Mağarada uyuyan ben

Ashab-ı Kehf Yedi Uyuyanlar mağarası
Ashab-ı Kehf Yedi Uyuyanlar mağarası

Yoğunmuşuz, önemliymişiz, dünya insanlarıymışız. Ya ne zaman az da olsa özümüze döneceğiz? Evlerimiz genişledi, gönüllerimiz daraldı, ben uyurken, fark etmeden bu değerleri elden bıraktım... Gençliğimizi beraber geçirdiğimiz büyüklerimizin büyük bir kısmı ebediyete göçtü. Bizim kuşak ise dağıldı.

Kehf suresinde anlatılan Ashab-ı Kehf (Yedi Uyuyan) rivayetini tarihin bir kısmında olup biten bir hâdise olarak algılıyordum. Mağaraya sığınmış inançlılar 300 yıldan fazla uyumuş, uyandıklarında bir gün veya bir günde birkaç saat uyuduklarını düşünerek etrafındaki ortamın, toplumun değiştiklerini anlamış, etrafındaki insanları tanımaz olmuşlar. Defalarca bu Hz. İsa (a.s.) ümmetinden olan insanların hallerini, düşündüklerini, imtihanlarını düşündüm. Onların hâlleri, onların imtihanları olarak kıssaya mesafeden bakıyordum. O hislerin, o şok edici durumun başıma geleceğini aklımın ucundan geçiremezdim. Hâlbuki son zamanlarda etrafımdaki topluma, ülkeme, insanlara, bu küresel köye baktığımda, ne zaman nasıl bu kadar değiştiğini, gözüme tanınmaz hâle geldiğini soruyorum. O değişirken ben neredeydim? Uykuda mı? Bir kaç saatlik uyku, olsa olsa bir gece...

Aniden dünya o kadar çok değişmiş, bazı şeyler o kadar kötüye gitmiş ki kendimi suçluyorum: uyanık olsaydın, bu değişimi engelleseydin, böyle olmazdı. Çocukluğumda, gençliğimde, benim olarak kabul ettiğim hayatımda elli altı metre kare olan evimizde yemeğe, sohbete, yatıya gelen misafir eksik olmazdı. İstisnasız, bizim evde misafir yokken biz misafirliğe giderdik. Özellikle hafta sonları... Her hafta sonu başka bir akraba evinde geç saatlere kadar oynadıktan sonra uykuya dalıyor, ertesi gün o mahalle çocuklarıyla sokakta oynuyorduk. Sosyalist Yugoslavya zamanı geçti. Artık evlerimizin boyutu elli – altmış metre kare değil. Yüz küsür. Çocuklarımız artık kendi yuvalarını kurmuş, başka dallara konmuşlar. Evlerde yer var. Ancak misafir ağırlamak zorlaştı. ‘Yok zahmet vermeyelim, dışarda buluşalım.’ ‘Yok yemek yapma, kahve içmeye geliriz.’ Dışarda, kulağına hoş gelmeyen müzik eşliğinde oturuyorsun, espressoyu yudumlarken karşındakinin cep telefonuna baktığını, mesajlaştığını fark ediyor, sonra sen de aynı davranış şeklini normal kabul ediyorsun...

Yoğunmuşuz, önemliymişiz, dünya insanlarıymışız. Ya ne zaman az da olsa özümüze döneceğiz? Evlerimiz genişledi, gönüllerimiz daraldı, ben uyurken, fark etmeden bu değerleri elden bıraktım... Gençliğimizi beraber geçirdiğimiz büyüklerimizin büyük bir kısmı ebediyete göçtü. Bizim kuşak ise dağıldı. Yavaş yavaş biz de gidiş kuyruğuna girdik. Sık sık görüştüğümüz insanlarla artık bayramdan bayrama görüşür olduk. Sonra bu karşılıklı bayram ziyaretleri de kaybolup gitti. Herhangi bir anlaşmazlık olmadan, herhangi bir kırgınlık, tartışma olmadan... Söndü işte. Biz uyurken. Sevdiklerimizden birileri ağır bir hastalığa yakalanınca veya mazaallah, helalleşmeden gidince derin uykumuzdan uyanıyoruz. Makam veya para sahibi olup kibirden tanınmaz hale geldiğinde ise üzülüyoruz...

Aileleri dağılınca, trajik veya sevimsiz olaylar olunca, ‘ne zaman, nasıl oldu da yardımlarına koşmadım, yanlarında yoktum’ diye kendimize kızıyoruz. İyi bir sosyal konuma geldiğinde, sıfır kilometre jip aldıktan sonra ömrünü geçirdiği karısını da, çocuklarını da sıfır kilometre genç ve güzel bir hatunla değişmeye kalkışan arkadaşımızın, dostumuzun, kardeşimizin yanında yoktuk, onu uyandırmak, ona nasihat vermek için neredeydik? Yuvasını kurtarmaya çabalamaz mıydık? Rüşvet almaya başladığını duyduğumuz dostumuzu ilk başta uyarsaydık, cebimizdeki üç beş kuruşu paylaşsaydık. Ne dünyanın, ne de ahiretin cehennemini hak etmiyor, iyi bir insan olduğunu biliyoruz, zor anlarda, imtihan sıralarında elinden tutsaydık sapmasını engelseydik...

Daha sonra hayatında, dostluğumuzda her şey kartopu gibi tepenin ucundan yuvarlanmazdı belki. Hâlbuki ilgisizdik, kendi lunaparkımızın ışıklarından, gürültüsünden yorgun, benliğimizin mağarasında uyuyorduk. Bakıyoruz: küresel köyden gelen moda bize de bulaştı. Erkekli kadınlı çiftler nikâhsız yaşarken, eşcinsel çiftler nikâh masasına gidiyor veya bu hakkı talep ediyor. Akrabalar artık birbirini tanımazken, sosyal medya aracılığıyla dünyanın öbür ucunda (muhtemelen kendi kardeşlerini de doğru dürüst tanımayan) biri ile konuşuyoruz. Teyzeler, halalar, amcalar, dayılar evlatlarımızın yüz yılda bir gördükleri insanlar, yengelerin, eniştelerin kardeşleri ve yeğenleri nerde? İdeal toplum olarak gördüğümüz dünyada bir adam 8 yıl boyunca evinde ölü bulunuyor, biz de evlatlarımızı o dünyaya itiyoruz.

Her uyandığımda telefona sarılıyor, bir ara görmediğim akrabalarımı, dostlarımı, eski arkadaşlarımı arayıp hal hatır soruyorum. Her uyandığımda -seyrek de olsa- bir sebep uydurup akrabaları, arkadaşları evime yemeğe davet ediyorum. Onlara iyilik yapmak için değil, kendime iyilik yapmak uğruna, kendimi savunmak adına. Çünkü bana inancımdan dolayı kıyacak putperest hükümdar da içimde, kendi mağaramda, etrafımda topladığım maddiyatta, tescilli markalarda. Beni uyuturken değerlerimi unutturuyor.