Birkaç saatliğine de olsa Trablus -2-

Çok fazla vaktimiz yok, hemen ayaküstü bir plan yapıyoruz ve düşüyoruz yola.
Çok fazla vaktimiz yok, hemen ayaküstü bir plan yapıyoruz ve düşüyoruz yola.

Trablus nüfusunun neredeyse tamamı Sünni Müslüman. Şehrin ekseriyeti Anadolu, Balkan, Kafkas kökenli köklü ailelerden oluşuyor. Ailelerin soy isimleri, Afyoni, İzmirli, İstanbuli, Harputi, Kemankeş, Sultan, Maraşlı, Kıbrısi, Giritli gibi kulağımıza hoş gelen isimler. Trablus’un yeni seçilen belediye başkanı da yine Anadolu kökenli bir aileden geliyormuş.

Şimdilik teğet geçtiğimiz Beyrut’u yavaş yavaş geride bırakarak sahil şeridi boyunca kuzeye doğru ilerliyoruz. Trafik oldukça yoğun. Araç sayısının çok fazla olduğunu söyleyebiliriz. Bilboardlardaki, bina cephelerindeki, totemlerdeki neredeyse tüm reklamlar araç üzerine. Araç reklamlarını konut reklamları takip ediyor. Sonrasında tatil beldelerine yönelik reklamlar var. Beyrut’un yaşlı ve yaralı beton binalarına tanık oluyoruz sık sık. Binalardaki daire sahiplerinin balkonlarına gerilmiş bezlerle hem güneşten korunuyor hem de mahremiyet hassasiyetini gözetiyor olmalılar. Sağımızda bir araba, solumuzda bir araba, üç şeritlik yola beş şerit oluşturmuş durumdayız. Kıpırdayamıyoruz. Zaman zaman hareketleniyor trafik, birkaç metre sonra duruyoruz. Belki bir, bir buçuk saat sürecek yolu belli ki iki kat sürede alacağız. Mahmut pencereyi indiriyor, bir sigara daha yakıyor. Şapkası, güneş gözlüğü, sakalı, uzunca bıyığı, gözlüğünün yan tarafından gördüğüm sürekli ufak bakmaktan, yol gözlemekten kısılmış gözleriyle dünyanın en karizmatik adamıyla beraber olduğumuzu düşünüyorum ister istemez.

40 yıl evvel gelmişler Filistin’den Lübnan’a. Babasını İsrail askerleri vurmuş. Etyaf’ın marşları dönüp dururken ‘bir gün döneceğim memleketime’ diyor. İşte tam bu esnada Mahmut’un önündeki arabaya, yola filan bakmaktan öte gözlerini ufka, hedefine yöneltmiş olduğunu fark ediyorum. Gözlerinin neden kısık olduğu da ortaya çıkıyor böylece. Göz pınarlarında bir gözyaşı damlası duruyor sanki. O gözyaşını akıtmamak için büyük bir savaş veriyor gibi. Bu onu daha da güçlü kılıyor olmalı. Uzunca bir nefes daha çekiyor sigarasından. Trafik açılıyor neyse ki. Mahmut arabayı sağa doğru çekiyor. Birkaç şişe soğuk su alıyor arabaya. ‘Kahve ister misiniz’ diye soruyor, ’ben alırım’ diyorum, soru tonuyla ‘espresso’ diyor, ‘kısa olsun’ diyorum, neden bilmem ama mutlu oluyor. Peynirli kruvasan diye tarifleyebileceğim bir şey de ikram ediyor. Kahveyi tek seferde içince bir gülümseme daha bırakıyor yıpranmış arabanın içine. Gülüyoruz. Etyaf’ın sesini biraz daha açıyor. Direksiyonu tuttuğu parmakları marşın ritmini yakalıyor.

Baştan ayağa Kudüs olup devam ediyoruz yola. Dağa doğru tırmanan teleferikler var görüyoruz. Sağımız dağ, solumuz Akdeniz. Hareketli bir ülke Lübnan. Dinamik bir nüfusa sahip. Ülkenin eskimiş bir görüntüsü var. Tatilciler, oteller arasından geçerek rahatlamış trafikte bir Akdeniz klasiği yaşıyoruz. Zaman zaman şehir girişlerinde kontrol noktalarından, ağır silahlı askerlerin üzerimize bıraktığı bakışları da yüklenerek geçiyoruz. Trablus şehir meydanına gelince sağa çekiyor arabayı Mahmut. Banka şubeleri, zırhlı askeri araçlar, kalabalık arasında bekliyoruz bir müddet. Bir korna sesiyle, yanımıza gelen bir aracı takip ederek uygun bir park alanına geçiyoruz. Arabadan inince anlıyorum yolun yorgunluğunu. Zaher Sultan isimli bir arkadaşımız karşılıyor bizi burada. Türkiye’de eczacılık okumuş. Türkçesi çok iyi. Baba mesleği olan eczacılığı Trablus’ta bir eczacılık firmasında icra ediyor Zaher. Trablus’un köklü ailelerinden Sultanizadelerdenmiş. Hükümet meydanı ve saat kulesinin bulunduğu alandaki büyük ve tarihi bina dedelerininmiş. Türkiye ile irtibatlı. Sivil toplum kuruluşlarımızın, elçiliğimizin zaman zaman destek istediği isimlerden biri.

Çok fazla vaktimiz yok, hemen ayaküstü bir plan yapıyoruz ve düşüyoruz yola. Trablus’un 400 bin civarında bir nüfusu olduğu düşünülüyor. Düşünülüyor diyorum, zira 1935 yılından beri nüfus sayımı yapılmamış ülkede. Bunun siyasi, sosyolojik hatta psikolojik birçok sebebi var. Ülkenin üzerine bina edildiği varsayımlara dayalı ve dondurulmuş nüfusu ülkenin hemen her şeyi anlamına geliyor. Ne kastettiğimi seyahatnamenin ilerleyen bölümlerinden ayrı bir bölüm halinde izah etmeye çalışacağım. Trablus nüfusunun neredeyse tamamı Sünni Müslüman. Şehrin ekseriyeti Anadolu, Balkan, Kafkas kökenli köklü ailelerden oluşuyor. Ailelerin soy isimleri, Afyoni, İzmirli, İstanbuli, Harputi, Kemankeş, Sultan, Maraşlı, Kıbrısi, Giritli gibi kulağımıza hoş gelen isimler. Trablus’un yeni seçilen belediye başkanı da yine Anadolu kökenli bir aileden geliyormuş. Şehrin en eski camisi olan Mansur-ul Kebîr Camii’nin kapısından avluya adımımızı atar atmaz hemen sağ tarafta oturan biriyle tanıştırıyor bizi Zaher. ‘Biz bunlara muhacir’ deriz diyor. Giritliymiş meğer.

Masmavi gözleriyle bize bakarak ellerini göğe kaldırıyor. Hepimiz ona eşlik ediyoruz. Fatih Sultan Mehmet Han’dan, Yavuz Sultan Selim’e, Abdülhamit Han’a ve son olarak Recep Tayyip Erdoğan’a kadar bir silsileyi tek tek zikrederek dua ediyor ve Fatiha istiyor. Fatihaların bitiminde daha ellerimizi henüz yüzümüze götürmüşken karşıdan bastonuna yaslanarak bize doğru yürüyen baştan ayağa tebessümden müteşekkil yaşlıca bir amcaya yöneliyoruz. İsmi Muhammed Ali çelebi imiş. İTÜ’nün ilk Arap menşeli öğrencisiymiş. Rahmetli Necmeddin Erbakan ile birlikte öğrencilik yapmış. Bize onu anlatıyor. Türkiye’yi soruyor. Selam söylüyor herkese. Müsaade istiyor sonra bizden, yine bastonuna yaslanarak ağır ağır süzülüyor avludan. Trablus’un bu kadim camisinde abdest ve namaz nasip oluyor bize. Tarihe yaslanıp çok elif miktarı susuyoruz. Sustukça ve durup düşündükçe her şeyin ama her şeyin farkına varıyoruz. Mahmutpaşa’daymışız gibi dolaştığımız tarihi çarşı, restore edilen hamamlar, hala çalışmakta olan hanlar, camiler, mescitler, mezar taşları arasında kayboluyoruz sonra. Yüzümüzü nereye dönsek biz varız.

Osmanlı sonrası şehre gelen Fransızların ve sonrasında tarihlerinden koparak istikametsiz bir biçimde şehri yönetmeye talip olanların tarihi yapıya müdahil olarak, tarihi dokuyu yalnızlaştırıp, kendi mimari tarzlarını şehre empoze etmelerine de tanık ediyoruz aynı zamanda. Biliyorum, şimdi kuracağım cümle size belki bir miktar tuhaf gelecek ama ‘esnafımızla çay içiyoruz’. Av malzemeleri satan bir dükkânın önünden geçerken ‘bakın bu arkadaşımız İzmirli ailesinden‘ diyor Zaher. Selam veriyoruz. Bizi içeriye davet ediyorlar. İçeride anne ve babası varmış. Annesi taze toplanmış yeşillikleri ayıklamakla meşgul. Babası iniyor hemen yanımıza. Halasından dinlediği İzmir sokaklarındaki çocuk oyunlarına dair birkaç şey anlatmaya çalışıyor bize. Bir yandan anlatıyor bir yandan da elini sallıyor sürekli ‘hey gidi’ der gibi. Trablus’ta bulunduğumuz süre boyunca tanığı olduğumuz her bir hikâye alıp memleketimize götürüyor bizi. Bir Harput’a bir Maraş’a bir İstanbul’a bir İzmir’e uğruyoruz anlatılanlarla. Masal gibi her şey. Ama iki hikâye var ki; çok özel. Bir dahaki sayıda da inşallah onlarla başlamış olayım yazıma…

-devam edecek-