Baas: Ölüm ve yıkım getiren sahte bir diriliş hareketi

Suriye Baası ile Irak Baası arasında derin bir nefret ve rekabetin bulunduğunu biliyoruz. Biri Nusayri Zeki Arsuzi'nin peşinden gitti, diğeri Hristiyan Mişel Eflak'ı kendine rehber bildi. Her ikisi de neticede kendi halklarının düşmanlarıydı. Saddam ile Esed'in arasındaki amansız husumeti anlatan ilginç hikâyeler mevcut. Bunlardan birine göre, 1982 yılında Saddam Hüseyin, Arapların nazarında büyük bir hakareti ifade eden şu cümleyi Hafız Esed'in suratına haykırmış: "Üçüncü göbekten dedenin ismini anma konusunda sana meydan okuyorum, söylesene, adı neydi dedenin." Mealen "sen soysuzun tekisin" mânâsına gelen bu hakareti hem de bütün liderlerin hazır bulunduğu Arap Zirvesi toplantısında yapmış. Hafız Esed buna çok içerlemesine rağmen orada sükûnetini bozmamış. Fakat ülkesine dönünce ses sanatçısı Muvaffak Behçet'i yanına çağırtıp, Saddam'ın annesini hedef alan bir şarkı yazmasını söylemiş. Bunun üzerine "Ya Sabha" isimli o meşhur şarkı ortaya çıkmış, hem de ne çıkış, ortalığı kasıp kavurmuş. Şarkı bütün Arap dünyasında, dolayısıyla Irak'ta da kendisine hayranlar edinmiş, insanlar mırıldanmaya başlamış. Saddam küplere binmiş tabii ki. Şarkıyı hemen yasaklatmış, mırıldananlara cezalar yağdırmış. Hatta bir gün Bağdat'ta Saddam'ın annesi hatırına düzenlenen kalburüstü bir serginin açılışında bu şarkının çalındığı duyulunca o serginin ne kadar çalışanı varsa, müdüründen çaycısına herkesi tutuklatmış, tabir yerindeyse hepsine kan kusturmuş.
Amentü'yü bilirsiniz, orada iman esaslarından bahsedilirken "vel-ba'sü ba'de'l mevt" ibaresi geçer. Türkçesi: "ölümden sonra diriliş." Müslümanlar için ölümden sonra diriliş haktır, iman edilmesi gereken bir gerçektir.

Arapçada "diriliş" mânâsına gelen "el ba's" kelimesi, Arapların son yüzyılına damgasını vuran siyasi bir hareketin adı aynı zamanda. Türklerin mâlum, (ayın) harfine pek dili dönmediği için bu hareket Baas olarak yazılıp okunuyor. Arap toplumunu diriltme, yeniden ayağa kaldırma iddiasıyla ortaya çıkan bu hareketin dünden bugüne serencamına baktığımızda ise karşımıza ölüm ve yıkımdan başka bir şey çıkmıyor.
Baas'ı anlatmak üzere kaleme alınan yazıların birçoğu mühim bir gerçeği ıskalıyor. Baas'ı doğuran şartları ele almadan doğrudan hareketin başlangıç tarihine odaklanıyor. Hikâyeyi en başından ele almazsanız neler olup bittiğini tam olarak anlayamazsınız oysa.
Fransızlar Suriye’yi bölmüştü
Osmanlı cihan harbinin sonlarına doğru Filistin cephesindeki hezimetle mukadder akıbetine doğru giderken Arap bölgeleri tamamen elden çıktı. İtilaf devletlerinin coğrafyamızı kendi aralarında paylaşma planı olan Sykes-Picot anlaşması, Suriye'yi Lübnan ile birlikte Fransızlara bıraktı. Peki, Fransızlar ne yaptı? 1922 yılında manda rejimi kuran Fransızlar ilk olarak bütünlüğü yok etmeyi hedefledi ve bunun için ülkeyi;
- Büyük Lübnan
- Halep
- Şam
- Lazkiye merkezli Alevi bölgesi
- Suveyde merkezli Dürzi bölgesi ile
- Daha sonra Türkiye'ye bırakılan İskenderun özerk sancağı olarak tam 6 parçaya böldü.

Nusayriler ordu içinde kümelendi
Fransız manda yönetimi ülkeyi sosyal fay hatlarına bölmekle kalmadı, bu fay hatlarını derinleştirmek amacıyla kendi planını ustaca icraya koydu. Ülke açısından stratejik kadroları ülkenin asıl elitleri olan şehirli Sünni Arap nüfusa büyük oranda kapatıp daha ziyade Lazkiye'nin dağlarında yaşayan, sosyo ekonomik ve entellektüel açıdan belki de en geri kalmış kesim olan Arap Alevilerine, nam-ı diğer Nusayrilere açtı. Bu plan neticesinde zamanla devlet kademelerinde ve bilhassa ordu içerisinde Nusayrilerin kümelendiği bir yapı ortaya çıktı.

Baas hareketinin ilk ortaya çıkışında İskenderunlu bir Nusayri olan Zeki Arsuzi'nin varlığını ise ayrıca not edelim. Zeki Arsuzi kimdir?Baas'ın isim babası. Tipik bir Nusayri olarak Türklerden pek hazzetmez. Nitekim Hatay meselesinde Fransa'da iktidar olan komünist partinin Türk tezine sıcak bakması, Arsuzi'yi çileden çıkarır ve baba toprağı İskenderun'u terkedip Şam'a yerleşir. Şam'a yerleştikten az sonra 1940'da Arap Baas Partisi'ni kurar. Nitekim Nusayri Baası Suriye'ye hâkim olunca ideolojik olarak kökünü Arsuzi'ye yaslamış ve Mişel Eflak'ın ideolojik liderliğini reddetmiştir.
Baas'ın Arsuzi'den başka iki kurucu ismi ise Ortodoks bir Hristiyan olan Mişel Eflak ile Sünni kökenden gelen Selahaddin Bitar'dır. Bu ikili önce 1940'da Arap İhya Hareketi'ni kurmuştu, sonra Baas adını alınca Arsuzi'nin büyük tepkisiyle karşılaştılar. 1947'de ise Arsuzi'nin Baası ile birleştiler ama Arsuzi'ye hiç görev vermeyerek bir mânâda tasfiye ettiler. 1960'lı yıllarda Nusayrilerin Baas içinde etkinliği artıp Mişel Eflak geri planda kalmaya başlayınca Arsuzi, Nusayri Baası'nın ideoloğu olarak yeniden öne çıktı. 1966 darbesiyle Nusayriler ülkeye hâkim olunca Eflak tamamen tasfiye edildi ve Arsuzi'nin intikamı bir şekilde alınmış oldu.
Paris mahreçli gayrimilli milliyetçilik hareketleri
Her ne kadar çalkantılı bir ilişkileri olsa da bu üç kurucu ismin ortak özelliği, Fransa'da tahsil görmüş olmaları. Bu mânâda Baas'ın ve hatta Arap milliyetçiliğinin doğduğu yerin Paris olduğunu söylemek hiç de yanlış olmaz. Nitekim Genç Türkler bahsine göz attığımızda Türk milliyetçiliğinin neşvü nema bulduğu yerin yine Paris olduğunu görürüz.
Paris mahreçli Türk ve Arap milliyetçiliğinin ideolojik planda olsun bir ortaklığı yoktur, bakın bu dikkate değer bir konudur. Türk milliyetçiliği seküler damara sahip oluşu itibariyle Arap milliyetçiliği ile aynı damardan besleniyor görünse de sağcı bir dünya görüşünde hizalanır. Arap milliyetçiliği ise son derece keskin bir sol çizgiyi benimser. Türk ve Arapları yanlış bir ideolojik zeminde bile bir araya getirmemek üzere kurgulanmış bir durum söz konusudur.
Nitekim benzer bir ayrışmayı Baas bünyesinde görmek mümkün. Suriye Baası ile Irak Baası da ilginç bir şekilde hem coğrafyanın gerçeklerine hem de birbirlerine zıt yapılar olarak tebarüz etmiş ve aralarında isim benzerliğinden başka bir benzerlik neredeyse bulunmamıştır. Suriye gibi ancak yüzde 15'i Nusayri olan bir ülkede Baas partisi içindeki Nusayri kümelenmesi dikkat çekicidir. 1963 darbesini yapan gizli askeri komitenin 5 üyesinden 3'ü Nusayri olduğu gibi (Muhammed Umran, Salah Cedid, Hafız Esed, Ahmed El Mir ve Abdülkerim El Cündi) bu 5'li çetenin önde gelen 2 üyesi de Nusayri'dir (Salah Cedid, Hafız Esed).
Nusayri olmayan Ahmed El Mir, Hafız Esed'in yakın adamı olarak bilinir. 1967 savaşında albay rütbesiyle Golan cephesi komutanı iken o vakitler ülkenin savunma bakanı olan Hafız Esed'in talimatıyla askerlerini geri çekip Golan'ı İsrail'e peşkeş çekti, cepheyi at sırtında terk ederek Şam'a kaçtı. Bu başarısı(!) yüzünden olsa gerek, daha sonra Hafız Esed tarafından general rütbesiyle ödüllendirildi.

Baas darbesi önce kendi evlatlarını yedi
Abdülkerim El Cündi, 1966 darbesinden sonra istihbaratın başına geçmişti ve Salah Cedid'in adamıydı. Hafız Esed ile arasının iyi olmaması çok çabuk sonunu getirdi ve 1969 yılında intihar ettiği söylendi. Hafız Esed'in tasfiye metotlarından biri de buydu, kendisine muhalif olanı öldürtür, medyada intihar ettiği haberi çıkardı.
Muhammed Umran bir Nusayri idi ama diğer arkadaşlarından daha erken koptu, 1963 darbesinden sonra sivil kanat ile işbirliği ona başbakan yardımcılığı ve savunma bakanlığını getirdi ama 1966 darbesinde karşı safta olduğu için tasfiye edilip hapse atıldı. 1967 savaşındaki mağlubiyet sonrası serbest bırakılınca hemen Lübnan'a kaçtı. Fakat yine de 1972'de Lübnan'daki evinin önünde infaz edilmekten kurtulamadı.
Gelelim Salah Cedid'e... 1966 darbesinin tartışmasız lideri, ülkeyi 1970'e dek mutlak mânâda yöneten isim oldu. Radikal bir solcuydu, ülkeyi de radikal bir solcu gibi yönetip SSCB ile ilişkiler kurdu, toprak reformu gibi icraatlarda bulundu. Resmi olarak herhangi bir unvanı yoktu, devlet başkanı, başbakan vs. değildi ama Baas partisi genel sekreter yardımcısı sıfatıyla ülkeyi fiilen yönetti. Irak Baası ile ayrılık onun zamanında başladı ve derinleşti. 1970 yılındaki Kara Eylül hadisesinde Suriye'deki FKÖ birliklerini Ürdün'e gönderince uzun zamandır iktidarı ele geçirmek için can atan Hafız Esed'e aradığı fırsatı sunmuş oldu. Esed-Cedid restleşmesini Esed kazandı ve Cedid 1993'teki ölümüne dek kalacağı Mezze hapishanesini boyladı.
Cedid, darbeyi yaptığında ordunun neredeyse tek hâkimiydi. Nusayri bir kimliğe bürünen ordunun kendisine sadık kalacağına inanıyordu. Darbe sonrası Esed'i savunma bakanı olarak ataması ve askeriyeden elini eteğini çekip sosyalist icraatlara fazla kafa yorması kendi sonunu getirdi. Esed, ordu içinde kendi hâkimiyetini kurmuş, ipleri eline almıştı. Zaten Golan çekilişiyle hem İsrail'in güvenini kazanmış hem de mağlubiyetin faturasını ülkenin lideri Cedid'e ihale ederek rakibinin kuyusunu çoktan kazmıştı.
Nusayrilerin elinde acımasız bir iktidar makinası

Esed'in iktidara gelişiyle Suriye'deki Nusayri hâkimiyeti doruk noktasına ulaştı. Baas partisi, Nusayrilerin elinde önüne geleni biçen acımasız bir iktidar makinasına dönüştü. 1966 darbesinin öne çıkan isimlerinden Dürzi subay Selim Hatum, Nusayrilerin niyetini pek çabuk anlamış ve aynı yıl bir darbeyle Nusayrileri tasfiye etmek için harekete geçmişti. Ülkenin fiili lideri Salah Cedid'i geçici olarak ele geçirse de Nusayrilerin kontrolündeki ordunun tazyikine fazla dayanamayıp kaçtı ve Ürdün'e iltica etti. Orada Cedid ve Esed liderliğindeki yeni rejimin Nusayri karakterini bir basın toplantısı düzenleyerek eleştirdi, bunların ülkeyi bir iç savaşa sürüklediğini söyledi:
"Suriye'deki vaziyet şu: Salah Cedid ve Hafız Esed ile onların yanındaki grupların hüküm sürdüğü mezhepçi-aşiretçi ruh gittikçe büyüyor. Ülke iç savaş tehdidi altında. Devletin ve bütün kurumların mühim mevkileri Suriye halkının belli bir kesimine sunulmuş durumda. Suriyeli bir askere hür subayların nerede olduğu sorulsa, cevap onların görevden alınıp sürüldüğü, yerlerine sadece Alevi subayların getirildiği şeklinde olacaktır. Alevi subaylar devlete ve orduya değil sadece kendi aşiretlerine bağlıdır. Onların derdi, Salah Cedid ile Hafız Esed'in korunmasıdır."
Ürdün'e iltica etmek sizce Selim Hatum'u kurtarmış mıdır peki? Elbette hayır. Aradan bir yıl geçmeden Nusayri rejimin kirli eli Hatum'a uzanır ve ona suikast düzenler.
Suriye ve Irak dirilmedi, ölümlerden ölüm beğendi
Sünni Suriye'de Baas azınlık Nusayrilerin eline verilmişken, Şii nüfusun ağırlıkta olduğu Irak'ta ise Sünni Tikritlilerin ağırlığı göze çarpar. 1968 yılında darbeyle Irak'ta iktidara gelen Baas partisinin Devrim Komuta Konseyi'ni oluşturan 9 isimden 4'ü Tikritli Sünni olduğu gibi iktidarın en mühim 2 ismi Tikritli Ahmet Hasan el Bekir ile kuzeni Saddam Hüseyin'dir.

Suriye'nin Nusayri Baası vardı, Irak'ın ise Sünni görünümlü dinsiz Baası. Baas yani Türkçesiyle "Diriliş" partisi Suriye ve Irak'ı yeniden diriltip ayağa kaldırmak şöyle dursun, her iki ülkeye de ölümlerden ölüm beğendirdi. Suriye'de Hama, Irak'ta Halepçe katliamı işlendi. En sonunda Nusayri rejimin katlettiği Dürzi subay Selim Hatum'un dediği gerçekleşti. Suriye tam 13 yıl bir iç savaşa sürüklenerek 1 milyon evladını kurban verdi, milyonlarcasını uzaklara gönderdi, ülke taş üstünde taş kalmayan bir harabeye dönüştü.
Saddam'ın Irakı ise İran ile sekiz yıl savaştıktan sonra akıllanmayıp Kuveyt'e saldırdı, bunun neticesinde 1991 ve 2003 yıllarında ABD liderliğindeki Batı koalisyonu tarafından yıkıma uğratıldı. Seneler süren yaptırımlar ve yoksulluk yetmemiş gibi 2003 yılındaki Amerikan işgaliyle ülkede iktidarı ele geçiren mezhepçi Şiiler, ABD askeriyle birlikte milyonlarca sivil Sünni'yi adeta biçmeye koyuldu.
Saddam-Esed: Düşman kardeşler
Suriye Baası ile Irak Baası arasında derin bir nefret ve rekabetin bulunduğunu biliyoruz. Biri Nusayri Zeki Arsuzi'nin peşinden gitti, diğeri Hristiyan Mişel Eflak'ı kendine rehber bildi. Her ikisi de neticede kendi halklarının düşmanlarıydı.

Saddam ile Esed'in arasındaki amansız husumeti anlatan ilginç hikâyeler mevcut. Bunlardan birine göre, 1982 yılında Saddam Hüseyin, Arapların nazarında büyük bir hakareti ifade eden şu cümleyi Hafız Esed'in suratına haykırmış: "Üçüncü göbekten dedenin ismini anma konusunda sana meydan okuyorum, söylesene, adı neydi dedenin". Mealen "sen soysuzun tekisin" mânâsına gelen bu hakareti hem de bütün liderlerin hazır bulunduğu Arap Zirvesi toplantısında yapmış. Hafız Esed buna çok içerlemesine rağmen orada sükûnetini bozmamış. Fakat ülkesine dönünce ses sanatçısı Muvaffak Behçet'i yanına çağırtıp, Saddam'ın annesini hedef alan bir şarkı yazmasını söylemiş.
Bunun üzerine "Ya Sabha" isimli o meşhur şarkı ortaya çıkmış, hem de ne çıkış, ortalığı kasıp kavurmuş. Şarkı bütün Arap dünyasında, dolayısıyla Irak'ta da kendisine hayranlar edinmiş, insanlar mırıldanmaya başlamış. Saddam küplere binmiş tabii ki. Şarkıyı hemen yasaklatmış, mırıldananlara cezalar yağdırmış. Hatta bir gün Bağdat'ta Saddam'ın annesi hatırına düzenlenen kalburüstü bir serginin açılışında bu şarkının çalındığı duyulunca o serginin ne kadar çalışanı varsa, müdüründen çaycısına herkesi tutuklatmış, tabir yerindeyse hepsine kan kusturmuş.

Bu yaşananlar bir şekilde Hafız Esed'in kulağına gidince zevkten dört köşe olmuş. Televizyon müdürünü çağırtmış, "Ya Sabha" şarkısının her vesileyle ekranda yayınlanmasını istemiş. Şarkı o kadar yayınlanmış ki ses sanatçısı Muvaffak Behçet, Suriye'nin en ünlü simalarından biri haline gelmiş, kendi ifadesiyle sokakta onu fark eden herkes ismiyle değil de "Ya Sabha" diyerek hitap etmeye başlamış.
- Suriye'nin Nusayri Baası vardı, Irak'ın ise Sünni görünümlü dinsiz Baası. Baas yani Türkçesiyle "Diriliş" partisi Suriye ve Irak'ı yeniden diriltip ayağa kaldırmak şöyle dursun, her iki ülkeye de ölümlerden ölüm beğendirdi. Suriye'de Hama, Irak'ta Halepçe katliamı işlendi. En sonunda Nusayri rejimin katlettiği Dürzi subay Selim Hatum'un dediği gerçekleşti. Suriye tam 13 yıl bir iç savaşa sürüklenerek 1 milyon evladını kurban verdi, milyonlarcasını uzaklara gönderdi, ülke taş üstünde taş kalmayan bir harabeye dönüştü.
