Ehliyetinizi Yenilediniz mi

​Ehliyetinizi Yenilediniz mi.
​Ehliyetinizi Yenilediniz mi.

Kendi sahalarında hakikaten ehliyet ve liyakat sahibi pek az insana sahibiz ne yazık ki. Ama bu vahim duruma üzülebilmek için önce vaziyetin farkına varmak lâzım. Bizim gibi mahsus ve ellibin türlü hileyle yolundan saptırılmış cemiyetler, en fazla kendilerinin tenkidinden hoşlanmaz; eksiklerinin işaret edilmesinden hazzetmez. Öyleyse biz de ehliyetsiz ekserimize nispetle eski ehliyetli ekalliyetimizle iftihar edelim. Kendi meslek ve meşreplerinin hakkını verme derdini ihmâl etmemiş az sayıdaki karakterimizle.

Sözün bütün kudreti öldü; sesin de.

Ve hatta yazının da. Hakeza rengin, şeklin, ahengin, hareketin; tavrın, edanın ve hususen tasavvurun da. Müzik, resim, tiyatro, mimari, kudretini kaybetmiş birer sultan eskisi. İlmin, fikrin ve sanatın kıyametinin arifesindeyiz.

Günümüzün muteberi, mazide tenezzülden uzak ne varsa o. En sefilinden hem de. Herhangi bir sahada ilerlemenin yolu bile değişti: O sahada kâfi miktarda müktesebat biriktirmek yerine birilerini tanımak veya birilerini tanıyan birilerini tanımak; şimdilerde asıl geçer akçe bu. Bütün bir cemiyetin en mühim derdi, ikbâl kapılarının anahtarlarını taşıyanlara yakın durmak; onlarla az-çok bir temas kurabilmek. Böyle biriyle şöyle bir ayaküstü tanışmak, ertesi günü en olmayacak torpil talebi için kâfi. Birini tanımanın, hatta onunla tanışmanın tarifi dahi değişti. Biriyle iki kelâm etmeyi, hatta göz göze gelmeyi bile tanışmak sayar hâle geldik.

Tanımak ve sahte tanışmak

Hakiki mânâda kimse, kimseyi tanımak istemiyor aslında. Şöyle ayaküstü ‘tanışmak’ varken tanımak mesuliyeti kimin umurunda? Hâlbuki tanışmak, iki insanın birbirini yakinen ve karşılıklı tanıması... Öte yandan şu da var: Gerçekte hangimiz buna müsaade etmedeyiz ki! Birinin bizi tanıması, o kişinin ruhumuzun mahzenine sarkması demek bize göre. Bize tecavüzü hatırlatan bu yakınlığı ister miyiz hiç?

Diyebiliriz ki zamanımızın insanı için başkasını tanıma arzusu, kocakarıların dedikodu merakı nevinden bir hususiyet arz etmekte. Üstelik hiçbirimiz, o mahremine kadar tanıdığımız kişinin de bizi lâyığıyla tanımasına asla müsaade etmeyiz. Bizi tanımasına mânia bakımından elimizin altında ne varsa araya istiflemekten çekinmeyiz. Mahremiyet hakkını, içtenlik mahrumiyetiyle bir ve eşdeğer tutmaya başlamışız da farkında değiliz.

Hepimize göre ‘tanışmak’ kâfi; yani sağ elin parmaklarının birbirlerine şöyle bir temas etmesi ve hızla geri çekilip kendi emniyet alanında mevzilenmesi, tanışmak sayılıyor artık: Tek elimizin parmakları birbirine değdi ya; tanıştık işte. Muhatabımızdan bir şeyler isteme hakkının altın anahtarını, az önceki temas esnasında, onun avucundan kendimizinkine geçirdik ya.

Tanışılan herkes, lüzumunda kullanılacak birer aparattan ibaret; işini halletme maşası.

Falan yerdeki filân tanıdık

Öte yandan şimdilerde liyakat, herkesin dilinin pelesengi. Buna rağmen gene de herkes, her türlü işini bir tanıdıkla çözme derdinde. Ve en acısı da birisiyle üç-beş kelâm etmenin altta yatan asıl maksadı bu: İcabında ondan bir iyilik istemek. Karşılıksız üstelik. İyilik yani başkasının bize mecburiyeti... Öte yandan her işte liyakat mecburiyeti herkesin dilinde. Liyakatten anladıkları da şu: “Her şeyin en âlâsına başkası değil, ben lâyığım”.

Hâlbuki ortada kimselerin işaret etmediği tuhaf bir durum var: Sahiden ehliyet ve liyakat sahibi biri; ilmi, tatbiki, mesleki ve benzeri herhangi bir idari makama getirildi diyelim. İyi ama liyakat sahibi bir insan, bahsi geçen herhangi bir sahadaki liyakatinin icabı, kendisi gibi liyakat ve ehliyet sahibi kişilerle birlikte çalışmak istemez mi? Peki, ama nereden bulacak bu evsaftaki insanları? Hangi sahada sahiden yetişmiş kadrolarımızdan bahsedebiliriz ki? İlim mi, fikir mi, sanat mı, kalemiye mi, siyaset mi, ticaret mi? Menfi ve menhus mesleklerin dışında hangi sahalarda liyakat ve ehliyetli insan yetiştirmeyi, belki bir gün lâzım olur diye bir asırdır birileri aklına getirdi ki? Gerçi bunu akledebileceklere yüz sene evvel ne yaptıklarını bile unuttuk ya.

Acı hakikat şu: Ehliyetsizlik hepimizin işine geliyor. Ehliyetsizler diyarında kim, kime, hangi hak ve yetkiyle ehliyetini soracak ki?

Ehliyetiniz var mı?

O yüzden de eski ehliyetlerin hepsini titizlikle tek tek topladık ve gelecek nesiller bize hesap sormasınlar diye itinayla teker teker imha ettik. Şimdi hepimiz, yerine göre “Ehliyet, ehliyet...” veya “Liyakat, liyakat...” diye dolanıp duruyoruz ortalıkta. Kendinde başkasına ehliyet sorma hakkını gören birine kimse ehliyetini sormuyor çünkü.

Hem ehliyet başkalarının mecburiyeti. Her birimiz zaten her bir şeye ehil doğduk ya.

Hâliyle hiçbirimiz de ehliyetimizi yenileme ihtiyacı hissetmiyoruz.

Elbette pop şarkıcısına ‘sanatçı’ diyen ve bunda hiçbir beis görmeyen, yani maarif seviyesi ne olursa olsun, sanat nedir, sanatkâr kimdir, hakiki sanat hangisidir ve sanatkârın sahtesi ile hakikisi birbirinden nasıl ayrıştırılır gibi bahislerde zerre miktar imâli fikir etmemiş ve ne yazık ki etmesi de artık beklenemeyecek bir cemiyetten, ciddi sahalarda daha titiz bir tefrik hassasiyeti beklemek zaten hata. Yahut bu tefrikin akabinde gelmesi beklenebilecek bir ehliyet arama mesuliyetini.

Hâlbuki öğrenmek, tefrik edebilmek demek; hayır ile şerri, hayırlı ile daha hayırlıyı, kısa vadeli fayda ile uzun vadelisini daha görür görmez hemencecik işaret edebilmek. Yazık, biz binlerce seneden getirdiğimiz ne kadar hassas tefrik mekanizmamız, kıstasımız ve mihenk taşımız varsa hepsi de bir asır evvel tek tek elimizden alındı ve yerlerine tenezzülen kaba-sabası bile verilmedi. Hatta sahtesi bile. Neticede biz, zihnimizde hak ile bâtılı kardeş kılıp bir arada yaşamaya ve yaşatmaya gayretleniyoruz. Gün geçtikçe de kendimizden başka her şeye benziyoruz.

Başkalarını tanımak ve kendiyle tanışmak

Kendi sahalarında hakikaten ehliyet ve liyakat sahibi pek az insana sahibiz ne yazık ki. Ne kadar yerinsek az. Ama bu vahim duruma üzülebilmek için önce vaziyetin farkına varmak lâzım. Bizim gibi mahsus ve ellibin türlü hileyle yolundan saptırılmış cemiyetler, en fazla kendilerinin tenkidinden hoşlanmaz; eksiklerinin işaret edilmesinden hazzetmez. Öyleyse biz de ehliyetsiz ekserimize nispetle eski ehliyetli ekalliyetimizle iftihar edelim. Kendi meslek ve meşreplerinin hakkını verme derdini ihmâl etmemiş az sayıdaki karakterimizle. Bir tek bu karakterler kaldı geriye; ne yazık ki hakikileri, artık işe yaramayan deniz feneri muamelesi görse de.

Zaten her bir şeyin çekirdeğini gene de sadece insanda arayabiliriz; kendine mahsus bir mizaç edinmiş insanda. Böyle birilerini tanıma gayretini terk etme lüksümüz yok. Nasibimizde varsa tanışıyoruz da. Hem gerçek hayatta yaşanabilmekte bu tanışmalar, hem de iştigalimize göre farklı sahalardaki çoktan tarihe mâlolmuş şahısları tanıyoruz. Veya tanıdığımızı varsayıyoruz. Kimileyin içi boş bir zandan ibaret bu tanımışlık, kimileyin de o kişiyi en yakınındakilerden çok daha isabetli tespitlerle teşhis edip kıymetlendirebiliyoruz.

Dolayısıyla bir insanı tanımak, en müstesna bir hâdise. Hele hakiki mânâda tanışmak, hem müstesna hem de nadirattan bir lütuf. Tanışmak, tanıdığımız insanın da bizi aynı kuşatıcılıkla tanımasına gönül rızasıyla müsaade etmek demek; günümüzün imkânsıza yakın düşen bir sıra dışı vaziyeti.

Ne kadar farkındasınız bilmem, kimsenin kendini tanımak gibi bir derdi yok. Hâlbuki bir bilseler hakiki ehliyetin de liyakatin de ve hatta varoluş vecibesinin de ‘insan’ı tanıdıktan sonra kendini tanımaktan geçtiğini. Bir insanı tanımak ve akabinde de kendini tanımak sayesinde tanırız insanın sırrını; insanın, eşyanın, hayatın, kâinatın, varlığın ve belki de Vareden’in.