Dilimizin hâlleri evimizin hâlleri

dinimiz İslam’ın belirlediği bir kelime varlığımız, muhayyilemiz ve istiâre (metafor) havuzumuz, imlâ ve telaffuz sistemimiz var ve Türkçemiz bunların hulasası.
dinimiz İslam’ın belirlediği bir kelime varlığımız, muhayyilemiz ve istiâre (metafor) havuzumuz, imlâ ve telaffuz sistemimiz var ve Türkçemiz bunların hulasası.

Türkçenin zayıfladığına, irtifa kaybettiğine, başka dillerin hâkimiyeti altına girdiğine dair kısır döngü haline gelmiş tartışmalara girmektense işte çözüm diyorum. Gazetesi, dergisi, televizyonu, interneti ile basının dilini edebî olan ile yazar ve şairlerin dili ile yeniden buluşturmalıyız. Ne zamandır hemen her ortamda birçok akademisyenin, siyasetçinin şikâyet ettiği yabancı kelimelerle süslü tabelaları, imlası ve telaffuzu bize ait olmayan yeni ürünleri, dizileri, şarkıları tartışmakla bir yere varamayız, varamayacağız. Dil konusu ders kitapları ile sınırlı olmadığı gibi ders kitapları ile de çözülecek bir husus değildir.

“Dil varlığın evidir” Martin Heidegger

Okuryazarlar olarak değişmeyen tartışma konularımızdan biri dil davasıdır, Türkçenin kullanılışıdır. Dil tarihçilerinin söylediklerine itimat edecek olursak Türkler, benimsedikleri din ve medeniyet dairesine uyum sağlamak için ne lâzımsa yapmışlar. Bunun içinde alfabe değişikliği önemli yer tutuyor. Hâkim kültür ne ise, hemen onu benimsemişiz. Bu bir zaafı mı yoksa uyum kabiliyetini mi gösterir; ayrıca tartışılmaya değer doğrusu. Benimsenen alfabeyi öğrenmek, onunla eser vermek gibi hususlardaki becerimiz de ayırt edeci bir özelliğimiz.

En önemli tesir, islam’dan

Türkçenin kullanımı denilince akla gelen diğer husus, dilin konuşmada ve yazıda aldığı şekildir. Bu husus Türklerin benimsedikleri din, yaşadıkları kültür çevresi, dil özelinde diğer dil ve kültürlerle yaptığı alış verişi de ilgilendiriyor.

Refik Halid
Refik Halid

Biz Anadolu Türkleri için söylememiz gerekirse Türkçenin kelime hazinesini, cümle yapısını, mecaz sistemini, zihniyetini belirleyen en önemli tesirin dinimizden, İslamiyet’ten geldiğini söylemeliyiz. Benimsenen veya benimsenmek istenen medeniyet dairesinin kültür değişikliği yapacağı nasıl âşikâr ise; bu değişikliğin bir çatışma ortamı doğuracağı da o kadar âşikârdır. Tanzimat’tan beri yaşadığımız süreç bunu gösteriyor.

Yakup Kadri
Yakup Kadri

Özetle, dinimiz İslam’ın belirlediği bir kelime varlığımız, muhayyilemiz ve istiâre (metafor) havuzumuz, imlâ ve telaffuz sistemimiz var ve Türkçemiz bunların hulasası. Biz ilmî, edebî eserleri, resmî yazışmaları, şarkıları, türküleri, masalları, halk hikâyelerini hep bu dil ile meydana getirdik. Bu dil ile üzüldük, sevindik, öfkelendik, ilendik.

Dilin değişimi edipler üzerinden

Biraz önce medeniyet dairesinin dilimizi, kültürümüzü belirlediğini söyledik. Türkçenin kurucu metinleri; Yunus Emre, Sultan Veled, Süleyman Çelebi gibi şairler ve mutasavvıf fikir adamları tarafından yazılmıştır. Bu zemin, varlığını Batı tarzı hayat ve anlayışın benimsendiği Tanzimat sonrası üretilen edebî ve ilmî birikimde de değişmemiştir.

Dilin, Türkçenin edebî eserlerde kullanılması ile ilgili bir yazıya buradan başlamanın bir sebebi var.

Peyami Safa
Peyami Safa

Çünkü günümüzde de aynı zemin üzerinde yürüyoruz. Tartışmalar da bu zeminin değiştirilmesi teşebbüslerinden, bu zemine bağlı olmaktan veya olmamaktan kaynaklanıyor. Hatta metot ve araçlarda da bir devamlılık söz konusu. Kurucu metinler nasıl şairler, yazarlar, edipler tarafından yazılmışsa; paradigma değişimi teşebbüsleri de yine benzer nitelikle kişiler tarafından yapıldı. Bu bize metin bağlamında hem değişmenin hem gelişmenin parametrelerini veriyor. Çünkü Osmanlı Türkçesini kuranlar -eğer resmi yazışmaları saymazsak- yine şairler, edipler oldu. Tanzimat’la birlikte devreye giren gazeteler bu gelişimi halka da açtı.

Şairlerimiz gazetelerde yazardı

Tanzimat’tan Cumhuriyet’e şairlerimiz, ediplerimiz sadece sanat adamlarımız olmakla kalmadı; fikir ve ilim adamlarımız da oldular.

Yahya Kemal
Yahya Kemal

Bu, şu demek: Bizim gazetecilerimiz aynı zamanda şair, edip, ilim adamı oldukları için, Türkçemiz, sanata dair söyleyişini, telaffuzunu mecaz ve muhayyile sistemini, zihniyet haritasını hep korudu ve hiçbir zaman bugünkü kadar kaybetmedi, yaralamadı. Bu duyarlık bir gelenek oluşturdu ve yetmişli yıllara kadar hemen bütün gazetelerde bunun misallerini görebiliyoruz.

Yakup Kadri, Yahya Kemal, Ahmet Haşim, Refik Halit, Necip Fazıl, Sabahattin Ali, Burhan Felek, Peyami Safa, Attila İlhan, Tarık Buğra, Ahmet Kabaklı, Şevket Rado, Yaşar Kemal, Hasan Ali Yücel, Serdengeçti, Sezai Karakoç, İsmet Özel vs. Aklınıza gelebilecek hemen birçok şair, hikâyeci, romancımız “gazeteci”/“gazeteci-yazar” değillerdi ve fakat gazetede yazan edebiyatçılar idiler. Fıkra yazarlarımızın sanatkâr özelliği sayesindedir ki Türkçe kendini muhafaza etti, gelişti, edebî hüviyetinden pek bir şey kaybetmedi, kaybetmesine müsaade edilmedi ve halkımız, gazete okuyanlar seviyeli bir Türkçe ile karşılaştı.

Tenkitte de mizahta da seviye

Ne zamanki “gazeteci-yazar” diye bir şey icat edildi, ne zaman ki akademik titri var diye kişilere gazete, dergi köşeleri ihdas edildi, ne zaman ki ediplik ile muharrirlik birbirinden ayrıldı, Türkçe günlük gazetelerde, dergilerde hem yozlaştı hem sanat yönünü kaybetti.

Münevverlerimizi, okuryazarlarımızı neler, hangi konular meşgul etmiş, edebi söyleyişle düşünce nasıl kaynaştırılmış diye merak edenlere Peyami Safa’nın, Tarık Buğra’nın, Necip Fazıl’ın kitaplaşmış fıkralarını tavsiye ederim.

Necip Fazıl Kısakürek
Necip Fazıl Kısakürek

Tenkit ederken de mizah yaparken de bir seviye var ve o seviyeden aşağı inmiyorlar. Refik Halit’in gazetelerden derlenen ve kitap olarak basılan yazılarının hemen hepsini okudum. Hepsinde o hikâyeci, roman yazarı, ironik Türkçe ustası yazar var. Yazısına imza koymasa da, müstear isim de kullansa diyorsunuz ki, bu yazı Necip Fazıl’ındır, Refik Halit’indir. O dönemde edebî şahsiyet sahibi hemen herkesi böyle ayırt edebilirsiniz.

Dil konusu ders kitaplarıyla çözülmez

Türkçenin zayıfladığına, irtifa kaybettiğine, başka dillerin hâkimiyeti altına girdiğine dair kısır döngü haline gelmiş tartışmalara girmektense işte çözüm diyorum. Gazetesi, dergisi, televizyonu, interneti ile basının dilini edebî olan ile yazar ve şairlerin dili ile yeniden buluşturmalıyız. Ne zamandır hemen her ortamda birçok akademisyenin, siyasetçinin şikâyet ettiği yabancı kelimelerle süslü tabelaları, imlası ve telaffuzu bize ait olmayan yeni ürünleri, dizileri, şarkıları tartışmakla bir yere varamayız, varamayacağız. Dil konusu ders kitapları ile sınırlı olmadığı gibi ders kitapları ile de çözülecek bir husus değildir.

Sezai Karakoç
Sezai Karakoç

Sonda söyleyeceğimi başta söyleyeyim. Yukarıda adı geçen yazar ve şairler gibi üslûbu ile öne çıkan, üslûbu şahsiyet olmuş yeni bir yazar, şair tanımıyorum. Haksızlık etmeyelim. Yazılan eserlerde şahsî üslûp arayışı yok demiyorum. Ancak bütünüyle o yazarın eserlerine ayırt edicilik damgası olarak bir üslup çizgisi yok diyorum. Bir kitapta bazı metinlerde veya bir metnin bazı yerlerinde çok ayırt edici, muhayyileler, mecazları hem anlaşılır hem özgün; ele aldığı yeri, kişiyi, objeyi, durumu, vâkıayı izaha gerek kalmadan anlatan yazarlar var. Fakat bu “başarı” bir çizgi olarak, ona ait ayırt edici bir nitelik olarak kendini göstermiyor.

Seküler söylemlerle yazıyoruz

Edebî eseri salt üslûba indirgemek de istemiyorum. Fakat üslubu tayin eden zihniyet, kültür ve dil ilişkisinin göz ardı edildiğini söylemek istiyorum. Her şeyden önce yazarlarımız, şairlerimiz rahat değil. Dergilerde, kitaplarda gördüğümüz dil sıkıştırılmış, yorgun düşürülmüş bir dil. Ne kadar uzatırsak, ne kadar mücerrete yaslanırsak, felsefik cümleler, mottolar irat edersek o kadar kendine has ve edebî olur anlayışı hâkim. “Sanat şahsî ve muhteremdir” sözü bu mânâya gelmez.

  • İster hikâye, roman, şiir gibi edebî metin olsun, isterse dergi, gazete yazısı, televizyon konuşması olsun kelime varlığı; zihniyetimizi, kültürel kodlarımızı yansıtır. Eğer bir anlık dikkatsizliğe bağlamazsak bu hususta ‘bizim taraf’ın sınıfta kalmasa bile, sınıfı “orta” ile geçtiğini söylemek istiyorum. O kadar ki, eğer imzayı tanımasak o yazının bir inanmış kişiden çıktığını söyleyemezsiniz. Metafizik boyutundan tamamen soyutlanmış bir dil kullanılıyor.

Allah’ın verdiği ömrü, emanet ve nimet olarak nitelemek varken “anamal” olarak nitelemek mesela. Yazar, Azrail’i yenmekten, tesadüfen ölümden kurtulmaktan bahsedebiliyor.

İsmet Özel
İsmet Özel

Ölen yakını için “melek oldu” diyebiliyor. Hem hikâyede hem romanda okudum. “Allah için sen dememeli, ‘siz’ demeliyiz” diye yazmış yazar. Hâlbuki günde kırk defa “İyyâke na’budü” demeyi Rabbimiz öğretiyor bize. Diyeceğim, yeni nesil yazarlarda kelime hazinesi tamamen yer değiştirmiş durumda. Marksist, ateist, seküler söylem, metaforlar ve terminoloji ile konuşup yazıyor Müslümanlar.

Yazarlar kelimeleriyle ayırt edilir

Yazılanlarda şahsiyet, üslûp, özgünlük denilince ne anlamalıyız? Bu soruya bir anekdot ile cevap vereyim. Cahit Zarifoğlu’na “Ezberinizde kaç şiiriniz var, hangilerini okuyabilirsiniz” diye soruyorlar. “Hiçbir şiirimi ezbere okuyamam fakat bir kelimemi bir yerde görsem tanırım” diyor. İster düşünce yazısı olsun ister sanat metni, yazarlar, şairler lügate kazandırdıkları kelimelerin yanında düşleri, ifadeleri, sentaksları ile de tanınır, diğerlerinden ayırt edilir. Lisan da böyle zenginleşir.

  • Herkes biliyor ki artık Ataç Türkçesi ile bir sanat metni üretmek mümkün değil. Rahmetle analım, Nuri Pakdil’in bu tür kelime seçimlerini daha sonra değiştirdiğini biliyoruz. Sadece sanat metni değil, bir makale bile yazamazsınız o Türkçe ile. Ataç, zaten yazılarını önce “eski” kelimelerle yazar sonra sözlüğü açar o kelimelerin yerini “yeni”leri ile değiştirirmiş. Yeni şiirdeki imgelemi çözmek, anlamak mümkün değil. Mesela, şiire Elif Lam Mim veya diğer hurufumukattaa ile girmenin mânâya, estetik söyleyişe bir katkısı var mı?

Enseyi karartmayalım

Bulmanın, olmanın, bilmenin verdiği sükûneti bütün yazdıklarına yediren, yansıtan Sezai Karakoç, suç işlemeden, hakaret etmeden öfke ve hiciv diline edebî hüviyet kazandıran Necip Fazıl; denemeye, düşünceye şiirimsi ifade kazandıran Cemil Meriç hâlâ fildişi kulelerinde ve yalnızlar. İstanbul telaffuzu, İstanbul Türkçesi ile günlük hayatı kaynaştıran, detay ustası Ahmet Rasim ve onun açtığı yoldan ilerleyen Burhan Felek takipçisiz kalmış durumda. Nesirde taklit edilemez bir söyleyiş sahibi İsmet Özel hâlâ kulvarlarında yalnız.

Cahit Zarifoğlu
Cahit Zarifoğlu

Bütün bu söylediklerimle enseyi karartmak istemiyorum. Çünkü Türkçenin temel metinleri elimizde. İşte Safahat, işte Ömer Seyfettin’in hikâyeleri, işte Ahmet Haşim’in fıkralarındaki dil ve anlatım; Refik Halit, Ahmet Haşim, Cemil Meriç, Abdülhak Şinasi Hisar, Sabri Esat Siyavuşgil, Tarık Buğra, Peyami Safa, Necip Fazıl, Sabahattin Ali, Tanpınar, Sezai Karakoç gibi şairler, hikâye yazarları, düşünce adamlarının eserleri bize edebî dil, sanat eseri nasıl olur gösteriyor. Bu eserlerden hem “yazma”yı hem Türkçeyi öğretiriz de öğreniriz de.