Değer skalasında ‘tapu’ birinci sırada

Atasından miras kalmış arsasını müteahhite kat karşılığı verecek olan vatandaş, masaya oturulduğunda ölçüsüz, ödünsüz, elindeki değerin satın alma gücüne bakmaksızın, kendince hayattan bütün alacaklarını bu arsa üzerinden almaya çalışır. Deprem ülkesiyiz, çok hızlı kentsel dönüşüme ihtiyacımız var. Kentsel dönüşümü gereken hızda yapamamamızın nedenlerinden birisi bu davranış biçimidir.
Atasından miras kalmış arsasını müteahhite kat karşılığı verecek olan vatandaş, masaya oturulduğunda ölçüsüz, ödünsüz, elindeki değerin satın alma gücüne bakmaksızın, kendince hayattan bütün alacaklarını bu arsa üzerinden almaya çalışır. Deprem ülkesiyiz, çok hızlı kentsel dönüşüme ihtiyacımız var. Kentsel dönüşümü gereken hızda yapamamamızın nedenlerinden birisi bu davranış biçimidir.

Faizlerin düşürülerek inşaat sektörünün hareketlenmesi, onu besleyen yüz elliye yakın sektörün krizi de düşünülerek yapıldı elbette. Fakat bu çözüm palyatiftir. Görece olarak sektörde belli bir süre hareketlenme olabilir ama çok uzun sürmez. Fonu kullanacak olanlar gelirlerini arttırmak zorunda ki ödemelerini yapabilsin. Peki, bu nasıl olacak? Bir fon kullanıldığında, fonlama maliyetini, enflasyon kaybını ve kârını üretemiyorsa doğru bir kullanım diyebilir miyiz?

Pandemi sebebiyle üç aydır durgunlaşan ülke ekonomisi, son günlerde düşük faizli konut kredileriyle hareketlilik yaşıyor.

Konutta faiz oranları yüzde 0.56-0.70’lere kadar düşürüldü. Bu oranların tarihin en düşük faiz oranı olduğu söyleniyor. Faiz oranlarının düşmesi sadece konut ihtiyacı olana hitap etmiyor elbette. Birçok insan bu avantajlardan faydalanma telaşesinde. Bir kısmı, hülle yoluyla kredi alarak borcunu kapatma, bir kısmı krediyi alıp altına-dövize yatırma, bir kısmı krediyle bir ev alıp şu kira illetinden kurtulma, bir kısmı da yatırım amaçlı tapu sahibi olma derdiyle tüm ülke canhıraş bir şekilde, toplama-çıkartma yapıyor.

  • Geçmiş tecrübelerimize bakıldığında bu fonlama belli bir canlanma getirse de, amacına hizmet etmeyeceğini söylemek çok zor olmasa gerek. Şayet kriz dönemlerinde bir fon oluşturabiliyorsak, bu fonların önceliğinin yatırım ve üretim olması gerektiğini düşünenlerdenim ki, yatırımın ve üretimin sonunda, elde edilecek olan kârla pekâlâ herhangi bir fon kullanmaya ihtiyaç duyulmadan araç da, ev de alınabilir.

Faizlerin düşürülerek inşaat sektörünün hareketlenmesi, onu besleyen yüz elliye yakın sektörün krizi de düşünülerek yapıldı elbette. Fakat bu çözüm palyatiftir. Görece olarak sektörde belli bir süre hareketlenme olabilir ama çok uzun sürmez. Fonu kullanacak olanlar gelirlerini arttırmak zorunda ki ödemelerini yapabilsin. Peki, bu nasıl olacak? Bir fon kullanıldığında, fonlama maliyetini, enflasyon kaybını ve kârını üretemiyorsa doğru bir kullanım diyebilir miyiz?

Akıl Tutulması Yaşıyoruz

Burada bir döngü var ve biz hangisini tercih etmeliyiz? Fonu araç ve konut için kullanırsak, faiz yükünden dolayı maliyetimiz artacak, kısa bir dönem için inşaat sektörü nefes alacak, henüz yerli üretim aracımız olmadığı için araç ithal edeceğiz. Şayet bu fonu yatırım ve üretim için kullanırsak, istihdamı arttırır, enflasyonu düşürür, işsizliği azaltır, kâra geçeriz. Ne yazık ki mevzu “tapu” olunca akıl tutulması yaşamak genlerimizde var. Gözümüz kararıyor, bir ömür kredi ödemeyi dahi göze alabiliyoruz. Sonra da “Diş verdin aş vermedin, aş verdin diş vermedin’’ diye Allah’a yakarıyoruz.

Türk milletinin tapu ile kurmuş olduğu ilişkiyi biraz sığaya çektiğimizde, önümüze ilginç tablolar çıkıyor. Tapu sahibi olmak adına; katlanılan özveri, ilkelerin ve hakkın askıya alınması, hatta ve hatta canı pahasına verilen mücadele akıl kârı değil. Kışın kar yağmıştır, komşu iki arazinin ortasındaki çiti devirmiştir. Baharda arazi sahipleri devrilen çiti yerine dikmek için arazide bir araya gelir. Gelin görün ki çitin yeri hakkında inatlaşırlar, 10 cm ileri, 10 cm beri tartışması sonunda mutabakata varılamayınca silahların konuşması, her iki aileden birer kişinin hayatını kaybetmesi az rastlanılmayan hadiseler. Buna benzer ihtilaflardan dolayı her yıl onlarca can kaybının yaşandığı bir ülkemiz var.

Mukaddes Tapu

Bir değer skalası oluşturacak olsak “Tapu’’ birinci sırada gelir.
Bir değer skalası oluşturacak olsak “Tapu’’ birinci sırada gelir.

Atasından miras kalmış arsasını müteahhite kat karşılığı verecek olan vatandaş, masaya oturulduğunda ölçüsüz, ödünsüz, elindeki değerin satın alma gücüne bakmaksızın, kendince hayattan bütün alacaklarını bu arsa üzerinden almaya çalışır. Deprem ülkesiyiz, çok hızlı kentsel dönüşüme ihtiyacımız var. Kentsel dönüşümü gereken hızda yapamamamızın nedenlerinden birisi bu davranış biçimidir. Nihayetinde vatandaş bir tapuya sahiptir, onunla ilişkisi mutlaktır. Bir değer skalası oluşturacak olsak “Tapu’’ birinci sırada gelir.

Tapuya verilen değer bu kadar mukaddes olunca, onunla kurmuş olduğumuz bu ilişki biçimi üretim biçimimizi de olumsuz olarak etkiliyor elbette. Yaptığımız ilk tasarrufu hemen tapuya yatırmayı planlamamız bundan. Gayrı menkul üretmez, ama değer de kaybetmez nihayetinde. Üretme becerisi olmayan, ki rehberlik yapılmazsa birçok insan nasıl üretime geçeceğini bilemez, kazandığı paranın erimemesi adına gayrı menkul alır.

Ölümüne Toprak

Tapuya bu kadar değer atfetmemizin arka planındaki gerekçeler haklı olsa da, asıl sorun, önceliği ve sahip olma biçimi.

Türk göçebe topluluklarının yerleşik düzene geçme kararı, toprağa ölümüne sahip olma isteğini ortaya çıkardı. Göç etmek zorunda kalan toplulukların, barınma ve ikamet sorunları için devletten de ümitleri yoksa sahip olunacak toprak, değerlerin en yüksekleri arasına kendiliğinden girmiş oluyor. İstanbul’un bu kadar hoyratça yapılanması üzerine 90’lı yıllarda Attila İlhan’ın “Anadolu insanı Osmanlı’dan intikamını alıyor” sözü belki de yabana atılacak cinsten değil.

İnsanlık olarak son 30 yıla birkaç asır sığdırdık neredeyse. Bugünlerde de geleceğin insanı ve ekonomisi tartışılıyor. Her açıdan (insanî, vicdanî, felsefî, iktisadî) düşünce yapımızı değiştirmedikçe, daha iyiye değil daha kötüye gidiş olacağını kestirebiliriz. Birey ve ülke olarak kendi kendine yeter duruma gelmek çıtaysa, burada sorgulamamız gereken hususlar var. Bugüne kadar toprakla ne şekilde bir ilişki kurduk? Bundan sonra nasıl bir ilişki kurmalıyız? Üretim biçimi ve tercihlerimiz nelerdi? Bundan sonra nasıl olmalı? Tüketim tarzımız nasıldı? Bundan sonra nasıl olmalı?

Sadık Yarimize Sadık Olmadık

Toprağın bizim sahibimiz olduğunu unutarak, bu toprakların sahibi olduğumuzu iddia ettik.
Toprağın bizim sahibimiz olduğunu unutarak, bu toprakların sahibi olduğumuzu iddia ettik.

Toprakla kurduğumuz ilişki mesela, mutlak sahibi olalım, ama nasıl davrandığımızın önemi olmasın, kimseye hesap vermeyelim dedik. “Sadık yârimiz” derken de öldükten sonra bağrında yatmayı kastettik. Toprağın bizim sahibimiz olduğunu unutarak, bu toprakların sahibi olduğumuzu iddia ettik. Fazla ürün versin diye gübre yerine zehir attık, verimli arazilerin üstüne beton döktük. Sadık yârimize sadık olamadık kısaca.

Üretim biçimimiz de toprağa yaklaşımımızdan çok farklı olmadı. Fabrikalar, Organize Sanayi Bölgeleri kuralım dedik ve de kurduk. Ne yazık ki buralardaki, mekanik, elektrik, elektronik tüm makine ve motorları ithal ettik. Üretim yaptığımızı zannettik, hâlbuki fasonculuk yaptık. Günün sonunda elde ettiğimiz kârın yüzde 80-90 oranındaki aslan payını makinelere ödemek zorunda kaldık.

Tüketim biçimimiz zaten içler acısı. Çok basit ifade ile ürettiğimizden fazla tükettik. İhtiyaç veya lüks demeden ürettiğimizden fazla kredi kullandık. Bu da her geçen gün borç batağı içinde debelenmemize sebep oldu. Krizler krizleri doğurdu.

Daha Fazla Kazanma Şansımız Var

“Sorunlarımızı, onlara yol açan düşünce tarzımızı kullanarak çözemeyiz” diyor Einstein. Sorun çözme alışkanlıklarımızı aynı şekilde devam ettirirsek ileride daha büyük sorunlar çözmek zorunda kalacağımızı şimdiden görmek mümkün. Şimdi bu düşük faiz imkânlarıyla ev veya araba almak cazip gelebilir.

  • Sonuçta bu kadar küçük finansmanlarla fabrika kuramayabilir, katma değeri yüksek ürünler üretemeyebiliriz. İşte burada bakış açımızı değiştirmemiz ve sorunları yaratan düşünce tarzımızdan kurtulmamız şart.
Ürettiğimizin iki, üç katını üreterek daha fazla kazanma şansımız, birlikte hareket etmekten geçiyor.

Topraklarımızı birleştirerek yolunu, suyunu, elektriğini birlikte götürüp, birlikte işletmenin yollarını aramalıyız. Küçük sermayelerimizi bir araya getirerek, fabrika ve sanayi donatacak fabrikalar kurmalıyız. Kültürel olarak güçlerimizi birleştirme, kolektif iş yapma alışkanlığı çok zayıf bir toplum olduğumuz doğru. Bunun çaresini de devletin güvencesiyle aşabiliriz. Devlet bu teşekküllerin güvencesini vererek sembolik ortağı olursa, yönetiminde bulunacağı için an be an denetlenmiş olur. Bu şekilde geçmişteki acı kooperatif tecrübelerimizi de yaşamamış oluruz. Böyle olunca, birey olarak da ülke olarak da ürettiğimizden fazlasını tüketmemiş oluruz. En ufak krizlerde yalpalamayıp ayakta kalmamızın yolu birlikte hareket etmekten geçiyor.