“Ayasofya Yunanlılara jest olarak müze yapıldı”

Ayasofya’nın müzelik hâli aslında bizi yansıtıyor… Yani ne cami ne kilise olma durumu… Dıştan bak cami, içinde ibadet yok… Bir şey daha var cevabını aradığım; Ayasofya laikleşti de mi biz de laikleştik yoksa biz laikleştiğimiz için mi Ayasofya da laikleşti?
Ayasofya’nın müzelik hâli aslında bizi yansıtıyor… Yani ne cami ne kilise olma durumu… Dıştan bak cami, içinde ibadet yok… Bir şey daha var cevabını aradığım; Ayasofya laikleşti de mi biz de laikleştik yoksa biz laikleştiğimiz için mi Ayasofya da laikleşti?

Türkiye’nin hâkimiyeti Ayasofya’dan geçer şüphesiz. İstanbul’un fethini müteakip hemen camiye çevrilip ‘fethin bir nişanesi’ olan bu muazzam yapı maalesef 1934 yılında müzeye çevrilerek prangaya vuruldu. Biz de “Fatih” kitabının müellifi tarihçi-yazar M. Fatih Can’a sorduk bu muammayı…

Samet Tınas

Ayasofya nasıl bir yapıydı, daha sonra hangi değişikliklere sahne oldu?

Ayasofya, Türklerin
Ayasofya, Türklerin

Teferruatına girmeden ifade edecek olursak, fethedilene kadar Müslüman Türklerin “Kızılelma”sı olan Ayasofya’nın yerinde, kabul edilen görüşe nazaran ilk olarak M.S. 360’a tarihlenen bazilika tarzı ahşap çatılı bir kilise vardı. Bu bazilika da eski bir Roma tapınağı üzerine kurulmuştu.

Aralık 537’de “büyük kilise” olarak açılışından 1453’teki fethine kadar 915 sene 5 ay kilise, Mayıs 1453’ten 24 Kasım 1934’e kadar “Ayasofya Cami-i Kebîri” adıyla 481 yıl 5 ay 16 gün de cami olarak hizmet etmiş; tam 1396 sene 10 ay mabed olmuş bu yapı 1934’ten beri tabirimi mazur görün, müzelik edilmiştir.

Kılıç Hakkı

Bugünlerde çok konuşulan; “kiliselerin camiye çevrilmesi İslam’ın hoşgörüsüne uygun düşer mi” gibi itirazlara ne diyorsunuz?

Fatih Sultan Mehmed, İslam hukukuna uygun olarak, ilk olarak fethettiği beldenin en büyük mâbedini yani Ayasofya’yı fethin bir nişanesi ve şiarı olarak; kılıç hakkı denilen kurala göre camiye tebdil etmiş ve akabinde hayrat olarak da vakfetmiştir.
Fatih Sultan Mehmed, İslam hukukuna uygun olarak, ilk olarak fethettiği beldenin en büyük mâbedini yani Ayasofya’yı fethin bir nişanesi ve şiarı olarak; kılıç hakkı denilen kurala göre camiye tebdil etmiş ve akabinde hayrat olarak da vakfetmiştir.

İslam hukukunda bir gayrimüslim belde eman ile yani anlaşmayla ve savaşmadan teslim alınırsa anlaşma şartlarına uyma mecburiyeti vardır. Orada fatihler ne cana kıyabilir ne esir alabilir ne de kilise ya da havra gibi mâbedlere dokunabilirler. Fakat tersi olursa iş değişir. Bu tatbikat o günkü dünyanın harp hukuku denilen şartlarına ve mütekabiliyet esaslarına göredir ki, gayrimüslim dünyanın eman hâlinde bile İslam beldelerinde neler yaptıkları konumuz haricinde olduğu için o bahse girmiyorum.

Osmanlı geleneğine ve hukuka uygun olarak Fatih Sultan Mehmed de ilk olarak fethettiği beldenin en büyük mâbedini yani Ayasofya’yı fethin bir nişanesi ve şiarı olarak; kılıç hakkı denilen kurala göre camiye tebdil etmiş ve akabinde hayrat olarak da vakfetmiştir. Bununla beraber şehrin paganik unsurlar dışındaki Hıristiyanî asarına dokundurtmamıştır. Çemberlitaş, Gotlar sütunu, Kıztaşı gibi tepesinde heykel ve haç bulunan kaideli anıtlara el sürdürtmeyip, olduğu hâliyle muhafaza ettirmiştir. Hatta Ayasofya mozaiklerinin sıvanmayıp öylece bırakıldığı, duvarların Abdülmecid zamanındaki restorasyon sırasında kireç badanasıyla kapatıldığı şeklinde bir rivayet dahi vardır.

Ayasofya’nın kaderinde hep bir Müslüman-Türk damgası var…

Evet, bunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Hele İstanbul fethedildiğinde Ayasofya’nın hâl-i pür melâli devrin ana kaynaklarında detaylıca anlatır. Fatih mabedi ilk gördüğünde boşuna “Kisra’nın sarayında baykuş nevbet vuruyor; örümcek perdedarlık yapıyor” mealindeki meşhur beytini söylememiştir. Camiye tebdil edildikten sonra esaslı bir bakımdan geçirilen mabed, Osmanlı’nın her döneminde daimî bir hassasiyete mazhar olmuştur.

Haç Takma Sevdası Hiç Bitmedi

Biraz aktüel tartışmaya doğru gelmek istiyorum. Osmanlı zamanında da Ayasofya’nın “cami” statüsüyle ilgili herhangi bir tartışma söz konusu olmuş mudur?

Hıristiyan dünyanın 1453’ten bugüne Ayasofya özlemi hiç dinmedi ki… Özellikle Osmanlı’nın zayıf düştüğü son yüzyılında Yunanistan’ın istiklâlini elde etmesi sonrası ve Rusya’nın Ortodoks hamiliğine soyunması Osmanlı’nın başına bela oldu.

Ruslar biraz da Ortodoks dünyayı domine etmek için Ayasofya’nın kilise olmasını “Ayasofya Megali İdea” sloganıyla dava hâline getirdiler.

Bulgarlar bile “Marş marş / Çarigrad naş!” yani “Yürü yürü Ayasofya” diye marş yaptılar. Ruslarla harbe tutuştuğumuz her hengâmda fırsatçı Yunanistan fokur fokur kaynadı. Nümayişler, yerli Rumların organize bir şekilde kışkırtılmasıyla cereyan eden çete faaliyetleri, özel ayinler, yayınlar, hatta turist olarak Ayasofya’ya giren bazı Yunanlıların ve yerli Rumların Ayasofya sütun ve duvarlarını istavroz resimleri ve çirkin sloganlarla kirletmeleri vs…

Hatta 1909’da minaresiz, çan kuleli ve kubbesi haçlı dev Ayasofya resimlerinin Galata köprüsü ayaklarına asılmasına kadar varan cüretkâr hareketler görüldü.

Dostoyevski’nin de Ayasofya’nın tepesine haç takma sevdasını unutmamalı...
Dostoyevski’nin de Ayasofya’nın tepesine haç takma sevdasını unutmamalı...

Meşhur romantik Dostoyevski’nin bile Ayasofya’nın tepesine haç takma sevdasını zikretmeliyim. Fakat en fecisi mütareke yıllarında gerçekleşti. İstanbul’un işgali esnasında diğer yerler gibi Ayasofya da ağır silahlı birliklerce kuşatıldı. Maksat camiye girip bir oldubittiyle Ayasofya’yı kiliseye çevirmekti. Fakat bu arada Padişah Vahdeddin’in talimatıyla daha erken davranılarak İkinci Muhafız Alayı’ndan bir tabur Ayasofya dâhilinde konuşlandırılmıştı. Tabur komutanı Binbaşı Tevfik Bey, işgal kuvvetleri tarafından ağır baskı altına alınan Harbiye Nezareti’nin talimatına rağmen mevziini terk etmedi.

Fransız komutanın “Sen asker değil misin? Hükümetinizin talimatı var. Burayı boşaltıp bize teslim etmen gerekiyor” sözü üzerine; “Evet ben askerim ama her şeyden önce ben Türküm ve Müslümanım! Burası benim mukaddes mabedimdir. En büyük amir olan vicdanımdan aldığım emirle buraya sizi sokmayacağım! Eğer cebren girmeye çalışırsanız buradaki askerlerim ve ben hepimiz ölünceye kadar çarpışacağız ve bu ihtimâli de düşünerek camiin sütunlarına yerleştirdiğim tahrip kalıplarıyla koca mâbed, taburumuzun üzerine çökecek ve yine buraya giremeyeceksiniz!” demiş ve İşgal Kuvvetleri’ni çaresiz bırakmıştı.

Bu baskıları Cumhuriyet devrinde de görüyor muyuz?

Avrupa Konseyi 70’li yıllarda, Ayasofya'nın kilise olması için talep ve baskılarda bulunmuştur.
Avrupa Konseyi 70’li yıllarda, Ayasofya'nın kilise olması için talep ve baskılarda bulunmuştur.

Tabii ki… Daha devrin başlarında 1923’de Fener Rum Patriği vekili Amorosios, “Tevhid-i Efkâr” gazetesine beyanat vererek “Ayasofya cami olarak kaldıkça Rumlar Türkleri tel’in edecek” deme cüretini gösterebilmişti. Müteveffa Prof. Halil İnalcık 1955 yılında Münih’te katıldığı Bizantologlar Kongresi’nde bir Kardinalin ayağa kalkarak “Ayasofya’nın kubbesindeki haçın ışığı hiçbir zaman sönmeyecektir” diye haykırdığını ve salondakilerce dakikalarca ayakta alkışlandığını 2003’teki Üsküdar Sempozyumu’nda anlatmıştı. Yine 1967’de Türkiye’ye gelen Papa 6. Paul Ayasofya’yı da ziyaret etmiş ve ziyaret esnasında diplomatik nezaketi bir tarafa bırakarak kaşla göz arasında diz çöküp istavroz çıkarmış ve zemini öpmüştü. Avrupa Konseyi’nin 70’li yıllardaki Ayasofya kilise olsun talep ve baskılarını da zikretmek isterim.

Katolik Dünyasının Yağması

Katolik dünyanın Ayasofya davasına müdahil olmaya yüzü ve hakkı var mı?

Asla! Kudüs’e yollanmışlarken, İstanbullunun evine misafir olarak kabul ettiği Haçlıların, misafir olarak ağırlandıkları evi gasp ederek 1204-1261 tarihleri arasında tam elli yedi sene boyunca şehir ve şehirliyi yağma ve işkenceyle ne hâle getirdikleri tarih kitaplarının en bilindik fasıllarından biridir ve izahtan varestedir. İznikli Bizans tarihçisi Niketas Akominatos’tan küçük bir pasaj aktaralım:

  • “Dini bütün Hıristiyanların önünde ibadet ettikleri kutsal tasvirleri kırdılar, din şehitlerinin kemiklerini, adını anmaktan utanç duyduğum kötü yerlere attılar. Kurtarıcı (Hz. İsa)’nın vücudu ve kanı yerlere saçıldı. Kiliselerden kutsî şarap ve ekmek konulan kapların üzerindeki değerli taşları söktükten sonra onları içki kupası olarak kullandılar. Ayasofya’nın baştanbaşa değerli taşlardan yapılmış mihrabını kırdılar, onu da paha biçilmez diğer şeyler gibi paylaştılar. Mukaddes vazoları; mihraptan, kürsüden, kapıdan söktükleri gümüş oymaları ve altınları yüklemek için katırlarını kilisenin içine soktular. Bu hayvanların bazıları pek kaygan olan döşeme üzerine düştüklerinden, onları kılıçlarıyla delik deşik ederek mabedi kirlettiler. Gezginci zevk ve günah dükkânı bir genel kadın, patrik kürsüsüne oturtuldu; oradan açık saçık bir şarkı söyledi ve kilisenin içinde dans etti. Vahşi bir azgınlıkla bütün kadınlara ve bilhassa en faziletli ve saygı değer rahibelere tecavüz ediyorlardı…”

Balkan Paktına Karşılık Ayasofya

Gelelim müze meselesine…

Meselenin bu faslı hepsinden daha trajik… Ayasofya Camii’nin “Turnike zamanları” diyebileceğimiz bir süreç bu.

  • ● Fossati’nin sinsi gayesini yansıttığı restorasyonu,
  • ● İstanbul’un Belediye Reislerinden Cemil Paşa (Topuzlu)’nın raporları,
  • ● Bulgaristan’da toplanan “Bizans Asarını İhya Kongresi” kararları,
  • ● Amerikalı Thomas Whittemore’un Mozaik araştırmaları,
  • ● Masonların faaliyetleri ve
  • ● Cumhuriyetin Maarif Vekili Abidin Özmen’in gayretleri…

Bunlar bir tarafa size Celal Bayar’ın yakın dostu gazeteci İsmet Bozdağ’ın “Camiden Müzeye Ayasofya” başlığıyla “Vakit” gazetesinde tefrika ettiği Bayar’ın bir ifşaatını nakledeyim: “Resmî bir ziyaret için Yunanistan’a gittiğinde Yunan Başbakanı’nın kendisini karşıladığı sırada, Balkan Paktı’na kabul edilebilmemiz için Ayasofya konusunu açtığını ve halkının Anadolu macerasını unutamadığını üzgün bir şekilde ifade ederek; ‘kamuoyunu memnun edecek bir ortam doğarsa, belki bundan yararlanıp bir şeyler yapılabilir’ şeklindeki sözlerini Ankara’ya dönüşte M. Kemal’e ‘taviz istiyorlar’ diyerek anlatınca M. Kemal şu açıklamada bulunmuştu deyip naklediyor: ‘Az önce Vakıflar Umum Müdürü buradaydı. Ayasofya Camii’ni tamir edecek para bulamıyorlar. Bugünkü hâli ile de harap ve bakımsız. Hatta mezbelelik! Ayasofya’yı müze yapsak; hem harabiyetten kurtarsak hem Yunanlılara bir jest yapsak, Balkan Paktı’nı kurtarabilir miyiz? Öyleyse yapalım!’ Ve böylece Ayasofya Camii’nin müzelik fermanı verilmiş oluyor…”

Meşhur Kararname’nin sahte olduğu; M. Kemal’in bu kararnamedeki imzasının da doğru olmadığı iddiasına ne diyorsunuz?

Evet, böyle bir iddia var ve Ayasofya meselesi her gündeme geldiğinde bolca tartışılır. Ben mevzuun bu tarafına dair çok şey söyleyebilirim lakin kısa geçmek isterim. 1934 gibi M. Kemal’in her şeye her yere her meseleye hâkim olduğu bir zamanda böyle riskli, uluslararası ve ulusal mühim bir adımın ondan habersiz atılabilmesi mümkün mü? Bu tezin, sağcı Atatürkçülerin; maşerî vicdanda derin bir yara olmaya devam eden bu meselede Müslüman Türk milleti ve İslam âlemi nezdinde onu ibra etme çabalarının bir ürünü olduğunu düşünüyorum. Üstelik bu iddianın M. Kemal’e bir zaaf isnat etme gibi bir tarafı da var. Öyle ya iddiayı doğru kabul edecek olursak, kadrosu tarafından uyutulan ve kandırılan bir lider portresi ortaya çıkıyor.

Alman Profesör Karşı Çıktı

Bu karara telmihen de olsa hiç muhalif kalan herhangi bir İslam ülkesi, yetkili şahıs ya da toplumsal bir kesim veya kurum olmadı mı?

Thomas Whittemore Yunan papazlarıyla
Thomas Whittemore Yunan papazlarıyla

Oldu fakat bizden yani Türklerden veya diğer Müslümanlardan değil ne yazık ki… Thomas Whittemore’un etkilediği ve bu işin öncülüğünü yapan Maarif Vekil Abidin Özmen; Fatih’in kurduğu, Ali Kuşçuların hocalık yaptığı, İstanbul’un ilk üniversitesi kabul edilen 1453 tarihli Ayasofya Medresesi’ni de yıktırmış olan, Ekrem Hakkı Ayverdi’nin “Bizden değil” dediği, zamanın Müzeler Müdürü Aziz Ogan başkanlığında bir komisyon kurmuştu. Komisyon Ayasofya’nın müzelik sürecini başlatacak ve neticelendirecek adımlarla ilgili rapor hazırlayacaktı. Komisyon’un dokuz üyesinden biri de Alman profesör Erkhard Ungar’dı. Ungar, rapordaki camiin ibadet edilen kısmının kapatılarak Bizans Eserleri Müzesi hâline getirilmesi fikrine itiraz etmiş, mâbed kısmının aynen açık kalması gerektiğinde ısrarcı olarak mahut rapora muhalefet şerhi koymuştu. Maalesef komisyondaki Türk üyeler Ungar’ın aksine mâbedin tamamen kapatılması yönünde görüş bildirmişlerdi.

İbadete Açılsın Tartışmaları

Yakın tarihte bugünkü gibi yaşanan cami tartışmalarından bahseder misiniz?

Refet Sezgin
Refet Sezgin

1965 yılı sonlarında bu dava sağ siyasîlerce dillendirildi. Bu tarihte İzmir Senatörü Ömer Lütfi Bozcalı, Kastamonu Milletvekili İsmail Hakkı Yılanlıoğlu gibi siyasîler mevzuyu parlamentoya, basın ve halka taşıdı. Yunanistan’ın Kıbrıs tahriklerinin de etkili olduğu bu atmosferde 1965’in Devlet Bakanı Ref’et Sezgin “Ayasofya cami hâline getirilmeli” diye basına beyanat verdi. Bu beyanat üzerine Kütahya Milletvekili Kemal Kaçar ve Manisa Milletvekili Sami Binicioğlu Meclis Başkanlığı’na “Ayasofya minarelerinde ezan okunsun” önergesi verdiler. Demirel 12 Mart öncesi, partisi iktidara gelirse Ayasofya’yı cami olarak açacağını yakın arkadaşlarına açıkça, seçmenlerine de imalarla ifade etmiş hatta Fatih’in vakfiyelerini tercüme ettirmişti. Aslında bütün sağ siyasîler ara dönemler hariç bu meseleyi özellikle seçim önceleri gündemlerinde tutmuşlar fakat kuvveden fiile ya geçirmemişler ya da belli bariyerlere takılmışlardı.

Mesela 1973 yılındaki CHP-MSP koalisyonunda sağ kesimde merhum Erbakan’dan dolayı böyle bir umut ve beklenti oluşmuş; harekete geçen gazeteciler Başbakan Ecevit’e “Ayasofya’nın cami kısmını ibadete açacak mısınız?” diye sorunca; “Ayasofya’da bir takım resimler vardır; Müslümanlar resimlerin bulunduğu yerde namaz kılmazlar” cevabını vererek bu beklentiyi boşa çıkarmıştı. Yine buna benzer bir durum 1994 yılında gündeme gelince o zaman iktidarda bulunan koalisyon ortağı SHP’nin genel sekreteri Fikri Sağlar; “Ayasofya ibadete açılırsa biz de koalisyonu bozarız” diyerek o günkü beklentilere son noktayı koymuştu.

Ayasofya Laikleşti De Mi Biz Laikleştik

Ayasofya’nın camiye döneceğine inanıyor musunuz ve Ayasofya sizde bu hâliyle neler çağrıştırıyor?

Katiyetle inanıyorum. Ayasofya, cami aslına rücu edecek. Etmesi lazım. İşin vakıf mevzuatına dair teknik tarafı bir tarafa mekânın sahibi Fatih Sultan Mehmed’in çok ağır bedduası var. Orijinali Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü’nde bulunan Arapça Vakfiye’nin beddua bölümü, hassasiyet sahibi kişilerde dehşet uyandırıyor:

  • “… İşte bu benim Ayasofya vakfiyem. Kim bu Ayasofya’yı camiye dönüştüren vakfiyemi değiştirirse, bir maddesini tebdil ederse, onu iptal veya tadile koşarsa, fasit veya fasık bir teville veya herhangi bir dalavereyle Ayasofya camiinin vakıf hükmünü yürürlükten kaldırmaya kasdederse; aslını değiştirir, füruuna itiraz eder ve bunları yapanlara yol gösterirse ve hatta yardım ederse ve kanunsuz olarak onda tasarruf yapmaya kalkar, camilikten çıkarır ve sahte evrak düzenleyerek, mütevellilik hakkı gibi şeyler ister yahut onu kendi batıl defterlerine kaydeder veya yalandan kendi hesaplarına geçirirse, huzurunuzda ifade ediyorum ki, en büyük haramı işlemiş ve günahları kazanmış olur.
  • Bu sebeple, bu vakfiyeyi kim değiştirirse;
  • Allah’ın, Peygamber’in, meleklerin, bütün yöneticilerin ve dahi bütün Müslümanların ebediyen laneti onun ve onların üzerine olsun! Azapları hafiflemesin onların! Haşr gününde yüzlerine bakılmasın! Kim bunları işittikten sonra hâlâ bu değiştirme işine devam ederse, günahı onu değiştirene ait olacaktır. Allah’ın azabı onlaradır. Allah işitendir, bilendir…”

Bu beddua bence Türkiye’nin kilididir… Bir problem daha var. Şu an Ayasofya Cami-i Kebiri’nin etrafında yüzlerce alkollü eğlence mekânı var. Barlar, publar, hoteller, hosteller… Ayasofya bu bakımdan da bir kuşatma altında. Kanaatimce Ayasofya duvağını açacak, açacak da namahrem var… Mevcut hâliyle sizde neler çağrıştırıyor dediniz. Söyleyeyim: Ayasofya’nın müzelik hâli aslında bizi yansıtıyor… Yani ne cami ne kilise olma durumu… Dıştan bak cami, içinde ibadet yok… Bir şey daha var cevabını aradığım; Ayasofya laikleşti de mi biz de laikleştik yoksa biz laikleştiğimiz için mi Ayasofya da laikleşti?

  • Mehmet Fatih Can
  • M. Fatih Can Kimdir?
  • Konya’da doğdu. Tarih Bölümü’nü bitirip, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Ana Bilim Dalı’nda yüksek lisans yaptı. Tarih ve Medeniyet’in kurucu kadrosunda yer alıp, Tarih ve Düşünce dergisinin genel yayın yönetmenliğini yaptı. Yazarlık ve editörlük sürecinde muhtelif araştırmalarda ve akademik projelerde yönetmenlik yaptı. Birçok makalesi olan Can’ın üç de kitabı yayınlandı.