Geliyor mu gelmekte olan?

İktidar partisine küsen, uzaklaşan, mesafe koyanlar, kollarını açmış bekleyen muhalefet saflarına koşmuyorlar. Boş bir alana park ediyorlar. O nedenle, en yandaş ve manipülatif muhalif anket sonuçlarında bile hâle muhalefet tek başına iktidara yürüyor görünmüyor.
İktidar partisine küsen, uzaklaşan, mesafe koyanlar, kollarını açmış bekleyen muhalefet saflarına koşmuyorlar. Boş bir alana park ediyorlar. O nedenle, en yandaş ve manipülatif muhalif anket sonuçlarında bile hâle muhalefet tek başına iktidara yürüyor görünmüyor.

‘Geliyor gelmekte olan…’ Bugünlerde bu sözü ne çok duyuyoruz değil mi? Özellikle de ana muhalefet cephesinin lideri ve yönetim ekibi bu slogana bayılıyor. Slogandan kastettikleri ise 2023 seçimlerine ilişkin gönüllerinden geçen. Bu sloganı kullananlar, gelecek yıl yapılacak seçimlerde Tayyip Erdoğan’ın yıkılacağını umuyorlar. Aslında ana muhalefette olan bir partinin iktidara gelmesi için Türkiye’de bütün şartlar müsait.

İktidarın ‘hizmet siyaseti’ olarak özetlediği yönetme tarzının olumlu sonuçları, yüksek enflasyon ve hâne halkının yaşamındaki krizlerin altında ezilmiş durumda. Günlük alışverişinde kara kara düşünen insanlara, altyapı ve üstyapı projeleri ile ulaşmak, onları ikna etmek çok kolay değil.

E, o zaman muhalefetin dediği gibi ‘geliyor mu gelmekte olan?’

Dip dalgayı hesaba katmalı

Yakın tarihimizden iki örnekle konuyu açalım.

12 Eylül 1980 darbesinden üç yıl sonra Türkiye’de seçim yapılmasına karar verildi. Dönemin darbeci askerlerinden oluşan Millî Güvenlik Kurulu tarafından 30 kurucusunun onaylanması şartıyla siyâsî partilerin seçime girmelerine imkân tanındı.

  • Bu şartlar altında 20 Mayıs 1983 tarihinde Turgut Özal liderliğinde Anavatan Partisi kuruldu.

Darbe sonrası yapılan 6 Kasım 1983 tarihli ilk seçime, Turgut Sunalp liderliğindeki Milliyetçi Demokrasi Partisi, Necdet Calp’ın başkanlığındaki Halkçı Parti ve birlikte Turgut Özal liderliğindeki Anavatan Partisi katıldı.

Dönemin şartları gereği, bu üç partiden askerler tarafından en sevilmeyeni ANAP idi.

Eski bir asker olan Turgut Sunalp’ın horoz amblemli partisi darbecilerin gözdesiydi ve sürekli dönemin basınında öne çıkarılıyordu.

Keza, sosyal demokrat geleneğin partisi olan ve daha sonra pek çok tabela değişikliğinin ardından bugünkü CHP hâlini alacak olan Halkçı Parti de, oligarşik bürokrasinin desteğini arkasında taşıyordu.

Ortalıkta gezdirilen genel kanâate göre, seçim bu iki parti arasında geçecekti.

Ancak ilkokul yıllarında olan bu satırların yazarı dâhil toplumun geniş kesimlerinde ise Turgut Özal’a dönük büyük bir sempati dalgası oluştuğu görülüyordu.

Dönemin egemenlerinin arzuları hilâfına derin bir dip dalga gelmekteydi ve bunu herkes hissediyordu.

Nitekim 6 Kasım 1983 tarihinde yapılan seçimlerde, Anavatan Partisi oyların yüzde 45,14’ünü alarak 211 milletvekili çıkararak ezici bir zafer kazandı. Halkçı Parti yüzde 30.46 oy ve 117 milletvekili alırken, darbecilerin partisi Milliyetçi Demokrasi Partisi sadece yüzde 23.27 oy ve 71 milletvekilinde kalıyordu.

Yani, gelmekte olan gelmişti.

Sosyolojik karşılığı olmayan kaybeder

Filmi bu kez 18 yıl ileriye saralım.

  • 14 Ağustos 2001 tarihinde siyasi yasaklı Tayyip Erdoğan tarafından Ak Parti kuruldu.

Ders kitaplarında yer alan bir şiir okuduğu için İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı görevinden alınan ve hapse atılan Erdoğan’ın daha parti kurmadan ayak sesleri çok güçlü bir biçimde hissediliyordu.

O kadar ki, dönemin hâkim medyasında aleyhinde haber çıkmadığı gün, televizyonlarında tartışılmadığı hafta yok gibiydi.

Bu satırların yazarı fakir dahi, o günlerin en popüler televizyon programlarından biri olan Reha Muhtar’ın efsanevi ‘Ateş Hattı’ programına çıkmış, her saniyesinde Erdoğan düşmanlığını açığa vuranlar ile konuyu konuşmuştu. O programın en önemli cümlesini ise o zamanlar Liberal Demokrat Parti Başkanı Besim Tibuk kurmuştu; “Kardeşim biz, bir siyasi parti başkanıyız ama Tayyip Erdoğan’ın konuşulduğu bir tartışmaya katılmak için programımızı değiştiriyoruz. Niye? Üç beş cümle de olsa kendimizi anlatabilir miyiz diye. İsteseniz de istemeseniz de bu kadar tartışılan bir kişi siyâsî hayatta güçlü olarak var olacaktır…”

Youtube’da bozuk da olsa bir parçası bulunan programı meraklısı izleyebilir.

Yani, 2000’li yıllarda daha parti bile kurmadan Tayyip Erdoğan’ın büyük sosyolojik karşılık bulduğu derinden derine hissediliyordu.

28 Şubat’ın soygun ve zulüm yıllarının ardından âciz hâle gelen siyâsî yapı, IMF memuru Kemal Derviş ve yardımcısı bugünün CHP sözcüsü Faik Öztırak eliyle iflas eden ekonomi, seçimden başka bir alternatif bırakmamıştı.

Nitekim siyâsî yasaklı olmasına rağmen partisini kurduğunda Erdoğan’a yönelik ana akım medya tüm silahları ile saldırıya geçerek itibarsızlaştırma, zayıflatma, gözden düşürme amaçlı kampanyalar yapmıştı.

Ama dönemin hâkimleri ne derlerse desinler, Tayyip Erdoğan’ın tsunami oluşturarak siyâsî hayata çok güçlü bir giriş yapacağı, aklı başında herkes tarafından görülüyordu.

Gazete sayfalarında itibar suikastına uğruyor, televizyon stüdyolarında yerden yere vuruluyordu, ama toplum vicdanındaki yankısını sağır sultan bile duymuştu.

Nitekim 3 Kasım 2002 tarihinde yapılan seçimde Ak Parti yüzde 34,29 alırken, CHP 19,38’de kalmıştı. Diğer bütün partilerin baraj altında kalmasıyla, 550 milletvekilinin 363’ünü alarak tek başına iktidara gelmişti.

Yani, yine ve hissedildiği gibi “gelmekte olan gelmişti…”

Bu iki yakın tarih örneğine 1950 Demokrat Parti ve 1965 Adalet Partisi örneklerini de ekleyebiliriz.

İktidar zorda ama muhalefete koşan yok

Gelelim günümüze…

“Geliyor gelmekte olan” sloganını atarken zevkten dört köşe olanlar dahi yüksek enflasyonun ürettiği şartlar ortada olmasına rağmen gümbür gümbür bir dip ses duyuyorlar mı sizce?

20 yıllık geçmiş, yıpranmışlık, alışılmışlık, özellikle ‘Z kuşağı’ diye tarif edilen yeni nesillerdeki değişim arzusu, yüksek enflasyonun getirdiği hayat pahalılığı, düşük gelirlilerin alım gücündeki ciddi erozyon, genel göstergelerdeki parlak rakamlara karşın gündelik hayata yansımayan ekonomik performans…

Akaryakıttaki muazzam fiyat artışı, tarım girdilerinin yüksekliği, çarşı pazarın alev alev yanması… Ev ve araba fiyatlarının hayal noktalarını bile aşması…

Yetmiyor, yanı başımızdaki Ukrayna savaşı, FED’in faiz artırımına gidecek olması ve doların yine zıplama ihtimali… Yangın var ve ortalıkta başıboş benzin bidonları dolaşıyor…

Bir iktidarın yıkılması ve muhalefetin işbaşına gelmesi için daha ne gerekiyor?

“Gelmekte olan geliyor” ise, tüm bu şartlara rağmen ana muhalefet partisi hiçbir zaman çay bile içmeyeceği liderler ile neden masa kurmak zorunda kalıyor?

Derdim polyannacılık oynamak değil, analiz yapmak…

Ama son beş yılında İstanbul ve Ankara’nın kaybedilmesinin gerekliliğinden bahseden birisi olarak, içinde bulunduğumuz olağanüstü şartlara rağmen muhalefet cephesinden ayağa kalkmış gümbür gümbür gelen bir yürüyüş hissetmiyorum.

İstanbul seçimlerinde hemşericilik yapanların yaşadığı büyük hayal kırıklığı yeni bir duruma yol açtı. İktidar partisine küsen, uzaklaşan, mesafe koyanlar, kollarını açmış bekleyen muhalefet saflarına koşmuyorlar. Boş bir alana park ediyorlar.

O nedenle, en yandaş ve manipülatif muhalif anket sonuçlarında bile hâle muhalefet tek başına iktidara yürüyor görünmüyor. İktidar partisi kan kaybediyor ama muhalefet yerinde sayıyor.

Ben son söz olarak bugünkü veriler ışığında tahminimi şuraya bırakayım; “Önümüzdeki seçimde ilk turda Tayyip Erdoğan yeniden Başkan seçilir fakat Ak Parti oyları yüzde 40 civarını aşamaz…”

Ancak, bir siyaset dehâsı olan Tayyip Erdoğan şapkadan bugün tahmin edemeyeceğimiz tavşanlar çıkarırsa, muhalefet şu an anketlerde aldığı oy oranlarını dahi göremeyebilir.