Japonya’nın ikilemi

Japonya’nın ikilemi
Japonya’nın ikilemi

Sistemin bu sürdürülemez yapısı, Tokyo’nun koridorlarında da yankı bulmaya başladı. Hükümet, belki de tarihinde ilk kez bu sorunu yalnızca bir işgücü meselesi değil, bir entegrasyon ve millî gelecek meselesi olarak ele alıyor. İlk kez, doğrudan yabancıların topluma entegrasyonundan sorumlu bir kabine bakanlığı pozisyonu oluşturuldu. Artık mesele yalnızca vize vermek değil; dil eğitimi, sosyal haklara erişim, kültürel uyum ve toplumsal kabul gibi çok boyutlu bir entegrasyon politikası geliştirmek.

Japonya bugün, tarihinin belki de en derin, en sarsıcı dönüşüm eşiklerinden birinde duruyor. Bu yalnızca istatistiklerle, grafiklerle ya da ekonomik göstergelerle açıklanabilecek bir durum değil. Bu, bir kavmin kendi geleceğiyle, kimliğiyle ve hayatta kalma biçimiyle yüzleştiği bir varoluş sınavı.

Dünyanın üçüncü büyük ekonomisi, âdeta iki zıt kutup arasında sıkışmış durumda. Bir yanda, hızla yaşlanan ve küçülen nüfusunun yarattığı sistematik bir tehdit, diğer yanda bu tehdidi bertaraf etmenin en gerçekçi yolu olan kitlesel yabancı işgücü kabulünün, yüzyıllara dayanan kültürel kimlik anlayışıyla yaşattığı şiddetli çarpışma. Homojenlik miti ile küresel gerçeklik arasında sıkışan Japonya, kapılarını dünyaya açmak ile kendi içine kapanmak arasında giderek keskinleşen bir bıçak sırtında ilerliyor.

Bir ülke düşünün ki, nüfusunun dörtte birinden fazlası 65 yaşın üzerinde. Yeni nesiller yeterince doğmuyor, doğanlar da az. Doğurganlık oranı 1.15 seviyesine kadar gerilemiş durumda ki bu, nüfusun kendi kendini yenileyebilme sınırının çok altında. Çalışma çağındaki nüfus, her yıl yaklaşık %1 oranında istikrarlı ve acımasız bir şekilde erimektedir. Bu iki faktörün birleşimi, ekonomik büyümenin motorlarını doğal yollarla besleme imkânını neredeyse ortadan kaldırmış durumda.

Tercih değil ‘zorunluluk’

Bu demografik gerçeklik, sıradan bir kriz olmanın ötesinde, âdeta jeopolitik bir son. Üretimden tüketime, vergiden sosyal güvenlik sistemlerine kadar her alanda hayati bir çöküşe zemin hazırlayan bir son. Özellikle tarım, inşaat, lojistik ve yaşlı bakımı gibi sektörler, kelimenin tam mânâsıyla personel krizi yaşıyor. Bu sektörler olmadan Japon ekonomisinin çarklarının dönmesi imkânsız.

Ekonomik modeller, Japonya'nın önümüzdeki on beş yıl içinde milyonlarca yabancı işçiye ihtiyaç duyacağını gösteriyor. Modellere göre bu artık bir tercih değil, “zorunluluk.” Ancak asıl mesele iş gücünü dışarıdan ithal etmekte değil, bu ithalatın kültürel ve toplumsal sindirebilirliğinde düğümleniyor.

Çünkü Japonya’nın modern toplumu, büyük oranda etnik homojenlik ve kültürel birlik efsanesi üzerine inşa edildi. Ve şimdi, bu efsane hızla çözülüyor. Uzun yıllar boyunca yabancı iş gücüne duyulan ihtiyaç, çeşitli geçici programlarla ve geçici statülerle bastırıldı. Teknik Stajyer Programı gibi sistemler görünüşte bilgi transferi sağlarken, gerçekte ucuz emek ihtiyacını karşılamanın bir yoluydu.

Bu yapı, entegrasyon değil, geçicilik üzerine kuruldu. İnsan hakları ihlalleriyle sık sık gündeme geldi, yabancı işçilere kalıcı bir yaşam değil, yalnızca işlevsel bir rol sunuldu. 2019 ve 2024’te yürürlüğe giren yeni göçmenlik programları ise bu anlayışta köklü bir zihinsel dönüşüm vaat etmedi. Hâlâ yabancılar, Japon toplumunun kalıcı bir bileşeni değil, geçici bir araç olarak görülüyor. Hâl böyle olunca, yabancıların toplam nüfustaki oranı %3 civarında seyrediyor; bu birçok “gelişmiş” ülkeye nispetle gayet düşük bir oran.

Nasıl olsa yabancı

Toplumda ise görünmez bir direnç hattı daha belirgin hâle geliyor. "Gaijin (yabancı)" etiketinin taşıdığı dışlayıcı anlam, her geçen gün daha da kristalize olup sertleşiyor. Sosyal medyada yabancılara yönelik asılsız suçlamalar, korkular ve dezenformasyon dalgaları yayılıyor. Kamuoyu yoklamaları, birçok Japon vatandaşının, göçmenlerin "gereğinden fazla ayrıcalıklı" olduğunu düşündüğünü gösteriyor.

Oysa veriler tam tersini söylüyor:

- Yabancıların suç oranı düşük,

- Sosyal yardım kullanımı sınırlı.

Bu algı gerçeklerden değil, kültürel kodlardan ve milliyetçi duygulardan besleniyor. Bu atmosfer, aşırı sağcı siyasî hareketlerin güç kazanması için verimli bir zemin sunuyor. Göçmen karşıtlığı, seçim vaatlerinin merkezine oturuyor; “Önce Japon!” sloganı, liberal değerlerle örülü geleneksel siyaseti bile daha sert bir hatta itiyor.

İlginç olan şu ki yabancılar, Japon toplumunun katı sosyal normları ve görgü kuralları karşısında bir tür muafiyet elde ediyor. Karmaşık nezaket kurallarını tam olarak uygulayamama durumları, "nasıl olsa yabancı" anlayışıyla hoş görülebiliyor. Karmaşık görgü kuralları ya da işyeri protokollerinde gösterilen tolerans, yüzeyde bir ayrıcalık gibi görünse de, bu aslında toplumdan tam anlamıyla kabul görmemenin bir ifadesi. Çünkü Japon olmak, sadece pasaportla ya da çalışma izniyle elde edilen bir statü değil. Japon toplumu, bir yabancıdan asla "Japon gibi" davranmasını beklemiyor çünkü onu zaten hiçbir zaman tam mânâsıyla içerisine kabul etmiyor.

Bu yüzden Japonya’daki göçmenler görünmez bir cam duvarla çevrili yaşıyor: konut piyasasında ayrımcılığa uğruyorlar, iş yerinde yükselme şansları sınırlı, toplumsal ilişkilerde daima “dışarıdan biri” olarak kalıyorlar. Bu sözde hoşgörü, Batılı göçmenler için biraz daha yumuşakken, Güneydoğu Asya gibi coğrafyalardan gelenler için daha sert ve dışlayıcı bir karakter taşıyor.

Japon olmak

“Gaijin (yabancı)” etiketinin taşıdığı dışlayıcı anlam, her geçen gün daha da kristalize olup sertleşiyor.
“Gaijin (yabancı)” etiketinin taşıdığı dışlayıcı anlam, her geçen gün daha da kristalize olup sertleşiyor.

Ancak son yıllarda sistemin bu sürdürülemez yapısı, Tokyo’nun koridorlarında da yankı bulmaya başladı. Hükümet, belki de tarihinde ilk kez bu sorunu yalnızca bir işgücü meselesi değil, bir entegrasyon ve ulusal gelecek sorunu olarak ele alıyor. İlk kez, doğrudan yabancıların topluma entegrasyonundan sorumlu bir kabine bakanlığı pozisyonu oluşturuldu. Bu hamle, konunun artık marjinal bir politika alanı değil, ulusal stratejinin merkezinde ele alındığının en net göstergesi. Artık mesele yalnızca vize vermek değil; dil eğitimi, sosyal haklara erişim, kültürel uyum ve toplumsal kabul gibi çok boyutlu bir entegrasyon politikası geliştirmek.

Bir diğer çarpıcı gelişme ise kalıcı olarak Japonya'da yaşayan yabancıların yerel seçimlerde oy hakkına sahip olup olamayacağına dair başlayan tarihi tartışmadır. Bu, Japonya'nın bugüne kadar özenle koruduğu “tek ulus, tek kültür” anlayışını sorgulaması anlamına geliyor. Bu karar, yalnızca seçmen kütüklerini değil, aynı zamanda Japonya'nın gelecekte daha açık ve kapsayıcı bir toplum olup olamayacağını da belirleyecek.

Geriye tek bir yol kalıyor: Ya değişimi reddedip yavaş ama kesin bir çöküşe sürüklenmek ya da ulusal kimliği yeniden tanımlayarak, çok kültürlü bir geleceğe razı olmak. Bu ikinci yol, yalnızca nüfusu artırmak ya da ekonomiyi büyütmek mânâsıyla gelmiyor. Japon olmak, etnik ve kültürel olmaktan çıkararak anayasal bir tanım hâlini alıyor.

Velhasıl geleneksel "kendine yeterlilik" anlayışı ve homojenlik miti, küresel gerçeklikler karşısında aşınıyor ve çözülüyor.