Koronaya çâre Anıtkabir mi?

“Teolojik aşama” diyerek ilkel buldukları Allah inancı konusunda diledikleri gibi konuşma lüksünü kendilerinde görenler, söz konusu kendi “değerleri” olunca ne sağlık kurallarını ipliyorlar, ne de bilimsel gerçekleri... Güya “bilimsel taraf” da onlarınki oluyor.
“Teolojik aşama” diyerek ilkel buldukları Allah inancı konusunda diledikleri gibi konuşma lüksünü kendilerinde görenler, söz konusu kendi “değerleri” olunca ne sağlık kurallarını ipliyorlar, ne de bilimsel gerçekleri... Güya “bilimsel taraf” da onlarınki oluyor.

83 milyon vatandaşına “Evde kal” çağrısı yapan devletin, bizzat kendi koyduğu kâideleri, üstelik fizikî mesafe sınırlarını göstere göstere ihlal ederek çiğnemesi ne demek oluyor? ‘Devlettir, elbette bir bildiği vardır’ diyenimiz çok. Vatandaşlar olarak meraktayız. Korona illetine çare Anıtkabir toprağıysa lütfen ilan edilsin. Bundan hepimiz istifade edelim!

8 Mayıs 1988 tarihli Nokta dergisi: “Çek bir nutuk Atatürk’süz olsun”
8 Mayıs 1988 tarihli Nokta dergisi: “Çek bir nutuk Atatürk’süz olsun”

8 Mayıs 1988 tarihli Nokta dergisi “Çek bir nutuk Atatürk’süz olsun” kapağıyla çıkmıştı. O sayıda, önde gelen kamu kuruluşlarından birinin genel müdürüne ait ilginç bir hatıra yer alıyordu. Dergide geçen ifadeye göre genel müdür, “hâlâ gülmekle gülmemek arasında bocalarken” başından geçenleri şöyle anlatıyordu:

"Yaklaşık üç sene önceydi. O sırada İngiltere’deydim. Bir gece televizyon seyrediyoruz. BBC'den bir program. Bir de baktım, Türkiye’den söz ediliyor programın bir yerinde. Denizin ortasında bir kız çocuğu. Çocuk bir kayığın içinde ve kucağında da bir Atatürk büstü. Deniz çalkantılı. O küçük teknenin içinde, kucağında Atatürk büstü ile ayakta durmaya çalışan kız çocuğu, bir görünüp bir kayboluyor dalgaların arasında. Sonra kamera kıyıyı gösteriyor. Devlet erkânı sahilde sıralanmış. Vali, belediye başkanı, komutanlar, herkes hazır olda. Neyse tekne kıyıya yaklaşıyor. Ve kız çocuğu kucağındaki Atatürk büstü ile iniyor kayıktan. Devlet erkânı, komutanlar yine hazır ol duruşunda. Meğer herkes o kız çocuğunun kucağındaki büst için selama durmuş. Ben BBC’nin neden böyle bir 19 Mayıs törenini ekrana getirdiğini düşünürken, “Dünyadaki komik olaylar programına Türkiye’den bir görüntü ile başlıyoruz” sesi ile kıpkırmızı kesildiğimi hatırlıyorum. Oysa herkes kahkahalarla gülüyordu. İşte o zaman farkettim bize doğal gibi gelen bu tür kutlamaların nasıl korkunç bir komediye dönüştüğünü.”

Dışardan Manzara Nasıl Görünüyor?

Bir seyahat sitesinden, Türkiye’yi ziyaret eden sıradan yabancıların izlenimleri.
Bir seyahat sitesinden, Türkiye’yi ziyaret eden sıradan yabancıların izlenimleri.

Şimdi bir seyahat sitesinden, Türkiye’yi ziyaret eden sıradan yabancıların izlenimlerini aktaralım.

Şu yorum Ronald isimli birine ait:

“Türk insanı, müze duvarlarında atalarının yazdıklarını bile okuyamıyor. Üstelik öğrenmeyi de umursamıyor. Daha pek çok şey söyleyebilirim. Artık hayatım boyunca tek bir Atatürk büstü daha görmek istemiyorum”

Ryan isimli biri de şöyle yazmış:

“Son olarak şahıs kültünün tam bir numunesi olan şu histerik Atatürk takıntısı da neyin nesi? Ülkenin her yerinde heykelleri dikili. Bu durum, nevrotik bir güvensizliğe işaret ediyor.”

Yabancılar tarafından yapılan değerlendirmelerin altına yazılan bir Kemalist’e ait yorum da epey dikkat çekici:

  • “Bebek, Caddebostan gibi daha Atatürkçü yerleri ziyaret etseydiniz nasıl harika, hoşgörülü, vizyoner insanların bulunduğunu görürdünüz. Atatürk’ün prensiplerini benimsememiş insanlar kaba, hoşgörüsüz ve daha ziyade dindar kimliğe sahip. Türkiye 2002 yılından bu yana Atatürk’ün prensiplerini terkettiği için böyle tepetaklak aşağı yuvarlanıyor.”

Mimarî Felsefe Uzamanı Ne Diyor?

Christopher Samuel Wilson mimari felsefe alanında ODTÜ’de doktora yapmıştır.
Christopher Samuel Wilson mimari felsefe alanında ODTÜ’de doktora yapmıştır.

Mimari felsefe alanında ODTÜ’de doktora yapan Christopher Samuel Wilson diye biri var. 2007 yılında Anıtkabir üzerine yaptığı doktoranın başlığı şöyle: “Mustafa Kemal Atatürk’ün Defin Yapılarında Anımsama ve Unutma: Milli Belleğin İnşası ve Sürdürülmesi.”

Şu anda ABD’nin Florida eyaletinde bulunan Ringling Sanat ve Tasarım Koleji’nde mimarlık ile tasarım tarihi dersleri veren Wilson’un Anıtkabir üzerine Ashgate Yayıncılık’tan çıkan 2013 basımı “Beyond Anitkabir: Anıtkabir’in Ötesi” kitabı da büyük ölçüde bu tezden mülhem.

Wilson bir Anıtkabir uzmanı. Bu konuda yayınlanmış makaleleri de mevcut. Bunlardan biri, tezini verdiği yıl basılan “Nationalism in a Global Era / Küresel Çağda Milliyetçilik” isimli kitabın 82-103 sayfaları arasında yer alan “Persistence of the Turkish Nation in the Mausoleum of Mustafa Kemal Atatürk / Mustafa Kemal Atatürk’ün Mozolesinde Türk Milletinin Devamlılığı”.

Wilson’un bu makalede dile getirdiği bir hususa dikkatinizi çekmek istiyoruz:

  • “Bu nokta, lahit, Anıtkabir ziyaretinin en şahsî kısmı ve nihâî amacı olarak millî hikâyeyi tamamlar. Erkek ve kadın heykellerinden Aslanlı Yol’daki pavyonlara-kulelere, savaş rölyeflerinden Mustafa Kemal’in önemli vecizelerinin yer aldığı yazıtlara değin her şey, ziyaretçiye Türk toplumunun tarihini (ve belki geleceğini) hatırlamak içindir. İlaveten Osmanlı öncesi mimari detayların kullanımı; arkeolojik buluntuların modern kopyaları, çadır ve halı motiflerinin mevcudiyeti ile anıt, Osmanlı İmparatorluğu’ndan çok daha önceleri mevcut olan bir Türk tarihini gözler önüne serer. Dolayısıyla Osmanlı’nın önemini de azaltmış olur. Böylece Anıtkabir, bir etnik kimlik ve tarih inşasının sembolü olarak sadece anma değil, aynı zamanda eğitim işlevini de üstlenir.”

Evet, bu sözler bir mimari felsefe uzmanına ait...

Bu Ne Perhiz, Ne Lahana?

Ezberlerine öyle sımsıkı yapışmış hâldeler ki, kısık sesli bir “fakat”a bile tahammülleri yok.
Ezberlerine öyle sımsıkı yapışmış hâldeler ki, kısık sesli bir “fakat”a bile tahammülleri yok.

Farkındayız, uzun bir girizgâh oldu. Ama gerekliydi. Zira bağnazlığı hep başkalarının tutum ve davranışlarında arayıp sadece kendilerini makul görme hastalığına dûçar pek çok kişi var etrafta. En afilisinden aforizmalarla “ötekilerin” üzerine yürümeyi haneye puan olarak yazmaya bayılıyorlar. Bağnazlığın dibini buldukları hâlde kendilerinden daha makul, daha vizyonlu, daha bilimsel düşünen kimsenin olmadığına inanıyorlar.

Ezberlerine öyle sımsıkı yapışmış hâldeler ki, kısık sesli bir “fakat”a bile tahammülleri yok. Kafa konforlarını bozacak en ufak itirazı düşmanlık olarak algılıyorlar.

Batıya meftunlar. Fakat Batılı değiller. Bu da onları olsa olsa Batıcı yapıyor. Bu Batıcı kafaya kendi kurduğunuz cümlelerle meram ifade edebilmek o kadar kolay değil. Verdiğiniz örnekler Batı mahsulü olacak ki, yerini bulsun.

Yoksa havanda su döver, ancak kendi kendinize söylenir durursunuz. ‘Bilim’ diye tepinenleri bilimin silahıyla vurabiliyor musunuz, ondan haber vereceksiniz. “Bu ne perhiz, ne lahana” diyecek donanım ve cesareti kuşanacak, ihtiyaç duyulan zaman ve zeminde çekinmeden boca edeceksiniz.

O zaman soru şu:

Bu donanım ve cesarete gerçekten mâlik miyiz?

Çâre Anıtkabir Toprağı Mı?

İçişleri Bakanlığı’nın cezai müeyyideler içeren sokağa çıkma yasağı genelgesine rağmen bir bakıyorsunuz ertesi gün, 23 Nisan’da, bakanlar, milletvekilleri, generaller, bürokrasinin elitleri yani devletin neredeyse tamamı Anıtkabir ziyaretinde.
İçişleri Bakanlığı’nın cezai müeyyideler içeren sokağa çıkma yasağı genelgesine rağmen bir bakıyorsunuz ertesi gün, 23 Nisan’da, bakanlar, milletvekilleri, generaller, bürokrasinin elitleri yani devletin neredeyse tamamı Anıtkabir ziyaretinde.

Bir ülke düşünün ki, İçişleri Bakanlığı tarafından sokağa çıkma yasağı genelgesi yayınlıyor. Genelge ile 22 Nisan gece yarısından 26 Nisan gece yarısına değin İstanbul ve Ankara dâhil tam 31 ilde vatandaşlar ancak zorunlu ihtiyaçların karşılanmasıyla sınırlı olmak ve de araç kullanmamak şartıyla ikametlerine en yakın market ve bakkallara gidip gelebilme iznine sahip.

Bu süreçte mesela dünürü vefat edenler oluyor. Birinci dereceden yakını sayılmadığı için mülki idareden izin alamıyor, içi yandığı hâlde cenazesine gidemiyor. Çünkü işin şakası yok.

Alınan kararlara uymayan vatandaşlara Umumi Hıfzıssıhha Kanunu'nun 282'nci maddesi gereğince idari para cezası başta olmak üzere işlem yapılacak, Türk Ceza Kanunu'nun 195'inci maddesi kapsamında gerekli adlî işlemler başlatılacak.

İşin gerçekten şakası yok...

Mübarek Ramazan ayına girilmiş ama camiler hâlâ kapalı. Sadece camiler mi? Kiliseler ve sinagoglar da. 1500 yıldır istisnai bir-iki durum haricinde kesintisiz ibadet edilen İslam âleminin göz bebeği Kâbe’de bile kimse yok, ins ü cin top oynuyor.

Dikkat buyurun, bu süreçte hemen hiç kimseden itiraz duyulmuyor. Zira makul olan bu! Üstelik fizikî mesafe bahsi bile dile getirilmiyor. Nitekim bazı ülkelerde sosyal mesafeyi korumak ve maske takmak şartıyla ibadethanelere giriş serbest. Ama ülkemizin dindar vatandaşları gayet aklı başında bir tavırla hiçbir riski zorlamak istemiyor. Zaten dinin beş temel prensibinden biri, hatta en başta geleni “can emniyetini muhafaza” değil mi?

Fakat heyhat...

İçişleri Bakanlığı’nın cezai müeyyideler içeren sokağa çıkma yasağı genelgesine rağmen bir bakıyorsunuz ertesi gün, 23 Nisan’da, bakanlar, milletvekilleri, generaller, bürokrasinin elitleri yani devletin neredeyse tamamı Anıtkabir ziyaretinde.

Her türlü sosyal etkinliğin, merasim ve törenin kanun gücüyle yasaklandığı, ihlal edene ciddi cezaların kesildiği bir zaman diliminde; 83 milyon vatandaşına “Evde Kal” çağrısı yapan devletin, bizzat kendi koyduğu kâideleri, üstelik fizikî mesafe sınırlarını göstere göstere ihlal ederek çiğnemesi ne demek oluyor?

  • ‘Devlettir, elbette bir bildiği vardır’ diyenimiz çok. Vatandaşlar olarak meraktayız. Korona illetine çare Anıtkabir toprağıysa lütfen ilan edilsin. Bundan hepimiz istifade edelim!

İnsanlık Dînî'nî Duymuş Muydunuz?

Comte'un deliliğinden bahseden satırlar
Comte'un deliliğinden bahseden satırlar

Faturayı herkes dilediğine kesebilir, fakir doğrudan pozitivizmin yakasını çaplama taraftarıdır. Çünkü bu illet bütün dünyada nice ocaklar söndürdüyse de asıl bizim iflahımızı kesti. Bu işi başımıza saran Auguste Comte’a göre insanlık üç aşamadan geçerek sonunda hakikati bulacak ve yolu “İnsanlık Dînî”ne çıkacaktı. “Üç hâl kanunu” olarak anılan deli saçması teori şöyleydi:

■ 1. TEOLOJİK AŞAMA: İnsanlık henüz çocukluk dönemini yaşamaktadır. İlkel toplumlarda bütün tabii ve sosyal olaylar dine ve Tanrı inancına bağlanır.

■ 2. METAFİZİK AŞAMA: Rönesans ile başlayan delikanlılık dönemidir. 19. asra giriş ile sona erer. Her şeyi soyut düşünce ve hayal gücüyle açıklama yoluna gidilir.

■ 3. POZİTİF AŞAMA: İnsanlığın olgunluk çağını ifade eder. Mutlak bir cevabın değil, hâdiseleri yöneten kavramlar ve kuralların arayışı söz konusudur. İnsanlık Dînî bu dönemde hayat bulur.

Comte, Allah inancını inkâr etmekle insanın fıtratında var olan din ihtiyacının ortadan kalkmayacağını gayet iyi biliyordu. Maneviyat olmadan ne bir toplum inşası, ne de toplum dayanışması mümkündü. İktidar mekanizması da ayakta kalmak için ortak değerler sistemine ihtiyaç duyuyordu. “İnsanlık Dînî” işte bu yüzden ortaya çıktı.

Kendini Akıllı Sanma, Sonra Delirirsin

Pozitivizmin bu topraklar üzerindeki etkilerini Mustafa Reşit Paşa’dan İttihatçı elitlere, oradan da günümüze net bir şekilde izlemek mümkün. Evet, doğru tahmin ettiniz. Korona salgını ortalığı kavururken yapılan Anıtkabir ziyareti buraya bağlanıyor.

“Teolojik aşama” diyerek ilkel buldukları Allah inancı konusunda diledikleri gibi konuşma lüksünü kendilerinde görenler, söz konusu kendi “değerleri” olunca ne sağlık kurallarını ipliyorlar, ne de ilmî gerçekleri... Güya “bilimsel taraf” da onlarınki oluyor.

Hâlbuki bırakın bilimselliği, Pozitivizm söz konusu olduğunda ortada bir akıldan bahsetmek bile abesle iştigal. “İşine geleni alır, işine gelmeyene kör ve sağır” tayfa elbette Auguste Comte’un nasıl bir deli olduğunu bilmez. Biz kısa bir pasaj verelim, gerisini zahmet edip kendileri okusun.

Kitabın adı “Forgotten Science: Strange Ideas from the Scrapheap of History / Unutulmuş Bilim: Tarih Hurdalığından Tuhaf Fikirler”, yazarı S. D. Tucker. 2016 yılında Amberley Yayıncılık tarafından basılmış. Comte hakkında şunlar yazılı:

“Akılcılığa öyle aşırı bir bağlılığı vardı ki, sonunda ironik bir şekilde aklını yitirdi. Sıcakkanlı genç fahişe Caroline Massin ile evlendikten sonra kendini eski bir Yunan kahramanı sanmaya, Paris’teki dairesinde genç kadına bıçaklar fırlatmaya başladı. Akıl hastanesinde geçirdiği nöbet sonrası, annesi Comte’un ilahî bir ceza olarak delirdiğine hükmetti. Çünkü Caroline ile yaptığı evlilik kilisede gerçekleşmemişti. Genç eşi, kilisede rahip huzurunda yapılacak yeni bir evliliğe razı oldu. Çileden çıkan Comte, evlilik kaydına imzasını “Auguste Comte, Brutus Bonaparte” şeklinde attıktan sonra kendini Seine nehrinin sularına fırlattı.”

“Bilim, bilim” diye sayıklarken korona günlerinde Anıtkabir’e gitme deliliğini savunanların kimin izinden gittiğini şimdi anladınız mı?