Felâketin Adı Bayram

Dil Devrimi’nin ilân edildiği günü biz Dil Bayramı diye belliyoruz. Ve hâlen daha kutlamaya devam ediyoruz. Hem de 87 senedir. Yüzbinlerce kök kelimeye sahip dilimizi yabancı kelimelerden arındıracağız diye giriştiğimiz bu sefilleştirme ameliyesini, hiç utanmadan, sıkılmadan bayram eyliyoruz.
Dil Devrimi’nin ilân edildiği günü biz Dil Bayramı diye belliyoruz. Ve hâlen daha kutlamaya devam ediyoruz. Hem de 87 senedir. Yüzbinlerce kök kelimeye sahip dilimizi yabancı kelimelerden arındıracağız diye giriştiğimiz bu sefilleştirme ameliyesini, hiç utanmadan, sıkılmadan bayram eyliyoruz.

Kendileri için felâketin başlangıcını temsil eden günleri, yani Filistinliler Nekbe Günü’nü, Yahudiler ise Tişa Beav Günü’nü bayram ilân edebilirler mi hiç? Her iki millet de bu en acılı günlerini yâdetmek için törenler düzenler ve resmi zevat tebrik mesajları yayımlar mı? Böyle bir şey tasavvur edebilir miyiz? Farkında mıyız bilmiyorum ama biz bunun tam da aynısını yapıyoruz. Bizim belki madden değil ama manen yokluğa mahkûm edilişimizin başlangıcı durumundaki günü, Dil Devrimi’nin ilân edildiği günü biz Dil Bayramı diye belliyoruz. Ve hâlen daha kutlamaya devam ediyoruz. Hem de 87 senedir. Yüzbinlerce kök kelimeye sahip dilimizi yabancı kelimelerden arındıracağız diye giriştiğimiz bu sefilleştirme ameliyesini, hiç utanmadan, sıkılmadan bayram eyliyoruz.

Filistinliler için Nekbe Günü’nü düşünelim; İsrail’in istiklâlini ilân etmesiyle başlayan ve bütün dünyanın gözünün önünde dağdan gelenin bağdakini kovduğu, kovmak ne kelime, ademe mahkûm ettiği felâketler silsilesinin ilk gününü. Hem fiilen, hem de resmen sahip oldukları topraklarından edilmelerinin, vatanlarından mahrum bırakılmalarının gününü.

  • Yahut tersinden gidelim: Yahudiler’in Tişa Beav Günü’nü düşünelim. Musevilik inancına göre manevi bakımdan en mühim mabetlerinin yaklaşık 650 yıl arayla iki kere yıkılmasını ve aynı zamanda da Kenan İli’nden sürülüşlerini temsil eden günü... Yahudiler ikibin yıldır bu günü, tarihlerinin en büyük felâket günü kabul eder ve o günü oruç tutarak geçirir; başlarına gelen bu büyük lânetten, bu sefilleştirici felâketten Rablerine sığınır.

Biri ikibin yıl önce, öbürü geçen yüzyılda yaşanmış ve ilk felâketi yaşayanın ikinciye benzerini yaşattığı bu büyük acıların ilki şimdilerde artık sadece remz bir ehemmiyete sahipken öbürü fiilen hâlen daha devam etmekte. Ne tuhaftır ki verdiğim misaldeki her iki ahali de aslen bir nevi amcaoğlu. İkisi de Sami. Yahudiler’in ‘antisemitizm’, yani ‘Sami düşmanlığı’ derken bir tek kendilerini kastetmeleri ve bu kargaların bile güleceği hileyi bütün dünyaya hakikatmiş gibi yutturabilmeleri tipik bir Yahudi üçkâğıdı. Malûm, Samioğulları hem Yahudileri içermekte, hem de Arapları.

Hüzün mü, sevinç mi?

Şimdi soralım: Kendileri için felâketin başlangıcını temsil eden günleri, yani Filistinliler Nekbe Günü’nü, Yahudiler ise Tişa Beav Günü’nü bayram ilân edebilirler mi hiç? Her iki millet de bu en acılı günlerini yâdetmek için törenler düzenler ve resmi zevat tebrik mesajları yayımlar mı? Böyle bir şey tasavvur edebilir miyiz?

Gelgelelim farkında mıyız bilmiyorum ama biz bunun tam da aynısını yapıyoruz. Bizim belki madden değil ama manen yokluğa mahkûm edilişimizin başlangıcı durumundaki günü, Dil Devrimi’nin ilân edildiği günü biz Dil Bayramı diye belliyoruz. Ve hâlen daha kutlamaya devam ediyoruz. Hem de 87 senedir. Yüzbinlerce kök kelimeye sahip dilimizi yabancı kelimelerden arındıracağız diye giriştiğimiz bu sefilleştirme ameliyesini, hiç utanmadan, sıkılmadan bayram eyliyoruz. Anadili Türkçe milyonlarca insan, yüzbinlerce kök kelime yerine kendini şimdilerde en fazla ikibin kök kelimeyle ifade edebiliyor diye bayram ediyor. Aklınız alıyor mu bu çılgınlığı?

İyi de ne diye felâketimizi bayram diye kutluyoruz? Deli miyiz biz? Dil Devrimi’yle ve öbür devrimlerle bize ne oldu da eğriyi doğru, çirkini güzel, zararlıyı faydalı, kötüyü iyi, rezaleti fazilet ve felâketi bayram zannetmeye başladık? Yoksa 500 yıldır beklediğimiz Türk mütefekkirini Dil Devrimi sonrasında yetiştirdiğimiz için mi böyle zaptedilemez miktarda coşkuluyuz?

Devrimi gerçekleştirdiğimiz ve dilimizi sadeleştirdiğimiz için bütün bir yirminci yüzyıl boyunca dünya çapında yüzlerce bilim adamı (Hayır! ‘Bilim insanı’ değil, ‘bilim adamı.’) yetiştirdik de benim mi haberim yok?

Mimari ve şiir sefaleti

Gerçi haksızlık etmeyelim; Frenkler Türk ve Türkiye dediklerinde akıllarına bilim veya felsefe değil, sanat gelirdi. Öyleyse ona göre soralım: Betonarmenin en büyük savunucusu, modern mimarinin öncüsü Le Corbusier’yi kendisine hayran bırakan ahşap mimarimizi geliştirecek, hatta aşacak ve bu sefer Frank Llyod Wright’ı kendisine meftun edecek modern mimarlar mı yetiştirdik son yüzyılda? Kaç tane? Daha acısı, sağcısıyla, solcusuyla, ilericisiyle, gericisiyle, şucusuyla, bucusuyla bir Turgut Cansever’in kıymetini ne kadar idrak edebildik? Edebilir miydik? Eserine ne miktarda tatbik imkânı tanıdık? Tam burada çıtayı bir derece daha yukarı çıkarıp soralım: Aramızdan kaç kaç kişi Turgut Cansever’in herhangi bir eserinin karşısına geçip de ondaki mimari hünerleri, estetik maharetleri, klâsik bina anlayışımız ile asri imkânları nasıl kaynaştırdığına dair incelikleri, tasarıma dair titiz tercihleri idrak ve hatta ihsas edebilir? Kaçımız belki sağlam ama köpek kulübesinden bile zevksiz üstüste yığılı kocaman tabut evlerimizde yaşamaktan rahatsız?

Bırakalım eserlerinden bazılarını tetkik etmeyi, kaçımız Cevat Ülger’in ismini duyduk?

  • Kendilerine yaranmak için devrimlere giriştiğimiz yabancılardan bir tanesinin dahi, son yüzyılda inşa edilmiş bir mimari eserimizi ziyaret ettiğini gördünüz mü? Duydunuz mu peki?

Bu kendi düşmüşlüğünü idrakten bile mahrum zihin sefaletinin müsebbibi ne peki? “Bu sefaletin müsebbibi kim peki?” diye sormak niçin suç? Ne oldu da dünyaya meydan okuyan bir zihni ve hissi gelişmişlikten, dünyada olup-bitenleri idrakten aciz bir gayyaya yuvarlandık? Hani dilimizi sadeleştirdikten sonra kimse bizi tutamayacaktı? Ne diye ancak en temel müşahhasları ifade edebilen bir dile mahkûmuz artık? İfade etme değil de ancak anlaşmaya imkân tanıyabilen bir vasıtaya teknik manâsıyla hâlâ dil diyebilmekte miyiz? Ve ne diye dilimiz % 45 Fransızca, % 45 İngilizce? Hani Dil Devrimi’nin gayesi, İnönü’nün ifadesiyle ‘lisanımızdaki ecnebi kelimeleri ihraç etmek’ idi? Niçin dilimiz her gün biraz daha İngilizce gramerinin ve imlâsının tasallutuna girmekte?

Bırakalım Şeyh Galib’i, tıpkı Nãzım Hikmet, Necip Fazıl veya Tanpınar gibi kendisini Cumhuriyet devrinde tebellür ettiren bütün mühim isimler gibi aslen Osmanlı yetiştirmesi Yahya Kemal kıratında bir şairler ordusu yetiştirdik de ben mi bu isimlerden bihaberim?

Itri’den arabeske

Dünyanın en engin müzik okyanusuna sahip bir kültürün zamane müzikalitesine ne demeli peki? Müzikte gelip demirlediğimiz liman, meyhane şarkıları ile Arap ezgilerinin en sefil harmanı mahiyetindeki arabesk. Kendi elleriyle bedenlerine jilet atmayı marifet belleyen zihin fukarası bir nesil yetiştirdiğimiz için mi bayram ediyoruz?

  • Ezcümle dil basit bir meramı ifade vasıtası değildir. Bırakalım bu mühim tespiti keşfedebilmeyi, geçen yüzyılda Frengistan’da dillendirildikten sonra bile bu tespitin hakikatte neye işaret ettiğini kuşatabilecek kaç zihne sahibiz şimdilerde? Bu zihni fukaralığın sebebi genetik ve dolayısıyla doğuştan gelme mi yoksa çevre şartlarından dolayı mı böylesine fehmetmekten mahrum bırakılmış durumdayız?

Dijitalleştirilmiş idrakimizin anlayabileceği bir misalle anlatmayı deneyelim: Evet dil, meramı ifadenin vasıtası değil, zihnin faaliyetinin, deyim yerindeyse bir nevi işletim sistemi. İşte biz, Dil Devrimi ile bu programların programından, bizi biz yapan en temel hususiyetten, misalen işletim sistemimizden mahrum bırakıldık. Şüphesiz en üst donanıma sahip bu bilgisayarda da son yüzyıldır en fazla toplama-çıkarma yapabiliyoruz. Bir nevi süper bilgisayardan basit bir hesap makinesine indirgendik. Üstelik en basit meramımızı ifade ederken bile Batı dillerinden araklanmış tabirlere muhtaç bırakılmışız.

Bu indirgenme sürecini bayram diye tebrik ediyor, bizi süper bir bilgisayardan basit bir hesap makinesine indiren kişiyi de kurtarıcı diye belliyoruz.

Şimdi sorabiliriz: Hangi akıl alır böylesi bir deliliği?