“Dilimin Döndüğü Kadar Sustum” Ne demektir?

Nuri Pakdil.
Nuri Pakdil.

Dilinin döndüğü kadar konuşmak vaziyetindeki insanın bu hak ve imkânını terkederek dilinin döndüğü kadar susmayı tercihi, aslında yanında-yakınında hakkıyla muhabbet edebileceği, kendisini dinleyen ve kendisini dinleyebileceği bir kişinin dahi kalmaması, dolayısıyla da o kişinin, bir tek kendisiyle konuşmak mecburiyetinde kalması demek. İnsan, hayvanı nâtık: konuşmadan edemeyen canlı. Dinlenilmediğini, anlaşılmadığını, anlaşılmamak için her türlü gayretin gösterildiğini gören ve bütün umudu kırılan kişinin, kendi içine yönelerek, dilinin döndüğü kadar kendi kendisiyle konuşarak zatını hem tedavi etmesi, hem de umut tazeleyerek tekraren insana teveccühü...

Mürsel Sönmez’e

Yazık ki bazı insanlar gibi bazı sözler de zamane zıpçıktılıkları muamelesine maruz bırakılıyor. Yahut şuur iptali maksatlı, ancak sığ Batılılar’ın itibar göstereceği Budacı zırvalarla bir tutuluyor. Bu nevi sözlerin şöhretleri ayyuka çıksa da kıymetleri hakkıyla takdir edilmiyor; anlaşılmıyor çünkü. Zamanımızda anlamak, istasyondan yeni kalkmış bir katar.

Anlamak acı çekmek demek çünkü; yerine göre ıstırap, hatta çile. Hele o anlaşılacak şey insanın kendisiyle alâkalıysa. Her şeye talibiz ama anlamaya asla. Bilmenin mesuliyetsizliği varken.

Öte yandan hakiki bir manâ yüklü ve asliyeti icabı tesir kudreti barındıran her hakikat, kendi nüfuzunu muhatabına tevcih edebildiği için bir şekilde böylesi sözlere kayıtsız da kalamıyoruz. Kalpten gelen sözün kendine mahsus kudreti... O takdirde de ekseri yapılan şey, tahfif. Anlayamıyorsak küçültemez miyiz yani!

Bir tezad ifadesi mi?

Kanaatime göre Nuri Pakdil merhuma ait ve ağızlarda geviş getirile getirile asliyetinin üzeri örtülmek için adeta yarışılan “Dilimin döndüğü kadar sustum.” cümlesi de bu minvaldeki mücevherlerden. Hatta içindeki aleni tezaddan hareketle “Ne var ki bunda! Ben böyle lâflardan her gün kaç tane söylüyom.” muamelesine maruz bırakılan bu sözün üzerinde yeterince durulduğunu söyleyemeyiz. Çünkü bu tespit, bir yandan Nuri Pakdil’in edebiyat anlayışını, dili istimal kabûlünü ve ifade tarzını özleştiriyor, öbür yandan bilfiil tatbik ettiği ve acı acı tecrübe ettiği insanlarla ilişkisini resmediyor. Ve kendisiyle ilişkisini. Bir ömür Edebiyat Dergisi’ni sırtlanmış, yazarlığı kadar editörlüğüyle de mahir, etrafında nice insanı toplamış, üstelik davasını devrimcilikle tavsif ve tesmiye etmiş birinin, durduk yerde inzivaya çekilip yıllarca sadece iki-üç kişiyle konuşması, alelâde bir küskünlükle izahı gayrı kabil. Demek ki dünyevi ve alelâde bir hayal kırıklığının çok ötesiyle imtihan edilmiş.

İşte bu söz de yıllar sürmüş bu imtihanın hissi ahvalini özleştirmekte.

İşte burası, öbürlerinden çok daha mühim işin asıl veçhesi. Bir türlü anlaşılmak istenmeyen, üzeri örtülmeye çalışılan: İnsan susarken dili dönmezken ve insanın dilinin dönmesi için illâ ki tekellümü şartken, bir kişi dilinin döndüğü kadar sustuğunu söylüyorsa aslında neyi ifade ediyor? Zahiren biteviye sustuğunu ama batınen habire konuştuğunu.

Etrafında konuşacak kimsesi kalmamış biri kiminle, ne konuşabilir ki!

Sanatkarane yapayalnızlık

Bilmem ki hasseten işarete hacet var mı? Nuri Pakdil, her hakiki sanatkâr kadar yalnız biri. İnsanın varoluş mükellefiyetinin bütün kıvrımlarını ruhunda hissetmenin mesuliyetiyle mücehhez, farkettikçe zenginleşen, zenginleştikçe incelen ve inceldikçe de yalnızlaşan, modern zamanlarda yaşadığı ve moderniteye iliklerine kadar sirayet ettiği hâlde zehirli tesirlerinden kendisini muhafaza edebilmiş mümin bir kul. Etrafındakilerin sığlıklarını bin türlü hilekârlıkla örtmeyi maharet belledikleri bir vasatta yalnızlığını en can yakıcı bir tarzda hissetmemesi kabil miydi? Doğrusu bunun kaçarı yok.

Sanata, üstelik de hakiki sanata talipseniz, bir vakit sonrasında yolunuzun patikalara çıkması kaçınılmaz. Üstelik sanatınızı davanıza katık eylemişseniz bile. Tiksinirsiniz bulvarlardan. Sonra caddelerden ve sokaklardan da. Akabinde de ıssız dağbaşlarına, ovalara ve plâtolara meyledersiniz. Hatta sanatkârlar, en çok da öbür sanatkârların yanında yalnız kalır.

İyi ama Nuri Pakdil, kendine mahsus bir yazar olmanın ötesinde aynı zamanda bir yayıncıydı hani? Ve bir dava adamı. Bir dava güden biri, nasıl yalnız olabilir; hatta nasıl yalnız kalabilir? Tıpkı Necip Fazıl gibi, tıpkı Sezai Karakoç gibi elbette Nuri Pakdil de aslen bir yalnızdı ve belki de Namık Kemal’e kadar kendinden önceki bütün dava adamlığına soyunan edebiyatçılar gibi o da davayı yalnızlıktan kurtulmak için değil, içindeki yalnızlığı çoğaltmak için tercih etmişti.

İçindeki yalnızlığı çoğaltmak...

Ucuz şairlerin beylik mısraı muamelesiyle yaklaşmamalıyız bu ifadeye. Tasavvura, tahayyüle ve mümkün mertebe tecrübeye gayret etmeliyiz. Belki o zaman, meselâ kendini, kendi içindeki karanlığa hapseden Abdülhak Hamid’in zıddına, bu tavrı bir miktar teneffüs edebiliriz. İçindeki karanlığa ve dışındaki şehvete.

İçerideki cam kırıkları

Modern insandaki yalnızlığın zıddına hakiki yalnızlık, bir hâlden, üstelik mecburi bir hâlden çok, bir histir. Derin ve sarsıcı bir his. Batıran veya kurtaran. Ve bu hissin müsebbibi dışarıdaki şartlar değil, içerideki âlemdir: çıplak ayakla adım atılmasını imkânsızlaştıran cam kırıklarından beter hayal kırıklıkları.

Dışarısı böylesine zulmete garkolmuşsa yegâne çare içeride bir nur peydah gayreti değil mi? Sözün kudretinden medet umarak. Bütün o cam kırıklarına rağmen üstelik. Ve hatta o cam kırıklarından istifadeyle.

Dilinin döndüğü kadar konuşmak vaziyetindeki insanın bu hak ve imkânını terkederek dilinin döndüğü kadar susmayı tercihi, aslında yanında-yakınında hakkıyla muhabbet edebileceği, kendisini dinleyen ve kendisini dinleyebileceği bir kişinin dahi kalmaması, dolayısıyla da o kişinin, bir tek kendisiyle konuşmak mecburiyetinde kalması demek. İnsan, hayvanı nâtık: konuşmadan edemeyen canlı. Dinlenilmediğini, anlaşılmadığını, anlaşılmamak için her türlü gayretin gösterildiğini gören ve bütün umudu kırılan kişinin, kendi içine yönelerek, dilinin döndüğü kadar kendi kendisiyle konuşarak zatını hem tedavi etmesi, hem de umut tazeleyerek tekraren insana teveccühü...

Demek ki Nuri Pakdil’in burada telmih ettiği yalnızlık, insan ilişkileri yüzünden mecbur kalınan bir yalnızlık değil, doğuştan beraberimizde getirdiğimiz ve bir ömür his ve idrak etmemek için biteviye gayret ettiğimiz, insaniyetimizin icabı yapayalnızlık. Etrafındakilere rağmen insan yalnız doğan, yalnız yaşayan ve yapayalnız ölen bir varlık. Ömür, işte bu yalnızlığı, şu veya bu şekilde tahfif gayretinden ibaret. Yaşamak bir bir tahfif tesellisi aramak demek.

Biz yalnızlığa mecbur edilmiş ve hatta mahkûm bırakılmış varlıklarız; ötekiler en çok teselliden ibaret: anne-baba, karı-koca, çoluk-çocuk ve bilumum ahbap. Aslen yalnızız ve bu yalnızlığımıza tesellinin dışındaki yegâne şifa, yalnızlığımızın acziyetiyle Yaradan’a sığınmaktan ibaret. Bir tek dili döndüğü kadar susanlar Rabb’iyle konuşur çünkü.

Zaten yazmak, edebi manâda yazmak, yazarın dilinin döndüğü kadar susması manâsına da gelmiyor mu? Susması, yani dilinin döndüğü kadar okuruyla değil, kendi kendisiyle muhabbeti... Ve nasibinde varsa Rabb’iyle.

Merhum Nuri Pakdil bu sözüyle işte o muhabbete işaret etmede.