir yüzyıl sonra tekrar nüksetti. Şehrin sakinleri 15 yıl boyunca birbirini acımasızca boğazladı.

● İsrail işgali, Sabra ve Şatilla katliamı, başbakan dâhil pek çok insanın bombalarla paramparça oluşu...

● Siyasi, ekonomik, sosyolojik, hemen her alanda büyük sıkıntılar yaşanıyorken...

● Canından bezmiş halk meydanlara inip protesto gösterilerine devam ediyorken...

● Yolsuzluk ve ihmal bir kanser gibi devleti ve bütün kurumları ele geçirmişken...

4 Ağustos günü sadece şehrin değil, bütün Lübnan’ın en büyük geçim kaynağı olan limanda gerçekleşen patlama ile Beyrut bir kez daha acılara gömüldü. Şu ana dek açıklanan rakamlara göre en az 150’ye yakın kişi öldü, 5000 civarında da yaralı mevcut. Onlarca kişiye ise henüz ulaşılabilmiş değil. Sayılar her gün değişebilir.

Macron'un Kendine Hayrı Yok

Ve bütün bu hengâmenin içinde trajikomik bir hadise gerçekleşiyor.

Felaket sonrası şehre adımını atan ilk yabancı konuk, Fransa Cumhurbaşkanı Emanuel Macron oluyor. Macron’u karşılayan kalabalık “Yaşasın Fransa” diye ortalığı inletiyor. Macron da, hele şu sıralar Paris’in göbeğinde bile göremeyeceği bu sahne karşısında tipik Fransız horozu pozlarına bürünüp “Lübnan için yeni bir siyasi anlaşma teklif edeceğini” söylüyor.

Hele şu sözlere bakın:

  • “Yanılmayın. Burada kardeşlik ve yardım söz konusu. Çok taraflılığa ve Lübnan halkının çıkarlarına inanan Fransa rolünü oynamazsa, İranlılar, Türkler, Suudlular ve bölgedeki diğer güçler Lübnan’ın iç işlerine karışacak. Bu ülkelerden bazıları bunu Lübnan halkının aleyhine, kendi jeopolitik ve ekonomik çıkarları için yapacak."

Aynaya Bak Yeter!

Macron Mişel Avn ile
Macron Mişel Avn ile

Kendi keline merhem bulamayan, ülkesi Fransa’da bitik durumdaki Macron’a ‘Beyrut’u ayağa kaldırsın’ diye yalvaran zihniyetin ne olduğuna dair uzun boylu tahlile gerek yok. Lübnan Gümrük Genel Müdürü, 2014 yılından bu yana Beyrut Limanı'nda bulunan patlayıcı maddelerin şehir için ciddi bir tehdit oluşturduğuna dair 6 kez yargıya başvurduğunu söylüyor ve tam 2 bin 750 tonluk tehlike için koskoca devlette hiçbir yetkili kılını kıpırdatmıyor.

Ülkenin en tepesinde bulunan isim, Cumhurbaşkanı Mişel Avn’ın sözleri şaka gibi. Bu miktarda bir patlayıcının 6 sene limanda bekletilmesi kabul edilemezmiş, sorumlular her kimse bunun cezasını en ağır şekilde ödeyecekmiş. İyi de, 2016 yılında başa gelmişsin be adam! Ortada suçlu aramaya gerek yok. Aynaya bakman yeterli.

Kuklalar ile Buraya Kadar

Mişel Avn demişken, Lübnan Devleti’nin 100. kuruluş yılı vesilesiyle 31 Ağustos 2019 günü televizyonda yaptığı konuşmayı hatırladınız değil mi?

  • “Osmanlıların özellikle 1. Dünya Savaşı yıllarında Lübnanlılara uyguladığı devlet terörü, kıtlık ve zorla çalıştırma dâhil yüz binlerce kurbanla sonuçlandı. Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda Osmanlı hezimeti ve Fransız nüfuzuyla birlikte ülke tarihinde yeni bir döneme geçildi.”

Beyrut’u ve Lübnan’ı içinden çıkılmaz batağa sokan zihniyetin fotoğrafıdır bu. Kendi coğrafyasına düşman, Batılı misyonerlerin kucağında büyümüş, ipleri Macron gibi çapsızların elinde olan kuklalar ile ancak buraya kadar. Bunun ötesi yok, mümkün değil.

Mişel Avn Hizbullah'ın adayı idi
Mişel Avn Hizbullah'ın adayı idi

Hizbullah için tek kelime etmedin diyebilirsiniz. Ben de size Mişel Avn’ın Hizbullah’ın adayı olarak Cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturduğunu söylemekle yetineyim. Güya birbirine zıt görünen ama her nedense coğrafyamıza karşı sürekli birlikte hareket eden İran-Batı ittifakının Lübnan’a yansımış hali. Al birini, vur ötekine...

Güzel Beyrut’un, özüne, kendi coğrafyasının gerçeklerine dönmedikçe işi zor. Ayağa kalkacaksa gözünü elin Fransızına dikmeyi bırakacak. Önce kendisiyle, kendi değerleriyle barışık olacak. Bunu en çok biz istiyoruz.

Ayağa kalk Beyrut!

Seni gerçekten çok özledik.