İran'da rejim değişikliği rafa mı kaldırıldı?

İran'da rejim değişikliği rafa mı kaldırıldı?
İran'da rejim değişikliği rafa mı kaldırıldı?

Tahran ve Tel-Aviv arasındaki çatışma, Trump'ın dayattığı ateşkes ile noktalandı gözüküyor. İsrail, atom bombalı İran tehdidini uzaklaştırdığı, İran ise burun buruna geldiği rejim değişikliğinden şimdilik yakayı sıyırdığı için mevcut durumdan razı. Trump ise hem askeri müdahele ile Neatanyahu’nun gönlünü aldı hem de ateşkes girişimi ile bir türlü doyuramadığı egosunu tatmin etti. Şu satırları okuduğunuzda savaş ateşinin tekrar bir yerlerden harlandığına şahit olursak yine de şaşırmayalım, bunu yeni düzenin bir parçası olarak görebiliriz. Ancak İran ve İsrail gibi iki “imaj devleti” söz konusu olduğunda hakikate doğru atılan her adım beraberinde birçok ezberi sorgulatacaktır. İşte bu yazıda İran-İsrail düşmanlığının propagandadan arındırılmış gerçek yüzünü ve Tahran rejimini bekleyen akıbetle ilgili ipuçlarını okuyacaksınız.

İran'ın kimliğinin bir parçası haline gelen propagandanın aksine tüm göstergeler savaşta moral üstünlüğünün İsrail'de olduğunu gösteriyor. Bağımsız muhabirlerin aktardığına göre normalde Netanyahu iktidarına muhalif israilliler bile “Bugün İran'dan füze yememiz, yarın atom bombasıyla vurulmamızdan daha iyidir” diyerek savaşın bir zaruret olduğu konusunda ikna olmuş durumdalar.

Anayasasına israilin yok edilmesini vazife olarak yazıp, yarım asra yakındır bunu kimliğinin bir parçası olarak açıklayan İran'ın, İsrail düşmanlığındaki fiiliyatı iddiası kadar ikna edici olmasa da israilliler, Tahran rejimini bir varoluş tehdidi olarak görüyorlar. Ayrıca 7 Ekim saldırısının ana sponsoru ve fikir babasının İran olduğu konusunda da israilde bir genel kanaatin olduğunu söylemek mümkün. Pek tabii, İran ile israil arasında savaşın başlangıç tarihi olarak 13 Haziran 2025 değil de 7 Ekim 2023 hatta 1979 devrim rejiminin kuruluş tarihi baz alınıyor.

İran’a vurmak herkesin işine mi gelir?

Ayrıca israil kamuoyunda “Gazze katliamı mı, yoksa İran'a saldırı mı daha çok destekleniyor” sorusu gündeme geldiğinde İran'ın hedef alınması öne çıkıyor, hatta Gazze savaşına muhalif olanları da memnun eden bir karar olarak değerlendiriliyor. Dolayısıyla içeride savaşlar ile koltuğunu koruyan Netanyahu'nun İran tehdidini püskürtmek adına attığı adımları açıklamakta bir sorunla karşılaşabileceği ihtimal verilmiyor.

Öte yandan Arap ülkeleri dahil tüm bölge ülkelerinin krizin kontrolden çıkmama şartıyla İran'ın zayıflamasından memnun olduğunu söylemek için müneccim olmaya gerek yok. Suriye başta olmak üzere bölge istikrarsızlığında büyük payı olan İran'ın hele ki israil eliyle darbe alması, takınan diplomatık dilin tersine bölge ülkelerini mutlu ettiği aşikar.

Almanya Başbakanı Friedrich Merz'in savaş konusunda "İsrail hepimiz için bu kirli işi üstlenmiş durumda. Sadece şunu söyleyebilirim ki, İsrail ordusuna, İsrail devlet yönetimine bunu yapacak cesareti gösterdikleri için saygı duyuyorum" cümleleri de Batının İran ile ilgili genel yaklaşımını özetler mahiyette okunabilir.

Dolayısıyla gerek bölge gerekse dünya ülkelerinin birçoğunun, insânî konularda çıkan birkaç cılız ses haricinde Netanyahu ve israilin safında yer aldıklarını söylemek mümkündür.

Netanyahu kana doymuyor

Özellikle Türkiye'de hakikatten kopuk takıntılı bir tavırla söylenmiş olsa da İran'dan sonra sıranın diğer ülkelere geleceği konusundaki endişe pek de yersiz sayılmaz. İsrailin uluslararası hukuk karşısında sürekli istisna tutularak sorumsuzluğunun bir standart haline gelmesi elbette endişe kaynağıdır. İran'dan hazzetmeyen bölge ülkelerinin konuyla ilgili endişelerinin temelinde aslında bu konu vardır.

Öte yandan siyaset masasında harcansa bile Filistin davası hâlâ insânî vicdanın direnç gösterdiği ön cephe olarak varlığını koruyor. Tam da bu yüzden Netanyahu'nun kan dökmekteki doyumsuzluğu herkesin ortak güvenlik kaygısı olmaya başladı. İsrail ölüm makinesinin Filistin, Lübnan, Suriye ve ardından İran ile sınırlı kalmayacağı endişesi bölge halklarının stres kaynağı olmayı sürdürüyor.

İran'ın kaybı ve kazancı nelerdir?

İran'ın önde gelen kaybının, ölen üst düzey askerleri olduğunu söyleyebiliriz. Devrim Muhafızları Ordusu Kudüs Gücü komutanı İsmail Kaani dışında resmi merasimlerde Hamaney'in yanında saf tutan herkesin İsrail'in nokta operasyonlarıyla öldürüldüğünü görüyoruz. İsrail'in İran'daki istihbarat ve operasyon kabiliyeti dikkate alınırsa Kaani'nin hayatta kalması da enteresan bir hâdisedir. Hemen her düzeyde İsrail casusluğu meselesinin kâbus gibi çöktüğü bir ülkede İsmail Kaani artık hep şüpheyle anılacaktır.

Diğer bir husus ise İran hava sahasının İsrail saldırıları karşısında direnç gösterememesidir. Savaş sırasında İran askeri yetkilileri ve rejim basını, İsrail'e ait bir kaç F-35 savaş uçağını düşürdüklerini iddia etseler de ne içeriye ne de dünya kamuoyuna ikna edici hiçbir belge sunulmamıştır.

Devrim Muhafızları Ordusu başkomutanı Selami'nin de vurulduğu ilk darbe ise İran'ın nasıl bir israil sızmasına maruz kaldığını gösteriyor. Ülkenin her tarafına İHA istasyonlarının yerleştirilmesi, hatta israilin İran topraklarında envai çeşit İHA fabrikası kurup savaştaki ihtiyacını İran içinden temin etmesi, bir israil başarısından ziyade İran acziyeti olarak öne çıkıyor.

Üstelik yıllar önce İstihbarat bakanı, hatta cumhurbaşkanı seviyesindeki yetkililerin israil sızmaları konusunda alenen uyarılarda bulunmalarına rağmen böyle bir tablonun ortaya çıkışı hiçbir propaganda ile örtbas edilecek gibi değildir.

İran'ın acizliği sadece savunmadaki zaafları ile de sınırlı kalmadı. Hücum ederken bazı füzeleri İsrail'e ateşlemeyi başarsa da kaybettiği onca üst düzey askerine karşı tek bir israil ordu mensubunu etkisiz hale getiremedi.

Tahran rejimi, askerî kabiliyetinin tersine sosyal medya başta olmak üzere tüm propaganda kabiliyeti sayesinde kan kaybeden imajını onarmayı önemli ölçüde başarmıştır.

Kendi yönetimlerinin sahada İsrail'e güç yetiremediğine ikna olan bazı bölge insanları, Filistin davası iddiasında bulunup şovunu yapan İran'ı izlemeyi bir çeşit tatmin duygusuna dönüştürmüştür. Almanya başbakanının deyimiyle İsrail, Batının pis işlerini yaparken; İran'da İslam dünyası'nın Filistin fantazisine karşılık veriyor gibidir.

Rejim değişikliği rafa mı kaldırıldı?

İran rejimi kurulduğundan kısa süre sonra hep meşruiyet sorunu ile başbaşa kaldı. Toplum kimliği haline gelmiş protestolar rejimin ayrılmaz parçası halini aldı. Yönetimin mottosu hep aynı oldu: “İçeride muhalifleri sindirip sadık halkayı daralt, dışarıda muhalefetin meşruiyetini yok et ve imajını yenile.”

Konunun Türkiye'de nasıl anlaşıldığı ise şöyle özetlenebilir: “Türkiye, Tahran rejimi propaganda şebekesinin reklam yüzüdür.”

Çoğunlukla iç hassasiyetlerden dolayı Türkiye, İran'da istikrarın sarsılmasını hiç istemedi. İran'ın parçalanması korkusu “İran'dan sonra sıra Türkiye'de” sloganıyla pek tabi İran'ın da işine gelecek şekilde hep canlı tutuldu. Bu yüzden “PKK'ın ajandasını İran yazıyor” yorumları yapıldığında bile İran muhalifi olmak hoş görülmedi.

Her sokak hareketinden sonra “İran'da rejim mi değişiyor?” sorusu abartılı bir tedirginlikle gündeme getirildi. Haliyle rejim değişikliğini algılamanın önüne perde çekilmiş oldu. Dolayısıyla rejim değişikliğinin ciddiyetini, Trump'ın paylaşımları arasında aramaktansa İran'ın iç yapısında aramak gerekiyordu.

İran'ın ekonomik sorunlar çıkmazına girmesi bir kenara, sadece enerji ve su sorunlarının deviremeyeceği bir rejim yoktur. Buna bir de halk ve yönetici kadro içindeki gelecek kaygısı eklenirse kronikleşen sorunların çeşitliliği kendiliğinden ortaya çıkıyor.

Bugün İran rejimi, propaganda sayesinde hâlâ ülke dışında birileri için cazibe merkezi olmayı sürdürüyor olsa da ülke içindeki en fanatik taraftarları nazarında bile başarılı bir model değildir. İran halkının genel görüşü de zaten böyledir. Halkın sisteme olan güvensizliği ve hayal kırıklığı o kadar derindir ki, kriz yönetiminde elzem olan asgari halk-devlet işbirliği neredeyse imkânsız hale gelmiştir.

Hamaney'in yerine geçecek alternatifler konusunda gerek yönetici kadro gerekse toplum nezdinde ikna edici ve birleştirici adaylar mevcut değildir. Muhalefet cephesi daha da beterdir.Her kademede görülen dağınıklık ve kalitesizlik dışardan bir iradeyle rejim değişikliğinden ziyade bir içten çöküşe işaret etmektedir.

Aslına bakılırsa İran, Suriye ve Irak örneklerinden çok daha büyük bir karmaşanın içindedir. Yine de bu derece memnuniyetsizliğin olduğu bir ülkede alternatifsizliğin sonsuza dek sürmesi siyasetin mantığına terstir. Fakat bu noktada İsrail'in ve de batının PR çalışmasıolarak eski kralın oğlu Rıza Pehlevi'yi öne çıkarması da bir çözüm değildir. Çünkü İran'da açık faaliyet fırsatı bulmasa da niteliği ve niceliği küçümsenmeyecek derecede ciddi bir elit kitle rejim değişikliği konusunda belirleyici unsurdur.

Türkiye her şeye hazırlıklı mı?

Mevcut İran rejiminin sonrasına dair irili ufaklı tüm ülkelerin bir planı olduğu sır olmasa gerek. Asıl mesele Ankara'nın bu ihtimale dair bir hazırlığı olup olmadığıdır. Türkiye’nin hemen yanı başında olan bitene ıslık çalarak kayıtsız kalması düşünülemez, zira bunun faturası ağır olacaktır. Her akşam BOP haritasını önlerine koyarak hülyalara dalan ayrılıkçı unsurlar böyle bir fırsatı dört gözle beklemekte, bütün imkânlarını seferber ederek hazırlıklarını ona göre yapmaktadır.

Hamaney’in yerine geçecek alternatifler konusunda gerek yönetici kadro gerekse toplum nezdinde ikna edici ve birleştirici adaylar mevcut değildir. Muhalefet cephesi daha da beterdir. Her kademede görülen dağınıklık ve kalitesizlik dışardan bir iradeyle rejim değişikliğinden ziyade bir içten çöküşe işaret etmektedir.
Hamaney’in yerine geçecek alternatifler konusunda gerek yönetici kadro gerekse toplum nezdinde ikna edici ve birleştirici adaylar mevcut değildir. Muhalefet cephesi daha da beterdir. Her kademede görülen dağınıklık ve kalitesizlik dışardan bir iradeyle rejim değişikliğinden ziyade bir içten çöküşe işaret etmektedir.

O vakit şu soruyu sormanın tam zamanıdır:

Ne dersiniz, Türkiye,İran Türkleri ve Güney Azerbaycan meselesini gereğince idrak edebilmiş midir?