Mektubu kim öldürdü?

“Her yazı mektuptur.” diyor Ataç. Mektubun ölümünün anlamı bu. Mektubun ölümü, yazının da ölümü değil mi biraz da?
“Her yazı mektuptur.” diyor Ataç. Mektubun ölümünün anlamı bu. Mektubun ölümü, yazının da ölümü değil mi biraz da?

Ölü bir tür mektup. Biz mektubun katliamına tanıklık eden bir nesiliz. Mektup öldü ve yerine hiçbir vekil bırakmadı: Ne telefon mektubun yerini tutabildi, ne ileti, ne de görüntülü konuşma. Mektup bunların dışında birçok mahiyet barındıran ve cesedi hâlâ orta yerde bırakılan kadim bir dost; dışında ve üstünde. İki dost arasında, bembeyaz bir sayfada kimi harflerin biraraya getirilişiyle ruh ve vücut bulan, asıl meramı satır aralarında gizli bir tür define haritası mektup. Şimdi beheri paramparça.

Nedir mektup!

Daha doğru bir tarzda soralım: Ne idi mektup?

Mektup, meyve gibi adım adım açılan ve özünü yalnızca bir kişiye bahşeden bir aleni hazine.
Mektup, meyve gibi adım adım açılan ve özünü yalnızca bir kişiye bahşeden bir aleni hazine.

Ne geliyor aklımıza ilkin? İki dost arasında, aslında aracıya gereksinilmediği hâlde, sırf aradaki muhabbetin sıcaklığından nasipsizlerin nezdinde aleni keramet sadır etmemek için başvurulan, tabula rasa’da kimi harflerin biraraya getirilişiyle ruh ve vücut bulan, asıl meramı satır aralarında gizli bir tür define haritası değil mi? Hiçbir hazine gömülü olmayan bu definede mumyalanan, ölümsüzlüğe adaylanan, iki ruhun dile getirilemez sırlarının tek bir kalıba dökülmüş, tek bir bedende bütünleşmiş bir sevgi meyvesi yalnızca. O yüzden de bir meyve gibi adım adım açılan ve özünü yalnızca bir kişiye bahşeden bir aleni hazine.

  • Bir dosttan diğerine gitmediğinde, dolayısıyla ancak ruhunu birbirine yakınlaştırmanın üst mertebesine erenlerin derin esrarını barındırmadığında, örneğin amirden memura bir emri tebliğ ettiğinde veya ekâbirandan herhangi bir konuda yardım istendiğinde yahut herhangi bir vesileyle ortaya çıkan bir durumdan ilgilisi haberdar edildiğinde, kısacası mahrem bir durumu açığa vurmadığında bile öznel bir sırriliği içinde gizleyen; ne ki bu gizlediğini sözcüklerin tanıdığı açma oranınca açığa çıkaran bir ‘örtük ifşa’.

Kimileyin de okuma yazma bilen bir arkadaşın aracılığıyla yazılan ve yine okuma yazmayı çat-pat sökeyazan bir ilkokul çocuğunca okunan asker mektubundan tutun da, tüm aracılıklara gereksinimi ortadan kaldıran, yalnızca iki kalp arasındaki akıntıyı birinden ötekine taşıyan aşk mektubuna değin her zarfın içindeki mazruf, aslında bütün yetkinliğini içtenliğinden almaz mıydı?

İçtenlik, yani çağdaşlığın, yerini resmiyete bıraktırdığı tarihi eser.

Mahremiyetin Yitimi

Demek ki bize, kültür dünyasına girişin ana kapısı diye tanıtılan okuryazarlık, aslında bizi vaadettiği dünyaya ulaştırmadı ama şahsiyetlerini baştacı eden toplumumuzun en ücra köyünde yaşayanının bile mahremiyetlerini bitpazarında peşkeş çekebildi. O yüzden değil mi, çoğun mahremiyetlerine sahip çıkmak için işlenilen cinayetlerin sergilendiği gazetelerin üçüncü sayfa haberleri, bir gazetenin en çok okunan yeri hâline geldi.

Mektubu ne telefon yerinden edebilirdi ne de şu nevzuhur mail denilen ileti.
Mektubu ne telefon yerinden edebilirdi ne de şu nevzuhur mail denilen ileti.
Yirminci yüzyıl, başka birçok şey kadar mahremiyeti de öldürdü.

Önceleri kişiye ait saydığımız birçok değer, bu yüzyılla birlikte ortamallaştırılmakla kalınmadı, ortalığa ait tüm ortalamaları da bize esasmış gibi yutturmanın hayli mahir yollarını keşfettirdi. Bu tespitin ikinci yarısına, kendilerine ilerlemeci denmesinden haz duyanların katılması imkânsız ama bizim derdimiz zaten burası değil, mahremiyet bahsi. Çünkü mektubu ne telefon yerinden edebilirdi ne de şu nevzuhur mail denilen ileti.

İşin şaşırtıcı yanı, geçen yüzyılın mahremiyetleri tanımayan anlayışı, aynı zamanda kâğıttan kaplanlar kadar tehlikeli ortamlarında, oyun kâğıtlarından inşa edilen kuleler gibi mahremiyetlerden yapılar kurup dilediğinin mahremiyetini piyasaya sürerek istediğini yerle bir etti. Gazetecilik ile mahremiyet tanımazlık özdeşleştirildiği kadar, iç hesaplaşma ile iç dökme arasındaki fark da ortadan kaldırıldı. Daha acısı, arsızcasına mahremiyetlerini ortaya sürmek de sanatın mahiyeti hâline getirildi. Özellikle roman, varsaymaca mahremiyetlerden devşirilen bir yatak odası ayrıntıları sergisi durumuna düşürüldü. Bu da yetmezmiş gibi resimde, tiyatroda, sinemada mahremiyet ifşaatı, sanatın icraatı yerine kondu.

Belirsizliğin Cazibesi

Açıklanması zor bir başka mistikliği de barındırır bünyesinde mektup: belirsizlik.

Yazan tarafından gönderilenin eline ne zaman ulaşacağı, dahası ulaşıp ulaşmayacağı bile belirsizken çağdaş ileti öyle mi! Bir tık ve “işlem tamam”! Sahiden tamam mı? İşte asıl bu sahicilik yoksunu tamamlığın doğurduğu kuruluk, bu kesinliğin doğurduğu keskinlik, modern hayatın tekdüzeliğini perçinleyen gerçek bir düşgücüsüzlük değil mi?

Mektup öleli beri düşgücü de can çekişmekte.

Ne ki mahremiyetlerimiz, kişiliğimizin rengini billûrlaştırdığı hâlde, yalnız bizim için ve bizim tarafımızdan belirlenen bir avuç seçilmiş için loş odaların alacasında belli belirsiz dillendirilen imalardan hareketle devşirilen bir ayrıcalıkta paylaşılabilirlerden değil miydi?

Peki mahremiyetin ölümü neyi doğurdu? Yeni sanat verimleriyle örülü kalıcı ürünleri mi?

Ne gezer...

Mahremiyetin ölümü asla doğurucu değildir ki!

Dikkatinizi çekerim, günah çıkarmada bile günah çıkaranla Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcisi arasında mahremiyeti koruyan bir ‘kılıf’ değil midir, günah çıkarma kabini? İşte tam da bu nedenle yüzyüze gelmekten çok daha üstün bir kudretten pay almakta mektup: İki sahici ruhun sahihlik diyarındaki buluşmalarından ortaya çıkan tokuşmanın görünmez ama hissedilir kıvılcımları ile iki yüzün gündelik yaşantının olağanlığının sefaletinde biraraya gelerek birbirlerine çağrıştıracaklarıyla karşılaştırılabilir mi hiç!

  • İki ruh arasında gerileceğine, duyduklarına saklama yetisinden bile yoksun iki kulak arasına gerili bir telden medet uman telefona, dahası mail denilen nevzuhurun zuhuruna gerek kalmadan ölmüştü mektup. Doğru. Ama hani kötü westernlerde kötü adamlar, sırtından vurdukları rakipleri öldükten sonra bile tabancalarını kurbanlarının üzerlerine boşaltırlar ya, işte böylesi bir acımasızlık sözkonusu bu iki ileti türünün mektuba ettiğinde.

İleti mi, Mektup mu?

Peki ya samimiyet? Ya yarenlik?
Peki ya samimiyet? Ya yarenlik?

Mektubun yeni, dahası ultramodern bir versiyonu olmasın ileti? Hani telefondan sonra, sanki yeniden asla, yazıya dönüş var ya işin içinde. Hem malûm: Önce yazı vardı.

Keşke! Adı üzerinde: ileti. Yani neyse derdi, onu bir çırpıda aktaran ve orada kalan. Ne muhatabına ne de bir başkasına bir şey söylemeyen bir tür “Karnım acıktı.” ifşası.

Bu kadar.

Peki ya samimiyet? Ya yarenlik? Peki ya o samimiyetin tüm ifşaları, cümleleri, dahası sözcükleri bir kenara iterek bir tek harfle, vav’la, mimle, elifle, sin’le bütün meramını aktarabilecek inceliğe tırmanabilmesi!

  • Tuhaftır, mektubun aracılıktan sıyrılıp kendine özgü bir tür hâlini alması da moderniteyle birlikte gerçekleşir. O güne değin meramı aktaran bir nitelikteyken, salon hayatının ortaya çıkışıyla pekişik bir biçimde yaşama kültürünün zenginleşmesiyle, gündelik gereksinimleri aşan ruh gerekliliklerine daha fazla süre ayrılmasıyla birlikte, ilkin ifşaatla başlayan, ardından kendine özgü bir çeşit mesafeli içtenlik barındıran, en sonunda da bir insana özgü tüm özellikleri, başka hiçbir ifade biçiminde ortaya çıkamayacak bir tarzda gün ışığına kavuşturan mektup, doğrusu tam bir sır küpü aslında. Örtülmüş bir hâlde muhatabının eline ulaşan, barındırdığı bütün sırları ve kişisellikleri içinde örtülediği hâlde, dışarıdan bakıldığında yalnızca gönderen ve gönderilenden haber veren, buna karşın gebe olduğu gerçek kudreti yalnızca açana gösteren bir sır küpü.

Et ve kemikten oluşma bir beden tarafından yazılan, aynı tür bir beden sahibi postacıyla taşınan ve yerine ulaştıran bir kutlu mahfaza.

Evet, mektup kendini her evresinde ele verir.

Mektup koku taşır: yazanın, taşıyanın, okuyup da saklayanın kokusunu...

Evet, bir ten kokusu bu; kolay algılanmayan, buna karşın yine de varolan... İyi bir mektup, ten kokusu kılığında ruh kokusundan da haber verir.

“Her yazı mektuptur.” diyor Ataç. Mektubun ölümünün anlamı bu. Mektubun ölümü, yazının da ölümü değil mi biraz da?