Dinin emir ve yasaklarıyla günah ilişkisi

Her mümin için hüsnüzan besleriz. Tabii bu durum o kişinin hatalarına göz yummak mânâsına gelmez. Bir günah gören kişi, imkânına göre eliyle veya diliyle bunu düzeltmeye çalışır. Hiçbir şey yapamazsa o günaha karşı kalbinde husumet besler. Ancak bu husumet günah işleyene yönelmez.
“Hüküm koyma yetkisinin Allah’a ait” olduğu kaziyesi İslam’da üzerinde tartışma kabul etmeyecek bir ifadedir. Allah Teâlâ’nın hüküm koyma hususunda izin verdikleri de kendilerine belirlenen sınırlar içinde bunu yapabilirler. Kendisine izin verilenlerden Rasülullah ﷺ en geniş yetkiye sahip olandır. O’nun da doğrudan Kur’an’da yer almayan hususlarda hüküm koyma yetkisi vardır. Çünkü “O hevâ ve arzusu ile konuşmaz; kendisine vahyedilmektedir. Resûl size neyi emrettiyse onu alın, neden de sizi nehyetmiş ise ondan sakının!” (Haşr 59/7) ayeti bu hususta yeterince açıktır. Allah ve Resulü haricinde, en baştan yani Kur’an ve sünnetten herhangi bir dayanağı olmayan hüküm koyma yetkisi kimseye verilmemiştir. Kayıtlı şekilde ise müçtehidler ve devlete hüküm koyabilme yetkisi tanınmıştır. Devlete verilen hüküm koyma yetkisi mubah alanda yapılacak düzenlemelerdir. Müçtehidler ise yeni bir meselenin hükmünü, Kur’an ve sünnette yer alan hükümlere bakarak, kıyas, istihsan gibi usûllerle ortaya koymaya çalışırlar. İçtihad dediğimiz bu ameliye yeni bir hüküm koymak değil var olan hükmü açığa çıkarmak olarak tanımlanır. Diğer bir ifadeyle her meselede Allah Teâlâ’nın bir hükmü vardır. Müçtehid, Kur’an, sünnet ve icmâ gibi delillere bakarak o meseledeki hükmü keşfetmeye çalışır.
Hükümlerin çeşitleri
Emredilmesi veya yasaklanmasına göre hükümler farz, vacip, sünnet, mendup, mubah, haram ve mekruh kısımlarına ayrılır. Yapılması net olarak emredilen ve hem sübutu yani bize gelmesi hem de delaleti yani mânâsı yönüyle kesin delillerle sabit olan hususlar farz olur. Mesela, namazla ilgili ayetler vardır. Ayetlerin bize kadar gelişi mütevatirdir. Herhangi bir şüphe yoktur. Namazla ilgili bu ayetlerden kastın da şimdiki kıldığımız namaz olduğunda da ittifak vardır. Farz, aynî ve kifâî olarak ikiye ayrılır. Akil-baliğ Müslüman herkesin yapmakta yükümlü olduğu farzlara aynî, toplumun yerine getirmesi gereken, yeterli kişi tarafından yerine getirildiğinde diğerlerinden sorumluluk düşen farzlara ise kifâî denir. Farz-ı kifâye olarak meşhur olmuş bu farza genellikle cenaze namazı örnek verilir. Cenaze namazını bir kişi kılsa diğerlerinden sorumluluk düşer. Ancak farz-ı kifâye bununla sınırlı değildir ve geniş bir alanı vardır.
Müslümanlar ihtiyaçları kadar İslam âlimi, doktor, mühendis, tüccar vb. yetiştirmekle yükümlü oldukları gibi iyiliği emir ve kötülüğü engellemeye çalışmaları, dinlerini, ülkelerini savunacak hususları da yerine getirmek zorundadırlar. Bunların hepsi farz-ı kifâye kapsamındadır. Burada anahtar kelime “kifâye” yani yeterli olmadır. Bunlar yeterince yapılmayınca farz herkese gücü oranında terettüp eder.
Yapılması net olarak emredilmekle birlikte sübutunda veya delaletinde kesinlik olmayan, zan yani %51 üzeri ihtimal bulunan hususlar vacip kabul edilir. Mesela, vitir namazı ile alâkalı rivayetler sabit olmakla birlikte bunun farz veya sünnet olduğu hususu açık olmadığından Hanefîler vacip demişlerdir.
Rasülullah ﷺ’ın yapmakta devam ettiği ibadet türü hususlar, farz veya vacip olduğu ifade edilmediği müddetçe sünnettir. Yapılması tavsiye edilen ancak açıkça emredilmeyen, Peygamber Efendimizin ﷺ de devamının bilinmediği, ibadet ve iyilik türü hususlar ise mendup olur. Bazen buna müstehap da denir.
Yapılması hem sübutu hem de delaleti yönünden kesin olan delillerle net olarak yasaklanan hususlar haramdır. Bunun asla yapılmaması istenir. Haram, özü itibariyle (li-aynihî) ve başka bir sebeple (li-gayrihî) yasak olanlar şeklinde ikiye ayrılır. Zîna, faiz, kâtl, kumar vb. li-aynihî haramdır. Bunlar özü itibariyle yasak olmuştur ve asla helâl olmaları düşünülemez. Cuma vakti alım-satım ise li-gayrihî haramdır. Alım-satım aslında yasak değildir ancak Cuma vakti yapılması yasaklanmıştır.
Mekruh hoş görülmeyendir
Yapılması hoş karşılanmayan hususların genel adı mekruhtur. Mekruh harama yakın anlamında tahrîmen mekruh ile helale yakın anlamında tenzîhen mekruh olarak ikiye ayrılır. Tahrîmen mekruh, yasaklama kesin olmakla birlikte bu husustaki delillerin sabit oluşuna veya delâletine zannî bir durum karışması demektir.
Hanefîler içtihad ile yeni bir haram hükmü söylemekten çekinmişler, ayet ve hadislerdeki delillere göre yasak denmeyi gerektirecek bir hususta zan karışınca tahrîmen mekruh demeyi tercih etmişlerdir. Diğer mezheplerde haram denilen bazı hususlara Hanefîlerin tahrîmen mekruh demesinin sebebi budur.
Tenzîhen mekruh ise yapılmaması kesin olarak istenmeyen ama tavsiye edilen veya yapılması hoş karşılanmayan hususlardır.
Mubah, yapılması veya yapılmaması hususunda emir veya yasak bulunmayan, serbest bırakılmış hususlardır. Eşyada genel kural mubah olmasıdır. Yani yasaklandığına dair bir delil bulunmayan hususlar serbest kabul edilmiştir. Ancak bu insan dışındaki hususlardadır.
“O, Yaratıcı, yerde ne varsa hepsini sizin için yarattı!” (Bakara 2/29) ayeti “eşyada asıl olan ibahadır” kaidesinin dayandığı ayet kabul edilmiştir. Bu ayette “ne varsa” olarak tercüme edilen kelimenin Arapçasına “mâ-i mevsûle” denir ve akıl sahibi olmayanlar için kullanılır. Bu da cansızlar, bitkiler ve hayvanlar demektir.
İnsana dair hususlar başka
Doğrudan Allah Teâlâ ve insan ile ilgili hususlar ise bu kapsam dışındadır. Bu konularda serbest olduğuna dair delil olması gerekir yoksa yasaktır. Allah Teâlâ’ya herhangi bir şekilde ibadet edilmez. İsteyen istediği gibi ibadet ihdas edemez. Bu husus genellikle net olarak bilinir. Ancak insanla ilgili hususlar çok kere ihmal edilir. Mesela, erkek kadın ilişkilerinde genel kâide yasaklık olmasıdır. Serbest olduğuna dair delil getirilmelidir. Yine mesela bazıları erkeklerin kadınlarla tokalaşmasını yasaklayan güçlü bir delil olmadığını, bu sebepten mubah olması gerektiğini iddia ederler. Hâlbuki bu konuda yasaklık değil serbestlik delili getirilmesi gerekir. Kaldı ki yasaklayan çeşitli rivayetler de vardır. Dinen yabancı kabul edilen yani birbirleriyle evlenebilecek olan kadın ve erkeğin arkadaşlık yapması da aynı şekildedir.
Bu hükümlerin bir de yaptırımı vardır. Kati farz ve haramları inkâr, kişiyi İslam dairesinden çıkarır. İnkâr etmeksizin bu tür farzları terk eden ve haramı işleyen kişiler ise büyük günah işlemiş olur. Farzı yapan, haramdan kaçan büyük sevap alır. Farz-ı kifâye terk edildiği zaman toplumda her birey durum ve imkânına göre günahkâr olur. Mesela eğer Müslüman bir toplumda yeterli sayıda İslam âlimi yoksa İslam’ın emirleri uygulanmıyorsa her Müslüman konumuna, gücüne ve imkânına göre sorumlu tutulur.
Vacip ve tahrîmen mekruhu inkâr eden küfre gitmese de günahkâr olur. Vacibi terk eden, tahrimen mekruhu işleyen ise küçük günah sahibidir. Ulema küçük günahta ısrarı ise büyük günah görmüştür.
Müekked sünneti terk eden isaet işlemiş olur. Çirkin iş, kötülük diyebileceğimiz bu husus fazla bilinmez. Tahrimen mekruh ile tenzihen mekruh arasında bir yerdedir. Bunda ısrar, kişiyi küçük günah sahibi yapar ve Hz. Peygamber aleyhisselamın şefaatinden mahrum olma tehlikesine girdirir.
Mubaha ise ne günah ne de sevap terettüp etmez.
Büyük günah ancak pişmanlık ve tövbe ile silinir. Küçük günahlar ise tövbe ile silinebildiği gibi beş vakit namaz, Cuma namazları, başa gelen çeşitli sıkıntılar vb. ile de silinir.
Günahkârlığın neticesi cehenneme gitmektir. Ancak biz hiç kimse için bu kişi kesin cehennemliktir hükmü veremeyiz. Aynı şekilde cennetliktir de diyemeyiz. ‘Kâfirler cehenneme, müminler cennete gidecektir, büyük günah sahipleri azap görecektir’ deriz. Yani ameller ve sıfatlar ile ilgili konuşabiliriz. Belli bir kişi hakkında ise yaptıklarının haram, mekruh dolayısıyla günah olduğunu söyleriz ancak bu sebeple cehennemlik oldu, cehenneme gidecek diyemeyiz. Çünkü biz kalpleri bilmiyoruz. İnsanların tüm amelini de bilmiyoruz. Bizim günah işlediğini gördüğümüz birisinin belki Allah Teâlâ katında bir mazereti vardır. Belki başka güzel bir ameli vardır, onu silmiştir.
Bizler özellikle her mümin için hüsnüzan besleriz. Tabii bu durum o kişinin hatalarına göz yummak mânâsına değildir. Bir günah gören kişi imkânına göre eliyle veya diliyle bunu düzeltmeye çalışır. Hiçbir şey yapamazsa o günaha karşı kalbinde husumet besler. Ancak bu husumet günah işleyene yönelmez.
Abone olmak için: www.birlikte.com.tr/gercek-hay...