İslamofobi ile mücadele mümkün mü?

İslamofobi  ile  mücadele  mümkün  mü?
İslamofobi ile mücadele mümkün mü?

Her iki dünya savaşından sonra Balkanlardan Doğu Türkistan’a kadar uzanan bir coğrafyada milyonlarca insanımız Anadolu’ya sığınmak zorunda kaldı. Sayıları milyonlarla ifade edilen bu kitlelerin maruz kaldığı soykırım ve sürgünler bugünlere değin akademik hiçbir çalışmaya konu edilmedi. Bunun ne kadar büyük bir eksiklik olduğu anlamak için daha ne bekliyoruz.

15 Mart 2019 günü Yeni Zelanda’nın Christchurch kentinde yaşanan vahşi terör saldırısı dünya gündeminin zirvesinde günlerce kaldı. O gün, Brenton Tarant adlı bir terörist, Cuma namazı kıldıkları esnada 51 müslümanı öldürmüş, 40 kişiyi de yaralamıştı. Yapılan soruşturmalar sonucunda bu toplu cinayetin arka planında İslam düşmanlığı olduğu ortaya çıkmıştı. Devamında Birleşmiş Milletler genel kurulunda yapılan bir oturumda 15 mart günü, dünyada İSLAMOFOBİ İLE MÜCADELE GÜNÜ olarak kabul ve ilan edilmişti. Son yıllarda Güvenlik konseyinin 5 daimi üyesinin vetoları yüzünden çalışmaları çok yetersiz de olsa BM’nin bu kararı değerlidir.

Aslında İslamofobi olarak adlandırılan sapık ve saldırgan düşünce akımının yeni bir şey olmadığı, İslam'ın ortaya çıkışıyla başladığı söylenebilir. Sonraki asırlarda Katolik dünyasının başındaki papaların sürüklediği haçlı seferlerinin ana motiflerinden birinin, İslam düşmanlığı olduğu herkesin malumudur. Devam eden asırlarda defalarca tekrarlanan haçlı seferlerinin hedefleri arasında, kutsal Kudüs şehrinin Müslümanların elinden alınmaya yönelik olduğunu hatırlatmak isterim.

Bir kavram olarak islamofobinin literatüre girmesi soğuk savaş sonrasına rastlar. Düşmansız yaşayamayan hegemon batılı ülkeler Varşova paktının dağılmasından sonra, alenen ilan etmeseler de, düşman olarak Müslümanları seçti. Özellikle, New York’taki uğursuz 11 eylül 2001 olayından sonra ABD ve yandaşları, Afganistan ve Irak’a saldırmak için uydurdukları bahanelerin başında fundamentalist İslam anlayışı ile mücadele önemli yer tutmuştu.

Turkofobiden islamofobiye batıda esen nefret rüzgarları

İslamofobi ile eşanlamlı diyebileceğimiz diğer bir kavram da TÜRKOFOBİ’dir. 1800 lü yılların başlarında Mora’da başlayan Yunan isyanlarının liderlerinden NİKİTARAS’IN lakabı, TÜRKOFAGOS idi ve Türk yiyen anlamına gelen o döneme has bir tabir idi. O yıllardan günümüze Yunanistan’da, hatta Balkanların genelindeki saldırgan ırkçı eğilimlerin özünde tarihten kaynaklanan Türk düşmanlığının olduğunu hatırlatmak isterim.

Yunan ulusu ile aynı zamanlarda Balkanlarda Osmanlı’ya karşı isyan başlatan Sırplar arasında da Osmanlı-Türk düşmanlığını yaymak için İngiltere ve Rusya destekli yoğun bir faaliyet vardı. Bu faaliyetler çerçevesinde ortaya çıkan manzum edebi eserler arasında Karadağ’lı prens Petar Petroviç Negoş’un kaleme aldığı, DAĞ ÇELENGİ (GORSKİ VİJENAC) adını taşıyan eserin önemine dikkat çekmek isterim. Sırp edebiyatının klasikleri arasında yer alan ve ana fikri Türk düşmanlığı olan bir kaynaktan bahsediyoruz. 2 asırdan beri Sırbistan ve Yugoslavya okullarında ders kitaplarında yer bulacak kadar yaygınlaşmıştır. Srebrenica soykırımı 19. Asırdan günümüze kadar devam eden Osmanlı-Türk düşmanlığının tezahüründen başka bir şey değildir.

Aslında islamofobi batılı oryantalistlerin İslam dünyası ile ilgili üretip dünya literatürüne kabul ettirdikleri kavramlardan birisidir. Bir çok Müslüman yazar ve fikir adamının batı menşe’li kavramlarla fikir ve edebi eser verdiğine dikkat çekmek isterim. Ne yazık ki İslam düşünce dünyasının kodları batılı kavramların kuşatması altında örülmüştür.

Türkiye’deki akademi dünyası, bazı istisnalar hariç büyük ölçüde batıya bağımlıdır. İlim yapmanın olmazsa olmaz temel şartının, hür ve bağımsız olmak olduğunu hatırdan çıkarmamalıyız. Teknoloji ile ilgili ilimler konusunda batıya bağımlı olmayı anlamak mümkündür ancak sosyal bilimler alanında üniversitelerimizin kendi kaynaklarımıza ve zengin tarihimizde saklı milli-yerli değerlere dönülmesi gerekmektedir.

Emperyalist batılılar kendileri dışındaki coğrafyaların maddi kaynaklarını istedikleri gibi sömürdükleri yetmiyormuş gibi, özgün fikir üretme kabiliyetinden mahrum Müslüman aydınların düşünce dünyasını da başarıyla yönlendirdikleri gerçeğinin farkına varmalıyız.

Evrensel insan hakları beyannamesi ve soykırımları önleme sözleşmesi

2. Dünya savaşı boyunca ve öncesinde yaşanan korkunç felaketler yeni bir yapıya kavuşturulacak Birleşmiş Milletlerle ilgili hazırlıkları derinden etkiledi. İnsan haklarının tanınıp korunması dünya ve insanlığın evrensel parlamentosu olarak tasarlanan BM’nin gündemine girdi. Savaşı değil barışı esas alan ve insan hayatını merkezine koyan bu bakış açısı, insanlık adına sevindirici bir gelişme idi.

Bu amaçla 12 aralık 1948 tarihinde evrensel insan hakları sözleşmesi kurucu tüm ülkelerin ortak kararı olarak ilan edildi. BM yi kuran üye devletler, bu sözleşmeyi tasdik ve yürürlüğe koymaya davet edildi. Devamında soykırımları önleme sözleşmesi de kabul edildi. Bu sözleşmenin ortaya çıkışında Nazi rejiminin Yahudilere uyguladığı soykırımın etkili olduğu gerçeğine dikkat çekmek isterim. Bu sözleşme metninin yazılmasında Yahudi düşünce adamlarının katkısı büyüktür.

Soykırım önleme sözleşmesi ile birlikte dünyada yeni bir araştırma alanı ve bilim dalı ortaya çıktı. Gerek insan hakları gerekse soykırım araştırma konuları üzerine başlayan çalışmalar batı merkezli olarak hız kazandı. Az gelişmiş ülkeler bu konuda da batıya nazaran geri kaldı.

Soykırımları ve insanlığa karşı işlenen suçları araştırma enstitüsü

3 Asırdır sömürü soykırım ve sürgünlere maruz kalan batı dışı dünya, özellikle de İslam dünyası, emperyalizme karşı direnme iradesi ve becerisi ortaya koyamadı. Bu çaresizliğin özünde, neyi, niçin ve nasıl yapacaklarının bilgisine sahip olmamalarında yatmaktadır.

Amerika merkezli yeni dünya düzeni, IMF, Dünya Bankası gibi uluslararası kurumlar eliyle, bağımsızlığını yeni kazanmış az gelişmiş ülkeler, çağdaş ve modern (!) bir sömürü ağının içine düştüler. Soğuk savaş gerginliği ve nükleer savaş tehditleri arasında kalan batı dışı dünya, diktacı Komünizm ile sömürgeci kapitalizm arasında bir tercihe mecbur bırakıldı.

Uluslararası soykırım ve İnsanlığa karşı işlenen suçları araştırma enstitüsü Türkiye Cumhurbaşkanlığı kararı ile 15.07 2021 tarihinde Resmi Gazete ilanı ile İstanbul Üniversitesi bünyesinde kurulmuştur. Enstitü, batı dünyası dışında bu yeni bilim dalında faaliyete geçen ilk ve tek kurumdur. Geç kalmış da olsa bu enstitünün büyük bir boşluğu doldurduğuna inanıyorum

Enstitünün hedefleri arasında geçmişte ve günümüzde insanlığa karşı işlenen soykırım ve suçlara yönelik araştırmalar yapmak, halen devam eden çalışmaların etkinleştirilmesini ve geliştirilmesini sağlamak olarak ifade edilmektedir. Bunun yanında soykırım üzerine çalışan kurum ve kişilerle işbirliği yapmak, varılan sonuçları ulusal ve uluslar arası kamuoyu ile paylaşmak görevler arasında sayılmaktadır.

Geçmişten günümüze kadar işlenmiş soykırımların ve hak ihlallerinin araştırma çalışmaları genelde batı merkezli düşünce ve anlayışlarının bakış açısının hakim olduğu bir çerçevede incelenmiştir. Bu sebepten elde edilen sonuç ve yorumların ne kadar objektif olduğu tartışma konusudur. Mesela her iki dünya savaşı süresince ve sonrasında Müslümanlara yapılan soykırımları görmek istemeyen batı dünyası, 1915 yılında Türklerin Ermenilere soykırım yaptığını ısrarla tekrarlıyor. Gerek ABD’de gerekse Avrupa’da bir çok ülke Ermenilere soykırım yapıldığı iddialarını parlamentolarından geçirerek Türkiye’ye baskı yapmaktan vazgeçmiyorlar. Her nisan ayı geldiğinde başta Washington olmak üzere batılı dostlarımız(!) Ermeni soykırım yalanı propagandasını dünya gündemine sokmaya devam ediyorlar.

Oysa her iki dünya savaşından sonra Balkanlardan Doğu Türkistan’a kadar uzanan bir coğrafyada milyonlarca insanımız Anadolu’ya sığınmak zorunda kaldı. Sayıları milyonlarla ifade edilen bu kitlelerin maruz kaldığı soykırım ve sürgünler bugünlere değin akademik hiçbir çalışmaya konu edilmedi. Bunun ne kadar büyük bir eksiklik olduğu anlamak için daha ne bekliyoruz. Eğer devletimiz, ilim ve fikir adamlarımız bu sürgün ve göçlerin sebebi üzerine çalışmalar yapsaydı Lozan’dan sonra sınırlarımız dışında kalan soydaş ve dindaşlarımız bel ki de daha az zulme maruz kalır sürgün edilmekten kurtulurdu. Bu sebepten dolayı soykırımları araştıracak bu enstitü gibi kurumların ve sivil toplum kuruluşlarının artırılarak yaygınlaştırılması gerekmektedir. Ancak bu şekilde insan hakları demokrasi ve özgürlük gibi üstün insani değerleri batının tekelinden kurtarabilirız.

Başlıkta sorduğumuz sualin cevabını yazının sonunda verelim. Yeterli bilgi sahibi olmadan İslamofobi ile mücadelenin başarılı olması mümkün değildir.