Korona günlerinde âileyi sağlam tut

Sıkıntıya kimse gelemiyor. Evleniyor, üç gün sonra, çok sıkıldım, götüremiyoruz diyerek boşanıyor. En ufak bir sıkıntı, en ufak bir sorun taşınmaz bir yük gibi geliyor. Belki buradan bir ders çıkartır, daha derli toplu, daha haline şükreden insanlar olarak çıkarız ortaya.
Sıkıntıya kimse gelemiyor. Evleniyor, üç gün sonra, çok sıkıldım, götüremiyoruz diyerek boşanıyor. En ufak bir sıkıntı, en ufak bir sorun taşınmaz bir yük gibi geliyor. Belki buradan bir ders çıkartır, daha derli toplu, daha haline şükreden insanlar olarak çıkarız ortaya.

Koronavirüs hayatımızı tehlikeye attığı gibi, bir yandan da bizi eğitiyor. ‘Başkalarının hakkını düşünmek’ mefhumu hayatımıza hiç bu kadar girmemişti. Çünkü ‘senin iyiliğin’, etrafındakilerin de iyiliğinden geçiyor. Birçok imtihandan geçeceğiz belli. Sonunda aldığımız dersler ise bizi belki de başka birisine dönüştürecek. Korona günlerinin ahlâkî, felsefî boyutunu da konuşmak bu yüzden çok önemli.

Bu yazı 13 Nisan 2020 tarihinde, Gerçek Hayat dergisinin 1016. sayısında yayınlanmıştır.


Zamanımızın nâdir kıymetli düşünce adamlarından Teoman Duralı hocayla yaptığımız mülakat, koronaya bir başka açıdan bakmamızı sağlayacak. Korona öncesi ve sonrası; iyi ile kötünün farkından, koronanın bencilliği artırıp artırmayacağına kadar önemli konulara değindik. Her zaman olduğu gibi bugünlerde de kadına büyük vazife düştüğünü söyleyen Duralı, “Toplumların çöküş sebepleri içinde başta geleni âilenin dağılmasıdır” diyor.

Sevda Dursun

Virüs bir salgın hastalık oluşunun yanı sıra hayatımıza yapacağı değişikliklerden de söz etmek gerekiyor. Ahlâkî açıdan ele alacak olursak, kişinin kendisini düşünmesinden doğan bencillikten söz edebilir miyiz? Koronavirüs bencilliği arttırır mı?

Teoman Duralı: “Toplumların çöküş sebepleri içinde başta geleni âilenin dağılmasıdır”
Teoman Duralı: “Toplumların çöküş sebepleri içinde başta geleni âilenin dağılmasıdır”

Bencillik yeni bir durum değil. İçinde bulunduğumuz siyasî, iktisadî düzenle yakından bağlantılı bir şey. Sermayecilik zaten insanı ister istemez bencil yapıyor. Dayanışmacı, toplumcu bir nizam içinde değiliz. O bakımdan bize yabancı gelmiyor bu. “Arttır mı” sorusuna gelince, arttırır tabi. Büyük tabii felaketlerde, savaşlarda vs. de bu böyledir. İçinde yer aldığınız düzenin gerektirdiği bir biçimde tavır alırsınız. Yani sermayeci bir düzende yaşayıp da savaşa giriyorsanız veya afetlerle karşılaşıyorsanız, kendinizi kurtarmaya bakarsanız.

Bunun dışında eve kapanmanın sonucu olarak iki durum ortaya çıkar. Ya ev içi ilişkiler düşmanlığa dönüşür yahut da tersine âile içi dayanışma hâdisesi baş gösterebilir. ‘Bir musibet bin nasihate bedeldir’ derler. İnşallah bu musibet de böyle bir dayanışmacılığı getirir. Çünkü benim çıkarım, senin çıkarını düşünmekten geçer. İster istemez böyle bir anlayışa doğru evrilebiliriz. Seni kurtardığım ölçüde kendimi de kurtarmış oluyorum.

İktisadi Çöküş Korona Kadar Tehlikeli

Bulaşıcı bir hastalık olduğu için öncelikle karşımızdakini düşünmemiz gerektiği söyleniyor. Bunu nasıl sağlayacağız?

‘Bir kişi otuz kişiye bulaştırmış’ diyorlar. Tabi biraz aklı başındaysa bu kişi, döner dolaşır o bulaştırdıklarından da kendisine bulaşacağını akıl edebilir. Ben bunu kendi üstüme aldığımda, sadece kendi çıkarımı bile düşünsem, sizinkini de düşünmek zorundayım. Bu geri tepen bir silah gibidir. Ben her ne kadar zararsız atlatsam da, size bulaştırmışsam, sizden bana geri gelir. Toplum ilişkileri durmuyor ki, devam ediyor. Şu anda kendimizi tecrit ettik ama yarın bu tecrit kalktığında gene bir araya geleceğiz. O zaman pekâlâ bu gerisin geriye bana dönebilir.

  • Şimdi çok karamsar senaryolar yazılıyor. Bunlar ihtimal dışı değil. Bilhassa ben iktisadî çöküşten çok korkuyorum. Dükkânlar kapanıyor, iflaslar olabilir, işsizlik artabilir vs. Bence bunlar korona kadar tehlikeli gelişmeler, belki de daha tehlikeli.

Çünkü bunların sonucunda toplum karışıklıkları baş gösterebilir. Bütün derdimiz bunları önleyecek tedbirleri almak. Tedbirleri alacak merci de akıldır. Sadece hükümet değil, en basit vatandaştan, devletin başındaki adama kadar akıllı davranılması lazım. Başarabildiğimiz takdirde, bu bizi her şeyden önce sorunlardan koruyacağı gibi, iyimserlikle de doldurur. Nitekim bu büyük belâ baş gösterdiğinde, öncelikle bize dokunmuyordu. Ve bu bizi büyük bir iyimserlikle doldurdu. Şimdi de bu belâyı ne kadar kazasız belâsız götürebilirsek, o derece geleceğe iyimserlikle bakar, kendimize olan güvenimiz artar.

Âileyi Sağlam Tutmak Önemli

“İktisadî çöküşten çok korkuyorum”dediniz. Çiçero’nun da bir sözü vardır, “Milletler parasızlıktan değil ahlâksızlıktan” çöker diye. Buradaki ahlâkı nasıl geliştireceğiz bu süreçte? Önceden olması gereken bir şey değil miydi?

Ahlâkın dayandığı iki çok önemli sütun var. Birisi toplumun düzeni yani siyasî, iktisadî düzen. Sermayeci bir nizamınız mı var, toplumcu musunuz, dinin yeri nedir, ne değildir... Bunların yeri çok önemli. Öbür sütun da insanların karnının doymasıdır. O toplum ne kadar sağlam bir ahlâka sahip olursa olsun, insanların yiyeceği-içeceği yoksa bir yerden patlar. Bunu söylemenin bile gereği yok, çok aşikâr olan bir şey.

Ahlâkımızı tahkim etmek ise eğitimle olur. Eğitim de aileden gelir, okulda verilen bir şey değildir. Her şeyin başı ailedir. Âileyi sağlam tuttuğunuz takdirde sorunların üstünden daha rahat gelirsiniz. Burada da öncelikle bütün dert, kadının sırtına biniyor. Bir toplumun en önemli unsuru kadındır. Erkek önce bel verir, çabuk yıkılır. Kadın sağlam kaldığı takdirde, çabuk toparlanılır. Ben bunu birçok kere gördüm.

Almanya’ya ilk defa 1956’da gitmiştim. Bütün bir ülke kadından ibaretti. Erkek adına benim yaşımda küçük çocuklar vardı, bir de savaşa katılmamış çok yaşlılar vardı. Üretken yaşta erkek hemen hemen yok gibiydi. Ve kadın her işi görüyordu. Çocuğuna bakıyor, yollarda işçilik ediyor, hastanelerde hemşire, okullarda öğretmen, ne ararsanız kadında var. Benzerini Sovyetler çöktükten sonra Rusya’da da gözlemledim. Orada tabi erkekler ölmemişti, içiyorlardı, manevî bir çöküş içindeydiler. Bütün yükü kadın götürüyordu. Bugün Rusya’nın yeniden bir dünya gücü olarak ortaya çıkmasının en önemli etkeni kadınlarıdır.

Toparlanmak için kadının gücü önemli. Fakat kadın bu gücünü nasıl ortaya çıkartacak?

  • Yapı itibariyle erkeğin beden gücüne filan bakmayın, erkek çürük bir varlıktır. Bu büyük bunalım, bizim ahlak gücümüzü, toplumsal yapımızı da sınayacaktır.

Buradan alacağımız not, yarınlarımızı belirleyecek. Kadın burada başta gelen unsurdur. Çünkü hepimiz kadının eline bakıyoruz. O bizi yetiştiriyor. O basıp gittiği takdirde aile dağılıyor. Aile dağılınca da karı koca arasında çıkan anlaşmazlığın ceremesini çocuklar çeker. Ve bütün dertlerin çok büyük bir kısmı buradan çıkar. İyi yetişmemiş insanlar iflah olmuyor. Onlarla kurulan bir toplum ayakta kalamıyor. Toplumların çöküş sebepleri içinde başta geleni ailenin dağılmasıdır.

Savaşlar Salgın Hastalıklardan Daha Tehlikeli

Korona günlerinin felsefi yansımaları neler olabilir? Kapitalizmin sonu gelir mi? Yeni bir siyasi düzenin felsefesi inşa edilir mi?

Sanmıyorum. Bu konuda da çok iri kıyım laflar ediliyor. Bu salgın hâdisesi, insanlığın ilk defa karşılaştığı bir belâ değil. Oldu olası salgın hastalıklar vardı. Hep bir şeyler değişti, evet ama gece ile gündüz gibi bir değişiklik değildi bu. 14. yüzyılda veba salgını oldu. Bütün Avrasya’nın her tarafını sardı. 1393’te Çin’in nüfusu 123 milyondan 91 milyona indi. Hristiyan Avrupa ile Müslüman Batı Asya’nın nüfusunun yarısına yakını gitti. Sadece hastalıktan ölmüyordu insanlar, işgücü kalmadığı, üreticilik olmadığı için insanlar bir de açlıktan ölüyorlar. Ama yine de insanlık yaşamaya devam etti. Gökten çok ağır bir cisim düşer de, bütün canlıları yok ederse ancak gece ile gündüz gibi bir değişimden söz edebiliriz. Salgın hastalık ona benzemiyor. Yine bir kısmımız ayakta kalacak, yaşamımız devam edecek.

  • Savaşlar salgın hastalıklardan daha tehlikeli. Çünkü savaştığımız kişiler, düşmanlarınızdır. Nefretle doluyorsunuz. Savaşlardan sonra sınırlar değişiyor, düzenler değişiyor. Ama tabii afette en azından insan insana düşman kesilmiyor.

İktidarlar Değişebilir

Belki de kesilecek, sen bana bulaştırdın, ben sana bulaştırdım diye... Nitekim küçük çapta örneklerini görüyoruz da.

O kadar şiddetli değil. Ortaçağda veba patlak verdiğinde Hristiyan âlem Yahudileri suçlamış, onların üzerine yürümüştü. Böyle şeyler de olabiliyor, ama büyük çapta tekrarlanır mı, bilemem. Küçük çapta ABD’de Çinlilerin üzerine yürüdüklerini, hırpaladıklarını duyuyoruz. Şimdilik bu dar çerçevede, buna karşı çıkan, itiraz eden aklıselim sahibi insanlar da yok değil. Savaşlarda artık aklıselim dumura uğruyor. Kalkıp da düşmana sahip çıktığınızda, ‘vatan haini’ ilan ediliyorsunuz. Savaş çok enteresan bir şeydir. Hem merhamet açısından, hem de zulüm açısından tabii felaketle karşılaştırılamaz.

Felsefî olarak rejim değişikliği babından bir şey beklemiyorum. Ama tabi iktidarlar değişebilir. Yeterli (ve) gerekli tedbirleri almadığı takdirde, seçimleri yapmama gibi bir lüksü olmayacağına göre, idareler iktidarı kaybedebilir. Tam tersi de olabilir, çok az kayıpla bunu geçiştirirse, bu sefer çok puan toplar. Onu toplamaması için muhalefetin girişeceği birtakım ters oyunlar da muhalefeti kündeye getirir. Bir de o tarafı var.

Bu gibi hâdiselerde dinin toparlayıcı, iyileştirici bir yönü yok mudur?

Dinle yakın bir ilgisi var. Şöyle ki, bir şeyi mübalağa ederseniz, tepkisi çok ağır oluyor. Çok fazla dini gündeme getirir, olur olmaz gündemde tutarsanız, bu bıkkınlık yaratır. Durumun ağırlaşması, dine olan güveni sarsar. Özellikle bizim toplumumuzda her şey etki-tepki üzerine yürümektedir. Daha önce dine, Müslümanlara olan aşırılıklar, AK Parti’nin yolunu açmıştı. Bunu gözden uzak tutmamak lazım. Ölçüsünü şaşırmazsanız bu felaket günlerinde, dinin çok yararı olur. Din zaten bolluk günlerinin değil, yoksunluk, felaket günlerinin cankurtaran simididir. Bunu iyi görmek, iyi idare etmek lazım.

Belki Şükretmeyi Öğreniriz

İyi ve kötü korona öncesi ve sonrası nasıl bir değişime uğrar?

Çok fazla ayranımız kabardı, şımardık. Edepsizliğe vurduk işi. Bu felaket en azından hayatın bir elin yağda, bir elin balda yürümeyeceğini gösteriyor. Öylesine bir azgınlık ortalığı kaplamıştı ki, milyonlarca insan keyfinden dünyayı dolaşıyordu. Uçağa atlayan Monte Carlo’nun yolunu tutuyor, uçağa atlayan Karayipler’e gidiyordu. Sürekli tatil düşünülüyor, tatil için yaşanılıyordu. İster öğrenci, ister memur, ister iş adamı olun başka hiçbir şey yok kafalarda. “Benim bir ödevim var, ödevimi yerine getireyim” diye bir düşünce yok.

Sıkıntıya kimse gelemiyor. Evleniyor, üç gün sonra, çok sıkıldım, götüremiyoruz diyerek boşanıyor. En ufak bir sıkıntı, en ufak bir sorun taşınmaz bir yük gibi geliyor. Belki buradan bir ders çıkartır, daha derli toplu, daha haline şükreden insanlar olarak çıkarız ortaya.

Dinin herhalde yarısı şükretmektir. Bu felaket bunu getirebiliyorsa, ne mutlu bize. Hemen hemen hiçbir şey seçimimize kalmış değil. Ne bu memlekette doğmayı seçmişim, ne falanca okula gitmeyi seçmişim, ne annemi babamı seçmişim. Seçseydim, o zaman belki seçimime itiraz ederdim, isyan ederdim. Ama böyle bir şey yok. Ortada olmayan bir kudret size bir şeyi kabul ettiriyor. O bakımdan diyorum ki, bu felaket belki bizi biraz ıslah eder, ölçüyü öğretir, temkinli davranmayı beraberinde getirir.