Fikirsiz milliyetçilik!

Fikirsiz milliyetçilik!
Fikirsiz milliyetçilik!

Hepsi rahmetli olmuş bulunan Dündar Taşer, Erol Güngör ve Nevzat Kösoğlu 20. yüzyılın son çeyreğinde fikirleriyle geniş bir tesir uyandırmışken, bir sonraki nesilden itibaren unutulmaya başlanmışlardır. Bu fikirsizlik, piyasada temelsiz şoven milliyetçilik sloganlarının hâkim olmasına yol açmıştır. Bugün siyaseti maalesef bu şovenist, ırkçı, yabancı düşmanı sloganlar sürüklemektedir.

Son seçim türlü-çeşit milliyetçiliklerin sergilendiği, yarıştığı, zaman zaman zıtlaştığı -hatta çatıştığı- bir muhtevada geçti. Türkiye’de milliyetçilikler çeşitli, bir de “ulusçuluk” var. Milliyetçilikler arasındaki temel ayırım, din; daha açık söyleyelim “İslâm” karşısındaki tutumları. En uzak mesafede olan “ulusçu”lar. Zaten “ulus”, “ulusal”, “ulusçuluk” millet, millî ve milliyetçilik kelimelerinin dinî atıflarından kurtulmak için 1930’larda uydurulmuş kelimelerdir.

Milletin asıl mânâsı

Meşhur lügatlerimizden Lügat-ı Naci’de millet ilk önce “din ve şeriat” olarak karşılanıyor. “Bizce din ve millet birdir” deniliyor. İkinci olarak “bir dinde bulunan güruh (topluluk): Milleti İslâmiye” karşılığı veriliyor. Daha sonra da şu açıklama yapılıyor: “Bir memlekette doğan yahut tavattun eden (vatan tutan) ve aynı hükümetin idaresi altında yaşayan efradın (fertlerin) heyet-i umumiyesi (toplamı) demek olan nation mukabilinde istimal etmemek (kullanmamak) evlâdır (lâzımdır). Ona mukabil (kavim, ümmet) kelimesi kullanılmalıdır.”

Osmanlı sisteminde her inanç topluluğu “millet” olarak adlandırılmıştır. Müslümanlar da bir millettir. Türkler Müslümanlığı öylesine benimsemişlerdir ki, Türk demek Müslüman demek olmuştur. Zaten dışarıdan bakanlar da Müslümanları Türk olarak nitelemiştir. Balkanlarda bütün Müslüman topluluklar kendilerini Türk saymışlardır. Düşmanları da onları öyle görmüştür.

Zamanla millet kelimesinin merhum Muallim Naci’nin arzusu hilafına kullanılması yaygınlaşmış ve millî, milliyet, milliyetçilik kavramları bu şekilde yerleşmiştir.

İstiklâl Harbi’nin Millî Mücadele/Millî Mücahede şeklinde adlandırılması aynı zamanda kavramın dinî muhtevası ile de bağlantılıdır.1970’lerde ortaya atılan “Milli Görüş” kavramı da bu bağlamda okunmalıdır.

Milliyetçilik kavramı 20.yüzyılda yaygınlaştığında da arka plandaki anlam devam etmiştir. Milletin unsurlarının başında din ve dil sayıla gelmiştir. Belki bu kavram arka planından kurtulma konusunda ilk net çıkış, Ziya Gökalp’in “Türkçülük” kavramını öne çıkarmasıdır. Türkçülüğün Esasları, Cumhuriyet sonrasında konjonktüre uygun olarak tanzim edilmiş bir kitaptır. Ziya Gökalp’ın daha önceki kitaplarına, yazılarına göre bir hayli farklı bir yerde durduğu, Cumhuriyet sonrasının havasına uyduğu görülebilir. Fakat Türkçülük milliyetçilik kadar yaygın olarak kullanılmamıştır. Bugün de Türkçülük kavramını kullananlar, milliyetçilik kavramını kullananlara göre daha sınırlıdır.

Cumhuriyet’in ilk dönem resmî metinlerinde millet tarifinde dine yer verilmemiştir. Dini dışlayan bir millet anlayışı, şüphesiz kavramı izahta ciddi bir meseledir. Bu anlayışa karşı ilk açık tepkiyi Nureddin Topçu’da görürüz. 1939’da yayınlamaya başladığı Hareket dergisinde, bizde garplılaşmanın sırrını arayanlara milliyetçi deniliyor, demiş ve batıcı, pozitivist milliyetçiliğe karşı görüşlerini ortaya koymuştur.

Nureddin Topçu’dan bütüncü bir millet tarifi

Topçu, sağlam bir varlık kavrayışı, tutarlı bir ontolojik yaklaşımla millet kavramını ifade eder. Kişiden sonsuza, Yaratıcıya doğru giden bütüncü bir kavrayış ortaya koyarak “millet” kavramını da sağlam bir zemine oturtur. Topçu bu varlık kavrayışında milleti “orta basamak” olarak nitelemektedir:

“Her an daha şiddetli yaşamaya âşık irademiz, ferdî kaynağında kendini eksik hissetti, tabiatla âhenk hâlinde geçen uzun bir ömrün sonunda kendine içerisinde serbestçe akacak yeni bir âlem aradı. Nefsini tabiata tapındıran, tabiatın sonsuz hayallerine esir kılan, ruhunu çehrelere, seslere ve sözlere bağlayan insan aşkı ile benliğini nefsinden sıyıran, sözlerle çehreleri, varlığı anlaşılmaz bir bütünün, bir olan her şeyin, her şeyden hiçlik çıkardıktan sonra bir şeyi her şey yapan Allah’ın aşkı arasında bir orta basamak aradı ve milleti buldu. Nefisle Allah arasında birçokları bu basamaktan geçtiler. ‘Fenafillah’ sırrının ilk denemesi millet âleminde yapıldı. Ruhumuzda barınan ve onu kendine çıkararak Allah’a doğru ilerleten kuvvetler ‘millet mukaddesatı’ halinde bizim dışımızda vücut kazandılar. Böylece millet hem bizde hem de bizim dışımızda vücut kazandı. Milletin vücudunu teşkil eden realite böylece ruhumuzdaki millet idealinden doğdu. İdeal realiteyi meydana getirdi. Benden doğan bu realite artık sade bende değildir. Benden ibaret de değildir. O, artık meydana gelmiş olan mukaddesat sisteminin başlangıçlarından kaynayan bir nehirdir ki beni de içerisine alır; benden geçer ve ebediliğe doğru akar.”

Burada millet fikrinin insanın kendini-benini aşması, Hakk’a, ideale, mutlaka yönelmesi şeklinde ifade edildiği görülebilmektedir. Kişinin benini aşarak millet idealine yönelmesi, millet gerçekliğini kavraması sonsuza doğru çevrilişin bir merhalesidir. Metinde yer alan “millet mukaddesatı” kavramı dikkat çekicidir. Topçu, Mehmed Âkif’in milliyetçiliği konusunu tartışırken onun milliyetçiliğinde “mukaddesat” kelimesiyle ifade edilebilecek bir yükseliş, fizikten ahlâka doğru çıkış olduğunu belirtir.

Demokrasiye geçiş ve resmî milliyetçiliğin darbesi

Sivil kavramlaştırmaya yöneliş, çok partili hayata geçiş döneminde hız kazanmış, milliyetçilikle dinin bağı tekrar kurulmuştur. İşte bu vasatta, resmî anlayış, ideolojiden ötürü sürmüş ve nihayet 1980 Anayasası’nda darbeciler tarafından “Atatürk milliyetçiliği” şeklinde ifade edilmiştir.

Bunun dini dışlayan bir milliyetçilik olduğundan şüphe yoktur. (Bazıları bunu “laik milliyetçilik” şeklinde niteliyorlar.)

Türkiye’de “milliyetçilik”e partisinin adında yer veren ve 1970’lerden beri çeşitli kesintilere rağmen süren Milliyetçi Hareket Partisi’nin kurucusu, taraftarlarının ifadesiyle “Başbuğ” Türkeş, 1977 Seçimleri öncesinde Necip Fazıl’la bir mutabakat metni ortaya koymuşlar ve orada İslâmiyet ve Türklüğün ayrılmaz bir bütünü oluşturduğu ve İslâmiyet olmadan Türklüğün de olamayacağını açıkça ifade etmişlerdir.

Daha sonra Alparslan Türkeş, darbecilerin Anayasa hükmü haline getirdikleri “Atatürk milliyetçiliği”ni de şiddetle eleştirmiştir.

"(Kenan Evren) Bundan da öte, daha ciddi bir hata yapmış, ilme aykırı bir uygulamayla Anayasa'ya 'Atatürk milliyetçiliği' diye bir madde koydurtmuştur… İngiltere'nin İngiliz milliyetçiliği, Fransızların Fransız milliyetçiliği, Arap ya da Rus milliyetçilikleri... Öyleyse dünyanın hiçbir yerinde Churchill, Roosvelt, De Gaulle milliyetçiliği biçiminde garip benzetmeler mümkün değildir, bilime aykırıdır. (Kenan) Evren ve çevresi bunu yapmakla bizi bütün dünyaya karşı gülünç duruma düşürdüler.”

Fikirsiz milliyetçilik dönemi

Bugün milliyetçilik üzerinden siyaset yürüten politikacıların ekseriyetinin bu konular üzerinde kafa yormadığı, son zamanlardaki rabıtasız ifadelerinden çıkarılabilmektedir. Milliyetçi grupların milliyetçilik üzerinde düşünen, fikir ortaya koyan, zamanında tesir uyandıran şahsiyetleri unuttuklarını rahatlıkla söyleyebiliriz. Hepsi rahmetli olmuş bulunan Dündar Taşer, Erol Güngör ve Nevzat Kösoğlu 20. yüzyılın son çeyreğinde fikirleriyle geniş bir tesir uyandırmışken, bir sonraki nesilden itibaren unutulmaya başlanmışlardır. Bu fikirsizlik, piyasada temelsiz şoven milliyetçilik sloganlarının hâkim olmasına yol açmıştır. Bugün siyaseti maalesef bu şovenist, ırkçı, yabancı düşmanı sloganlar sürüklemektedir. Makul, mutedil ve bu toprağa basan, tarihimizden kaynaklanan milliyetçilik geri plana düşmüştür. Milliyetçi siyaseti takip edenlerin bu donanımsızlığı her fırsatta ortaya çıkmakta ve bu da ciddi bir güvenilirlik meselesi meydana getirmektedir.