Hakikat Aşkı, Hakikat Korkusu

İnsanın hakikat arayışı
İnsanın hakikat arayışı

Beherimiz için pek sık sorulması icap eden sual: Sahiden de hakikate taliplik istikameti üzerinde miyiz yoksa tutturduğumuz yol, bizi hakikatin kırıntılarından dahi fersahlarca uzağa mı sürüklemekte? Ve daha acısı: Nedir bizim hakikatimiz? Ve bu hakikati bizim kılan ne? Bu hakikati içselleştirme adına sahiden de bir bedel ödedik mi? Nedir o bedel? Ödemişsek elimizdeki hakikat ile ödediğimiz bedel arasında gerçekten de makul bir nispet var mı? Yoksa biz kendimizi, avucumuzda tuttuklarımızı kastederek hakikati pek ucuza kapattığımız zehabıyla mı kandırmaktayız? Sahiden hangi hakikate talibiz biz?

Sıklıkla ifade edildiği gibi insan sahiden de hakikate talip midir, yoksa hakikat insan için nasip miktarınca keşfedilmesi icap eden bir mesele değil de, içten içe içtinap edilmesi mecburi bir mahiyet mi arzetmekte?

Beşerin en mahir zenaati durumundaki o meşhur kendini ustalıkla bizzat kafesleme ameliyesinin birbirinden hünerli binlerce tuzağını bir şekilde aşarak içimizi yokladığımızda kaçımız, varoluşumuzun sebebi sadedinde hakikati keşif meselesini, derunumuzda merkezi bir hüviyette ve yerli-yerinde tespit edebiliyor? İnsanın en çok da yakınında itham edeceği biri bulunduğunda bu kafeslemeye ancak o vakit teşebbüs ettiğini kaç kez tecrübe etmişizdir acaba?

Diyelim ki bu âlemin o sürgit gailelerini nispeten yumuşatacak dünya nimetlerinin peşinde koşmak yerine, kendimizi bir davaya adadık; muhâlfarz davamız da hak bir dava. Soralım kendimize: Başımızı hak bir gayeye satma vaziyetimiz dahi bizi hakikat talipliliğine yakınlaştırmakta mı yoksa davamız bizi hakikate ulaşma hedefinden daha bir uzaklaştırmakta mı? Daha açıkça sorgulayalım: İdealizm hakikate talipliği pekiştirir mi yoksa hakikati keşif kaygısı yerine ekseriyetle kendisini mi ikame eder?

Her şeye sahtesi musallatsa

İnsanın yıllar yılı içinde garkolduğu hakikati keşif arzusu, vakti-saati geldiğinde çaktırmadan yerini sahte hakikatleri keşif meyline bırakmaz mı? Veya sahte keşif teşebbüslerine. Hayır, bu sorunun yakıcılığından hiçbirimiz muaf değiliz. Yazan da, okuyan da. Nakısayı sadece dışarıda aramak ve hatta bir tek orada görmek de hakikate gözünü sımsıkı kapamak demek. Nakısayı yahut yanlışı ve hatta kötülüğü. Tenkit hakkı da bize bahşedilen lütuflardan bir lütuf hâlbuki. Başkalarındaki kusuru sayıp-dökmek için değil, kendimizdekini yine kendimize itiraf etmek için bahşedilen bir lütuf üstelik.

Madem her şeye sahtesi musallat, hakikat bu kaideden nasıl muaf kalabilsin ki! Öyle ya insan bir yandan hakikate varmak isterken öbür yandan hakikat ile arasına ne diye bunca aşılması pek çetin manialar yığar?

Öte yandan şurası da merakı celbeden bir husus değil mi?: Bir fertte insanın hakikate dair muhabbeti mi galiptir yoksa hakikat korkusu mu? Ve bu vaziyeti bir nevi tayin eden hususlar hangileridir? Ve de bu hususların kahir ekseriyeti kişinin kendi tercihlerinin tayin ettiği manâsında dahili midir, yoksa çevre şartlarına işaret edecek tarzda harici mi?

Hakikat peşinden gidilen amaçtır.
Hakikat peşinden gidilen amaçtır.

Nefs emniyeti için

Mademki hakikati keşif yolculuğuna mecburuz, bir ömür bu yolda kimileyin oyalanmak, kimileyin de menzile varmak gayesiyle gayret etme durumundayız, hakikatten nasibimize miktarını kendi hakikatimiz diye bellemek makamındayız, o hâlde ne diye böylesine gafiliz hakikatten? Hayır, “Kim hakikate talip?” diye sorulduğunda etrafımıza değil, dönüp kendimize bakmak mecburiyetindeyiz. Hakikati aramak, bulmak; bulunca da mal bulmuş Mağribi gibi yan gelip yatmak değil, elimizdeki hakikatin üzerine konulası yeni hakikatleri aramak zorunluluğunun şuuruna ermek durumundayız.

Bir de bir ömür, bile-isteye hakikate gafil kalmayı tercih edenler var. Heyhat!

Hakikat korkusu, Mutlak Hakikat’e temas korkusundan gelir. Malûm, Mutlak Hakikat’e yakın düşmek demek, belli bazı mesuliyetleri de yüklenmek demek. Bu nevi mesuliyeti üstlenmek istemeyen insan, evvelâ Mutlak Hakikat’e döner sırtını; peşisıra da hakikatin kendisine.

  • Aslen insanoğlu hakikati fark, ihsas ve idrak etmek üzere yaratılmışken, yeryüzünün varlıklarının celbi, kimileyin de teshiri neticesinde bu asli vazifesini kabullenme yerine sık sık, bazen de tamamen onu red ve inkâr yolunu tercih eder; nefs emniyeti için elbette. Çünkü böylelikle hem hakikate talipliğin ulvi sorumluluğundan kendisini azade kılacak, hem de bu keşif yolculuğunun zorluklarından kurtulacaktır.

Ama dünya işleri o kadar kolay mı? Öyle ya, insanın içinden bir ses daima ona bu vazifelerin vazifesini ihtara devam etmez mi? İşte insan, tam bu durumdayken ruhunun derinliklerindeki mahrumiyet hissini bastırmak için başka bir hissinden istimdat bekler: hazdan! Haz, bir yanıyla insanın hakkı ve helâli, bir yanıylaysa ruhi sıhhatini muhafaza için ancak pek azını istimâl payıyla sınırlandırılmış. Hazzı da her daim zevkusefa diye almamak lâzım; kimileyin de ezayücefa kişide hazzı telezzüz ettirebilir.

Hazzın hududu

Hazzın hududu bize insanlığımızın sınırını çizer. İlginçtir, bu sınırı aştığımızda kendimizi hayvan mertebesinde bulamayız da adeta onun da aşağısına yuvarlanırız.

Her hazzın doyum noktası elemi getirir.
Her hazzın doyum noktası elemi getirir.

Hakikati keşif mesuliyetinden feragat eden kişi aynı zamanda Mutlak Hakikat’e de sırtını döndüğünü kendinden saklamak için ne yapar dersiniz? Doğru, inancına daha bir sarılır. Hayır, münafığın gayreti ekseriya başkaları içinken, çevresindekilerden maddi menfaat devşirmek üzereyken, bahsettiğimiz mizaçtaki kişinin derdi bir tek kendiyledir; muhatabı da kendisinden başkası değildir. Yani kandıran da kendisidir, kandırılan da.

Peki bu alışverişteki kazanç kimdir ve kazanç nedir?

Kazanan nefs, kazanılan ise hakikate taliplik mesuliyetinden azadelik zehabı.

Beherimiz için pek sık sorulması icap eden sual: Sahiden de hakikate taliplik istikameti üzerinde miyiz yoksa tutturduğumuz yol, bizi hakikatin kırıntılarından dahi fersahlarca uzağa mı sürüklemekte? Ve daha acısı: Nedir bizim hakikatimiz? Ve bu hakikati bizim kılan ne? Bu hakikati içselleştirme adına sahiden de bir bedel ödedik mi? Nedir o bedel? Ödemişsek elimizdeki hakikat ile ödediğimiz bedel arasında gerçekten de makul bir nispet var mı? Yoksa biz kendimizi, avucumuzda tuttuklarımızı kastederek hakikati pek ucuza kapattığımız zehabıyla mı kandırmaktayız?

Sahiden hangi hakikate talibiz biz?