Beteri mi seçelim, beterin beterini mi?

Necip Fazıl Kısakürek.
Necip Fazıl Kısakürek.

Üstadım Necip Fazıl’a

Yepyeni bir dünyanın eşiğindeyken biz neredeyiz, anlamıyoruz; daha vahimi, biz kimiz ve bu hâl neyin nesi, bilmiyoruz. Ama habire ahkâm kesip duruyoruz. Hâlbuki bizim vazifemiz üçüncü yolu açmak. yahudi efendisiz bir yol... Üstü örtülen, saklanan, varlığı reddedilen o üçüncü yolu arayıp bulmak. Tahrip edilmişse tamir etmek yahut tırnaklarımızla kazıya kazıya yeniden açmak; akabinde de yola koyulmak. Bilfiil ortadan kaldırıldığı hâlde bilkuvve varlığını sürdüren İslâm Âlemi değil sadece, bütün bir insanlık bizi bekliyor.

Lisanımızı elimizden aldılar; beraberinde ahlâkımızı, hissiyatımızı, fikriyatımızı, muhâkememizi, muhasebemizi, müşahedemizi, muvazenemizi, münasebet anlayışımızı ve mücadele azmimizi de. Ve daha nicelerini. Hülâsa bizi biz yapan her ne var idiyse her birini tarumar ettiler ve biz oyalanalım diye yerlerine sahtesini, koftisini, telmaşasını, çakmasını, hatta çürüğünü, en iyi ihtimâlle de protezini koydular; oyalanalım ve birbirimizi avutalım, hatta kandıralım diye.

Kavmiyetlerinin meziyeti o büyük hilekârlıklarıyla şahsiyetimizi, zâtiyetimizi ve cemiyetimizi elimizden alanlar, bu büyük dümenlerini bir asırdır bihakkın sürdürmekteler; elbette aramızdan çıkan sahte kahramanların medetleriyle. Kendi kahramanları sahtenin önde gideni ya.

İçimizden çıkan ve aramızdayken bizdenmiş gibi görünen, bizim gibi giyinip bizim gibi konuşan ve hatta bizim gibi ibadet eden o hâinlerin ihaneti ve tatlı dilleri, her ne duymak istiyorsak onları nutuklarından eksik etmemeleri, bizi avutup bugünlere getirdi. Biz de bu dümene kandık ve o şarlatanları kahramanımız belledik.

Say say bitmez.

Ekserimiz tarihin bu en büyük üçkâğıdına inanmaya bile başladı şimdilerde. Dedelerinin darağacında nâhak yere şehadetlerini unutarak üstelik. Devir menfaat devriydi ya. Her birimiz elimize neyi geçiriyorsak onu araklamayı marifet bildik. Asıl cukkayı, başımızdaki kuklaları başımıza geçiren kuklacıların götürdüğünü görmeden; göremeden. Görmek istemeden. Görenlerin gözlerini çıkararak.

Devir üstünden devir geçmede ve bu devran dönmede. Değirmenin suyu bizim kanımız, değirmende öğütülen bizim çocuklarımız. Yok edilen istikbâlimiz, yağmalanan tarihimiz.

Dört bir yanımız put

Bizse dört bir yanımızı putlarla doldurduk. Putlarla ve ölmüş bir ‘tanrı’nın resimleriyle. Hâlbuki ne sarakaya sardığımız Mekkeli müşriklerin bu kadar putu vardı, ne de dünyanın en fazla tanrısına sahip Hindular’ın. Batılda en batılları bile geçtik ama kendimizi hâlâ haktan yana zannetmedeyiz.

Yılda bir kere bir dakikalığına o ‘ölü tanrıya ibadet’e mecbur bırakıldık; senelerce. Devletimizi yıkan, hilâfetimizi ilga eden, elifbamızı elimizden alıp gâvurunkini bize kakalayan, mizanımızı bozan, nizamımızı yerle yeksan eden, âlimlerimizi şehid eden Türk ve İslâm düşmanı o ölü tanrı, bütün bu emsalsiz tahrifatını ve mikyassız tahribatını o kadar ileri götürdü ki artık bütün o intikam yeminlerimizi bozduk. Onun önünde saf tuttuk.

Öyle.

Heyhat, şimdilerde ekserimiz candan gönüllü bu ibadete. Daha düne kadar yasak savuştururcasına tapar gibi yaptığımız o tanrıya şimdiki gençlerin neredeyse hepsi sahiden inanıyor. Zümrüdüanka’ya, Kafdağı’na, hatta cinlere ve perilere inanmayan gençlerimiz, bunlardan bin beter ahmakça masallara “tarih” diye inanıyor; o masallarda anlatılan palavraları tarihin hakikatleri diye belliyor.

Tam bir asırdır bize tarih diye belletilen şeyler ya serapa yalan veya en iyi ihtimâlle kırpık hakikatler.

“İnanmıyorum bana öğretilen tarihe”

Tasavvur edelim lütfen, tarladaki hasat edilmemiş buğday başkadır, hasattan sonraki buğday başka. Biçerdöverden geçtikten sonra çuvallanan buğday taneleri ile değirmende öğütüldükten sonraki buğday, birbirlerine ne miktarda benzer? Ya içine üç-beş şey katılıp karıldıktan ve yoğrulup hamur hâline getirildikten sonra? Peki, o hamurun şekil verilmiş ve pişirilmiş hâli ile hasadı bekleyen o ilk hâli bir ve aynı mıdır?

Bu misâle muvafık bir şekilde, birçok hakikat gibi tarih de böyledir: kırpılmaya gelmez. Başka bir ifadeyle tarihi kırptığınızda ve o kırpıntıların içlerinden bazı münasip öğeleri cımbızla çekip bir kazan dolusu yalanın içine boca edip akabinde de iyice kardıktan sonra pişirdiğiniz palavradan aşı, tarih diye tesmiye ettiğinizde, içindeki birkaç mazi hakikatinin yüzü suyu hürmetine bütün o yalan kazanı hakikat hüviyetine bürünmüyor.

Sadece yakın tarihinden mi,

- bütün tarihinden tamamen koparılmış,

- omurgasızlaştırılmış,

- şahsiyetsizleştirilmiş,

- zatiyetsizleştirilmiş,

- cemiyetsizleştirilmiş,

- kültürsüzleştirilmiş,

- ahlâksızlaştırılmış,

- inançsızlaştırılmış ve hatta

- dinsizleştirilmiş, üstelik

- dilsizleştirilmiş bir güruh hüviyetiyle, bizi kurda teslim etmekle vazifeli başımızdaki çobanların güdümünde bir berzahın eşiğindeyiz; bir asır evvelkinden beter bir hâlde üstelik. Çünkü o vakitler, doğru, maddeten çok daha zayıftık ama mânevî bakımdan biz hâlâ bizdik. Hakka Hakk, bâtıla bâtıl demeyi bihakkın biliyorduk ve yeri geldiğindeyse bâtılın suratına bâıllığını haykıracak kadar izzeti nefse hâlâ sahiptik.

Peki, ya şimdilerde böyle mi? Doğruya doğru, şimdilerde maddeten çok daha kuvvetliyiz ama ya mânen?

Manevi ölüler memleketi

Artık bir mâneviyatımızın varlığından bahsedebilir miyiz? Neye göre ve hangi şeye nisbetle böyle bir iddiada bulunabileceğiz? En basitinden soralım: Biz hâlâ Türk müyüz? Aramızdaki bütün farklı neseplerin, boyların, soyların ve hatta kavimlerin hercümerciyle mevcudumuzdaki bu hamuleye hâlâ Türk diyebilir miyiz? Biz öyle desek bile aslında mânevi nesebimize ne mikyasta yakınız?

Yoksa Türk iddiasını da, ispatını da bir asır evvel bizi ademe mahkûm edenlere kaptırdığımızın ayırdında mıyız?

Peki, biz Müslüman mıyız? Bu suâle cevabımız müspetse şu ek suâli nasıl cevaplandıracağız? Biz Müslüman isek o hâlde mübarek hadisteki gibi kendimizi niçin bir bedenin azalarından biri gibi addetmiyoruz da Gazze’nin emsalsiz acısını paylaşmıyoruz? Bu bahiste niçin elin gâvuru kadar hassasiyet gösteremiyoruz?

Niçin?

Yepyeni bir dünyanın eşiğindeyken biz neredeyiz, anlamıyoruz; daha vahimi, biz kimiz ve bu hâl neyin nesi, bilmiyoruz. Ama habire ahkâm kesip duruyoruz.

Üçüncü yolun imkân ve ihtimâli

İçinde inlerin, cinlerin, perilerin, sultanların, şehzadelerin, asma bahçelerinin, Zümrüdüanka’nın, Kafdağı’nın bulunduğu masallardaki gibi önümüzde iki yol var: Ya başlarımızda bizden birilerinin varolduğuna inanarak ama eskisinden bin beter bir ‘gizli yahudi’ esareti altında yaşama yolunu seçeceğiz veya başımızda gene yahudiler bulunduğu hâlde, üstelik onlar fildişinden de beyaz kulelerinde tanrıcılık oynamaya devam ederken biz hayvani hazların tadını çıkarmayı yaşamak belleme yoluna sürükleneceğiz. Yani ya bizden görünen yahudilere ve kuklalarına gönüllü kölelik edeceğiz veya hiç göremeyeceğimiz, dünya çapına teşmil beynelmilel bir avuç yahudiye kulluk edeceğiz.

Bizim vazifemiz üçüncü yolu açmak.

Üstü örtülen, saklanan, varlığı reddedilen o üçüncü yolu arayıp bulmak. Tahrip edilmişse tamir etmek yahut tırnaklarımızla kazıya kazıya yeniden açmak; akabinde de yola koyulmak.

Bilfiil ortadan kaldırıldığı hâlde bilkuvve varlığını sürdüren İslâm Âlemi değil sadece, bütün bir insanlık bizi bekliyor!