Çerkes sabunu, Alzheimer ve Beyrut

Trablus’tan Beyrut’a doğru seyrimiz bu defa daha hızlı.
Trablus’tan Beyrut’a doğru seyrimiz bu defa daha hızlı.

Mahmut amcanın ailesi iki asırdan bu yana Trablus’taymış. El-Şerkes (Çerkes) marka sabunlar üretiyor. İtinayla saklanmış küçük bir kâğıt çıkarıyor bize göstermek için. Kâğıtta ‘Sakarya’ yazıyor. ‘Bizimkiler’ diyor, ‘buradalarmış’. Parçalanmış Çerkes aileleri gerçeğiyle yüzleşiyoruz.

Trablus’ta çarşı içerisinde bir o sokağa, bir bu yokuşa derken bir handa bulduk kendimizi. Sabuncu Han burası. Zaher, bizi, hemen bir üst katta sabun imalatı ile meşgul olan biriyle tanıştırmak istediğini söylüyor. Eski hanın ortası göçmüş merdiven basamaklarından ağır ağır yukarıya çıkıyoruz.

Karanlık bir ortam burası. Dışarının sıcaklığına rağmen taş duvarlar bize serin bir ortam ikram ediyor. Sabun kokuları arasından bir selam bırakıyoruz imalathaneye. Selamımız hemen karşılık buluyor. Mahmut amcanın ailesi iki asırdan bu yana Trablus’taymış. El-Şerkes (Çerkes) marka sabunlar üretiyor. Sabunun imalat sürecini işine olan tutkusunu da hissettirerek anlatıyor.

Mahmut amcanın yüz çizgilerinde, bakışlarında, ellerinde iki asırda yaşanmış sürgünden yalnızlığa, savaşların yorgunluğundan özleme kadar hemen her şeyi görebiliyoruz. İtinayla saklanmış küçük bir kâğıt çıkarıyor bize göstermek için. Kâğıtta ‘Sakarya’ yazıyor. ‘Bizimkiler’ diyor, ‘buradalarmış’. Dalıp gidiyor, hüzünleniyor. Tarihin seyri içerisinde parçalanmış Çerkes aileleri gerçeğiyle yüzleşiyoruz.

2015-2018 yılları arasında Lübnan’da vazife yapan büyükelçimiz Çağatay Erciyes de ziyaret etmiş Mahmut amcanın işyerini. Ona dair fotoğrafları da büyük bir mutlulukla paylaşıyor bizimle. Türkçe bilmiyor Mahmut amca ama kızının Türkçe öğrendiğini, Türkçe şarkılar söylediğini filan anlatıyor, mutlu oluyor, yüzü gülüyor.

Kendimizi yeniden Trablus sokaklarına bırakıyoruz. Çarşıdan, eski binaların arasından geçerek vardığımız Tel Meydanında geniş bir alanın önünde duruyoruz bu sefer. Zaher, bu meydanda Osmanlı döneminin hükümet sarayının bulunduğunu ama Arap dünyasını etkisi altına alan Arap milliyetçiliğinin de etkisiyle yıkıldığını anlatıyor. Bu alana bir otopark yapımı gündemdeyken 2015 yılında Trablus Tarihi Eserleri Koruma Komitesinin ön ayak olmasıyla, Trablus Belediye Meclisi’nin Trablus Valiliği başkanlığında oy birliği ile bir karar aldığını, bu karar neticesinde bu meydanda eskiden var olan hükümet sarayının yeniden yapımı hususunda Türkiye hükümetine büyükelçiliğimiz vasıtasıyla müracaatta bulunulmuş. Trabluslular, “ümidimiz Türkiye bu sesimize, bu sevgimize, müşterek tarihi mirasımıza sahip çıkarak oraya bir kültür sarayı yapılmasına karar vermesidir. Bu kararın en kısa sürede alınmasını temenni ediyoruz. 100 yıllık bir kopukluk yaşandıktan sonra biz şimdi 21. yüzyılda bu simgeyi yeniden oraya bir daha dikmek için çaba harcıyoruz” diyorlar. Aradan geçen bunca zaman sonrasında henüz akıbeti belli olmamış taleplerinin.

Zaher, vakit darlığından ötürü şehri gezme hususunda ancak bu kadar yardımcı olabildiğini söylüyor. Birkaç saatliğine de olsa Trablus’u çok iyi anlamamıza sebep olduğu için kendisine müteşekkir olduğumuzu söylüyoruz. Vaktimiz gerçekten o kadar daralmış durumda ki, Zaher’in yemek davetini geri çeviriyoruz. Akşam olmak üzere, Beyrut’a dönmek durumundayız, henüz bir şeyler yemedik, yorgun bir gece sonrasında bayram sabahına uyanacağız, Sadakataşı Derneğinin kurbanlarının kesim işleri koordine edilecek. Zaher buraya kadar gelmişken hiç olmadı tatlılarımızdan ikram edelim size diyor ve kolumuza girerek bizi ‘Hallab 1881’ isimli tarihi bir tatlıcıya götürüyor. O güzel tatlılardan yiyor, Lübnan’ın meşhur Jallab’ından yudumluyor ve muhabbete devam ediyoruz.

İşte böyle, Bir Anadolu, bir Balkan şehri gibi dolaştığımız Trablus’tan böyle güzel hikâyelere tanıklık ederek ayrılıyoruz.

Trablus’tan Beyrut’a doğru seyrimiz bu defa daha hızlı. Arabada yine ‘Etyaf’ çalıyor. Beyrut’a vardığımızda Mahmut bizi bir restorana götürüyor. Türkler de sever burayı diyor. Kebap isimleri, Urfalı, Antepli, Halepli. Lübnan yemekleri hakkında fazla detaya girmeden şu kadarını ifade etmekle yetinmiş olayım. Lübnan mutfağı, bizim Güneydoğumuz, Akdeniz/Ege ve Arap mutfağının bir karışımından oluşuyor. Gerisini varın siz düşünün.

Otele geçince farkına varıyoruz yorgunluğumuzun. Uyku düşerken göz kapaklarıma, gözlerimin önünde tarihi bir tablo şeklinde Trablus var, henüz göremediğim Beyrut’a dair şarkılar Julia Boutros, Majida el Roumi, Umeyme el Khalil ve elbette Feyruz’un sesi ve Marcel Khalife’nin udu eşliğinde dönüp duruyor fonda, Osmanlı’nın son Osmanlı valisi Hüseyin Kazım Kadri bindiği gemiden Beyrut’a el sallıyor sonra.

Böylece uyanıyorum bayrama. E bu da fena bir şey değil hani.

-devam edecek-