Modern tıp insanı okumayı bilmiyor

Bu iş böyle gitmez, gidemez, Türkiye’nin hikmetli reçetelere ihtiyacı var.
Bu iş böyle gitmez, gidemez, Türkiye’nin hikmetli reçetelere ihtiyacı var.

Pandemi sürecinde yaşananlar modern tıbbı sorgulamayı ister istemez beraberinde getirdi. Gerekli faz aşamalarını tamamlamamış, yan etkileri meçhul aşıların milyarlarca dozda kullanılması, üstelik bu durumun âdeta dayatılması, pek çok insanı alternatif çözüm yollarını aramaya sevk etti. ‘Alternatif’ derken altını ihtimamla çiziyor, ‘merdiven altı’ tabir edilen bütün önermeleri baştan reddediyoruz. Nitekim bu konuyu ehil bir isimle, ürettiği bitkisel ürünler ile markalaşma yolunda ciddi adımlar atan Dr. Muammer Yıldız ile konuştuk. Fitoterapi başta olmak üzere sağlık alanındaki birçok meseleye mercek tutmaya çalıştık.

- İlham veren bir hayat hikâyeniz var. Küçüksünüz, başka bir şehre okumaya gidiyorsunuz. Zor şartlarda, başınızdan türlü işler geçiyor. Ama yılmıyor ve bugünlere geliyorsunuz. Buradan mı başlasak, ne dersiniz?

Köyde yaşıyoruz, orada ilkokulu okudum. Anadolu’da bilirsiniz, köylü çocukların eğitimini devam ettirdiği yatılı okullar mevcut. Ben de yatılı okula gittim. Rutubetli ve soğuk bir ortamdı burası. Biraz da genetik olarak yatkınlık olunca romatizmayı tetikledi. Ağır bir romatizma sonucu eller ayaklar tutmaz oldu, ayağa kalkıp yürüyemez hâle geldim.

- Kaç sene sürdü bu durum?

Yaklaşık 12 yıl.

- Bu süreçte modern tıbbın bütün imkânlarına müracaat ettiniz sanırım.

Kesinlikle.

Neye inanırsanız kader size öyle muamele eder

- Tedavi için yurt dışına, Suriye’ye geçmişsiniz.

Ankara’dan bir doktor, beni Suriye’ye yönlendirdi. Orada, diplomatları tedavi eden bir doktor olduğunu söyledi. “Bu hastalığın çâresi yok, bir de ona görün” dedi. İyileşmekte kararlıydım. Pes etmeye hiç niyetim yoktu. Tutunduğum nokta, insanlara ilham kaynağı olacak husus şu: Kader, insanın dayandığı şeydir. Siz neye inanırsanız, kader de size öyle muamele eder. Ahirette hesaplar açıldığı zaman göreceksiniz ki, siz buradasınız ve önünüze bir teklif konmuş, siz şunu seçmişsiniz. Sonra bir teklif daha konmuş, siz şunu seçmişsiniz. En sona kadar ulaştığınız hikâye; aslında sizin tercihleriniz üzerinden, inandığınız değerler üzerinden, yaptığınız dualar üzerinden, diliniz, kalbiniz ve aklınız ile oluşmuş. Kader işte budur. Dilin, aklın ve kalbin eseri bir kader vardır. İnanmak lazım. Bazen insan eliyle yapamadığını aklıyla yapabilir. Aklıyla yapamadığını kalbiyle yapabilir. Allah Resulü (s.a.v.) ne diyor: Bir kötülüğü elinle düzeltemiyorsan dilinle düzelt, dilinle de düzeltemiyorsan en azından kalbinle buğzet. Yani kalp ile muamele et. Bu kaderi değiştiren bir şey olmasa, Allah Resulü bunu der miydi?

Beni intihardan annem vazgeçirdi

- Hiç vazgeçmemişsiniz fakat bir noktada, Türkiye’ye dönerken yolda bir an vazgeçiyorsunuz. Annenizi uyurken görüyorsunuz. Anneniz bütün ümidini size bağlamış ve onun için yola devam ediyorsunuz.

Allah ipinizi bırakmıyor. Ben orada bunu gördüm. Vazgeçtim desen bile hayır. Cenâb-ı Hak diyor ki, iyi gidiyorsun, devam et. Bir intihara kalkışma denemesi oldu ama ben inançlı biriyim, asla intiharı düşünecek biri değilim. Orada ağır bir tahrik oldu. Ağabeyim tedavi konusunda ısrarımı görüyor ve iyi niyetli bir şekilde Allah’ın takdirine teslim olmamı istiyordu. Bana şunu söyledi: “Senin, Allah ile bir sözleşmen mi var? Sağlığın iyi olacak, ayağa kalkıp yürüyeceksin diye niçin bu kadar zorluyorsun? Bu Cenâb-ı Hakk’ın takdirine aykırı değil mi?” Başka şeyler de söyledi ama burada söylemek istemiyorum. Nefsimi paspas edercesine üzerime geldi, bir tahriki oldu. O tahrikten dolayı ben de “Tamam, bu defteri kapatayım, ben oynamıyorum artık” dedim. O anda, uyuyan validem elimi tuttu. Bu beni çok etkiledi. “Uykusunda bile benden vazgeçmeyen bu kadın için yaşanır” deyip vazgeçtim. Kırılma noktası insanın hayatının her yerinde olabilir. Önemli olan siz sıdk içinde Allah ile samimi iseniz, Allah, siz hata yapsanız bile sizi bırakmıyor. Ben bunu hayatta gördüm. Dolayısıyla bu hikâyede en önemsediğim şey, modern tıbbın insan okumadaki eksikliğini fark etmiş olmam.

Kur'an oku diyor ama nasıl?

- Nasıl bir eksiklik bu?

Kur’an’ın ilk emri “İkra / Oku” der. Gaye okumaktır. Neyi, nasıl okuyacaksın? İşte burada izah edilmesi gereken bir husus var. Allah-ü Teâlâ’yı üç şekilde tanımak mümkün.

  • 1. Esma (İsimleri) ve sıfatları ile tanımak.
  • 2. Rububiyet yani ‘Rab’ oluşuyla tanımak.
  • 3. Ulûhiyet yani ‘İlah’ oluşuyla tanımak.

Allah, insanlara okunası üç kitap verdi. Birisi kâinat kitabı, birisi insan kitabı, birisi de Kur’an’dır. Oku emri bu üç kitabı da kapsamaktadır. Üç kitabı okuma noktasında çok ciddi disiplinlere, yöntemlere, ilham kaynaklarına ihtiyacımız vardır. İnsan, Cenâb-ı Hakk’ın vasıflarının, Esma’sının tecelli ettiği bir varlık olması sebebiyle biz insanı doğru okuyabilirsek inşallah Allah’ı anlama noktasında başarılı olabiliriz. Allah’ı nasıl anlarız? Dindar olmakla mı? Asla değil. Allah’ın hiç birimizin ibadetine, namazına, tespihine ihtiyacı yok. Yeryüzündeki bütün mahlûkat zaten Allah’ı tespih ediyor. O zaman “Oku” derken Cenâb-ı Hakk’ın bizden istediği nedir? Bugün üniversiteler kâinat kitabını okuma noktasında bir disiplin veriyorlar ama insanı okuyamadıkları için eksik bilimsel çalışmalarla insanlığı bitirme noktasına getirdiler. Okumayı bilmeyince yaptığınız çalışmalar bir değere dönüşmüyor. Neden dönüşmüyor? Çünkü insanı okuyamadınız. Üç kitabı okuma meselesi halledilmeden değer oluşturmak mümkün değildir. Bu okumaların nasıl bir değer olduğunu, bu okumalardaki hikmeti, kendi hayatımdan başlayan bir hikâye ile anlamaya başladım.

Bir kitap ile her şey değişti

- Son çare deyip Suriye’ye gidiyorsunuz. Oradaki doktordan da bir şey alamıyorsunuz ve size birisi eski bir kitap veriyor. Kadim bir tıp kitabı bu. Ve siz deneye yanıla buradan bir şeyler yapıp kendinize tatbik etmeye başlıyorsunuz. Oradan bugüne geliyorsunuz. Bu nasıl oldu?

Çok özel bir kitaptı bu. Şam dönüşü annem benim intihara kalkıştığımı görmedi, o uyuyordu. Yalnız anne yüreği, biz Türkiye’ye döneceğiz, annem dedi ki: Ben dönmeyeceğim, oğlumla burada kalacağım. Hatta babamla bu konuda tartışmaları oldu. Anneme göre artık doktorlar ile işimiz bitmişti, hocaları gezecektik. Çok özel bir hocaya götürdü beni. Bütün teşhisleri Kur’an okuyarak koyan biri. Kur’an’daki bazı ayetleri okuyor, o okuduğu ayetlerde insanlar bayılıveriyor.

- Nerede bu şahıs, Halep’te mi?

Şam’a yakın, Halep-Şam arası bir köyde. Sadece Kur’an ile teşhis koyan, Kur’an haricinde hiçbir şey söylemeyen bir insan. Orada beş altı kişi bulunuyorduk. Kur’an okumaya başladı. Kur’an okurken bizimle içeri giren bir kadın bayıldı. Sonra ağabeyim. Üçüncü olarak da ben bayıldım. Hoca ilk bayılan kadına “Sen doktora git, hastalığın doktorluk iş” dedi. Ağabeyime “Sen çok asabisin, bunu bırakmazsan sonun kötü olur, bundan kurtul” dedi. Bana döndü, bir şey söylemesini bekliyordum, söylemedi. Ayağa kalkıp kendi rafında bulunan bir kitabı aldı, bana uzattı. “Al bu kitabı. Hem kendin hem insanlık için bir şeyler yaparsın” dedi.

- İnanılmaz bir hikâye bu.

Bunun üzerine annem “Şeyh Efendi! Bir şey söyle. Bir kitap verdin, neyin nesi bu?” dedi. Hoca da “Bir gün bu çocuk iyileşir” diyerek kapıdan çıkıp gitti. Zâten çok konuşan biri değildi. Ehl-i hâl bir insandı. Aldığım o kitabı açıp okumaya başladım. Enteresan el yazması bir eser. Ama içerisinde bildiğimiz tıp gibi değil, çok özel şeylerden bahsediyor. Kelimenin şifa olduğunu, bir bakışın şifa olduğunu, bir dokunmanın şifa olduğunu söylüyor. Yani bize uçuk gelen, yüzlerce yıl öncesinden kalma ama tarihi tam olarak bilinmeyen bir kitap.

- Adını hatırlıyor musunuz?

Biliyorum ama söylemek istemiyorum.

- Eyvallah, saygı duyarım.

Bütün dünyanın aradığı kitaplardan bir tanesi. Enteresandır, o hoca kitabı bana verdi. Değerini de bilmiyorum. Aklıma o anda gelen şu. Çok mustarip olan bir çocuk var. Onu hoş tutmak, gönlünü almak mahiyetinde verilen bir teselli hediyesi.

- Kitap Arapça mı yazılmış?

Evet, Arapça.

Allah, insanlara okunası üç kitap verdi. Birisi kâinat kitabı, birisi insan kitabı, birisi de Kur’an’dır. Oku emri bu üç kitabı da kapsamaktadır. Üç kitabı okuma noktasında çok ciddi disiplinlere, yöntemlere, ilham kaynaklarına ihtiyacımız vardır. İnsan, Cenâb-ı Hakk’ın vasıflarının, Esma’sının tecelli ettiği bir varlık olması sebebiyle biz insanı doğru okuyabilirsek inşallah Allah’ı anlama noktasında başarılı olabiliriz.
Allah, insanlara okunası üç kitap verdi. Birisi kâinat kitabı, birisi insan kitabı, birisi de Kur’an’dır. Oku emri bu üç kitabı da kapsamaktadır. Üç kitabı okuma noktasında çok ciddi disiplinlere, yöntemlere, ilham kaynaklarına ihtiyacımız vardır. İnsan, Cenâb-ı Hakk’ın vasıflarının, Esma’sının tecelli ettiği bir varlık olması sebebiyle biz insanı doğru okuyabilirsek inşallah Allah’ı anlama noktasında başarılı olabiliriz.

Denemedim reçete kalmadı

- Siz Arapça biliyorsunuz o vakit.

Arapça ana dilim. Derken kitabı okumaya başladım. Okuyunca, o kitap beni başka kitaplara yönlendirdi. Mesela diyor ki, Muhammed bin Hamza’nın şu kitabında bahsettiği şu konu aslında böyledir. Lokman Hekim’in şurada bahsettiği şey, aslında şunu kastediyor. İbn-i Sina şunu dedi. Ben Lokman Hekim kim, İbn-i Sina kim, Muhammed bin Hamza kim, bilmiyorum. Bir heyecanla bu işin peşine düşmeye, dünyanın her yerinden kitap toplamaya başladım.

- O kitap sizi yönlendirdi, değil mi?

Evet, referanslarıyla beni yönlendiren o kitap oldu. Kendimce bir şeyler yapmaya başladım. O kitabın bir tarafında şunu söylüyordu. Bir tedavi, 1 haftada insanı etkileyebilmeli. Ben bunu kendime şiar edindim. Madem 1 haftada tedavi olmak mümkün, o zaman bütün reçeteleri üzerimde 1 hafta boyunca deneyeceğim. Bu süreç tam 2 buçuk yıl sürdü. 2 buçuk yıl boyunca eski reçeteleri deneyip durdum. Ot, çamur, toprak yemekten, tilkiyi kesip üzerine bağlamaya, ayı yağı tedarik etmekten kirpi ete yemeye, kaplumbağa kanı içmeye değin pek çok şeyi denedim. Bu tecrübenin çoğu otlarla oldu ama saydıklarım da vardı işin içinde. Yılan eti yemeye kadar bir sürü reçeteyi tatbik ettim. 2 buçuk yıl sonra Allah nasip etti, 1 haftalık ilaç kullanımıyla benim eller ayaklar çözülmeye başladı. Bende atrtoz vardı, bir bardak çayı elde tutamıyordum. Ayağa kalktık, yürüdük. O anı hatırlamak, anlatmak da istemiyorum. Ondan sonra Hoca’nın söylediği “Hem kendin hem insanlık için bir şeyler yaparsın” meselesine el attık, kendimizi olayın içinde bulduk. Modern tıbbın çıkmazı nedir? Bu sorunun cevabını sürekli aradım. Anladım ki, üç kitap okumalarındaki eksiklik yüzünden kaynaklanıyor bu. En önemlisi de insanın üç bedenden oluştuğunu, insan kaderinin üç kaderden teşekkül ettiğini, ilim kaynaklarının üç olduğunu fark ettik. İnsan kitabı, kâinat kitabı ve Kur’an örneğini vermiştik hatırlarsanız.

Üç beden ve üç alem

- İnsanı anlamak için Freud’u temel alan bir anlayış hâkim bugün. Çıkmazın kaynağı bu olabilir mi?

Freud’un özelliği, sadece fizyolojik bedeni bilmesi.

- Ama ruh-bedene oradan girme çabası yok mu?

Nörobilim yapmaya çalışıyorum, nörobilim öğrencisiyiz. Uzmanlık olarak nörobilimle ilgili yol almaya çalışıyoruz. Şunu fark ettim: Nefs-bedene ve ruh-bedene ait tavırları yani o bedenlerin özelliklerini, fizyolojinin hormon ve enzimlerinde aramaya çalışıyoruz. Ve bulamadığımızı görüyoruz. Alzheimer dâhil nörolojik hastalıkların, Parkinson gibi hastalıkların hâlâ sebebini bilmiyoruz. Sebep ne? Bunları aradığımız bedenler ile ikinci bedenler arasındaki ilişkiyi çözemediğimiz için tek bir bedende diyor ki; buraya bir nörotransmitter geliyor ama burada bir değişim başlıyor. Aynı nörotransmitter, aynı uyaran yine bedene geliyor ama bu sefer bedende farklı bir şey oluyor. Mesela ben sizinle konuşurken farklı bir kelime sarf ediyorum. Farklı bir şey uyandırıyor sizde. Aynı kelimeyi bir kez daha söylüyorum, farklı uyandırıyor. Üçüncü kez söylediğimde bunu hakaret kabul ediyorsunuz. Aynı kelime nasıl farklı fizyolojik tepkilere sebebiyet veriyor. Bunu anlayan fizyoloji olsaydı her söylediğim kelimenin aynı sonucu vermesi gerekmiyor muydu?

- Buna ‘holistik tıp noksanlığı’ mı diyeceğiz?

Holistik tıp denilen şey daha bütüncül bir yaklaşım. Ama o da izah edemiyor. Orada da izah edilmiyor.

- Orada da mı sıkıntı var?

Sıkıntı olarak değil. Bugüne kadar bilimin hiçbir yerinde ‘alternatif tıp’ ve ‘modern tıp’ da dâhil bu parçanın bütününü izah edememiş. Herkes ormanın bir ağacına, bir dalına, bazısı bir yaprağına tutunmuş ve her şey bundan ibaret iddiasında bulunabilmiş. ‘Efendim ağaç budur. Bundan gerisi de vardır ama ben bunu anlamıyorum ve bilmiyorum’ diyen de var. Ama bütünü anlayabilecek hikmetli bir bakış açısı ancak bu ayrı bedenlerin, ayrı kitapların, ayrı âlemlerin okunabilmesiyle mümkündür. Bunu hikmet ehli bilirdi. Muhyiddin-i Arabi bu konuda dehadır. Yani kelimeleri ve harfleri anlatırken kâinatı okumakta, insanı okumakta. Harfler üzerinden bütün kitapları teşkil eden harfler ayrı ayrıdır ve bu harfler üzerinden bu kitapların okumasını yapabilmiş. Yalnız kendi zamanından bin yıl ileride olunca anlaşılabilmek elbette mümkün olmuyor. Arapça ‘da güzel bir söz vardır ‘Eğer farklı bir şey söylersen dışlanırsın.’ Kendi çağını aşan insanların dışlanmışlıkları bu sebeptendir.

- Bu bahsettiğiniz üç âlemi eski kitaplarda, mesela El Kanun Fi’t Tıp’ta görebiliyor muyuz?

Hayır, hiçbir yerde bunu göremezsiniz.

- Bir tek o kitapta mı var?

O kitapta da yok aslında. Ama o kitap bunları ayrı ayrı anlatmış. Yine de bunlar bir şablon halinde bugüne kadar söylenmemiş. Yani üç bedenin varlığını, Allah’ın rahmetidir diye söylüyorum, benden önce iddia eden kimse yok. Üç kitabı da, üç bedeni de, üç gözü de benden önce söyleyen yok. Üçüncü göz diye bir şey söylenir, böyle bir tabir vardır. Üçüncü göz alnın ortasında zannedilir. Hayır, bunların ikisi zaten bir göz.

- Oradaki şey çakra mı?

Orada da izah eksikliği var. O çakra ile izah edilen şey, ikinci gözdür yani beynin gözü. Bir de, ruhun gözü var yani kalbin gözü. Üçüncü göz kalptedir. Fizyolojik bedenin gözü iki tane olmasına rağmen birdir. Bir görür. Dolayısıyla aklın gözü ve kalbin gözü, sizin okumakta olduğunuz kitaplara yönelik yapılmıştır. İnsan kitabını fizyolojik gözle okuyamazsın, onu ancak kalp gözüyle okursun. Akıl gözüyle kısmen okursun.

- Üç beden dediniz, fizyolojik beden, nefis ve ruh-beden. Güney Amerika ülkeleri veya Filipinlerde, İncil’i hastanın eline veriyorlar, adamın biri hasta yeri eliyle yoklayıp buluyor, sonra elini sokup ameliyat yapıyor. Bunda başka bir şey mi var yoksa saf inanç bunu mümkün kılabilir mi?

Bu meseleler öyle görüldüğü gibi değil. Kâinat kanunlarından, fizik kanunlarından, kuantumdan yakaladığı bir damarı kendi hikâyesine mâl ediyor. Meselenin İncil ile bir alâkası yok. İncil’e bir keramet atfederek insanları İncil konusunda ikna etmek için kullanıyorlar. Bu şekilde, bir insanın organlarına girip ameliyat etmek fizyolojik bedenle olacak iş değildir. Ama bir insanın travması vardır bilemem. Ruh-bedende travma olmaz. Ruh-bedenin tarifini yapacak olursak, sadece Allah’a yakınlıkla mutmain olur; sağlığı Allah’a yakınlık, hastalığı ise Allah’ın esmasından uzaklıktır.

- Zikirle çalışan bir şey yani?

Zikir demeyelim.

Aklın ve kalbin zikrini bilmek gerek

- Her şey her dem zikir halinde ya…

Gelenekten çok etkilendiğiniz için hep buraya geliyorsunuz, sorularınız da o yönde oluyor ama öyle değil. Zikir diye söylenen şey üçtür: Dilin söylediği, aklın söylediği ve kalbin söylediği zikir. Eğer zikri açacak olursak; şu çiçeğin Allah’a ait olduğunu bilmem, benim akılla yaptığım bir zikirdir ve bunun dille yapılan zikirden yüz kat daha değerli olduğunu Peygamberimiz (s.a.v) söylüyor. Tefekkür diye tabir edilen şey aklın zikridir. Bunun bir adım sonrası nedir? Eğer bu ağacın Allah’ı nasıl zikrettiğini anlayıp, onun zikrini Allah ile bağlanma kabiliyetini aklın sana sundu, kalbin buna iman etti ise o zaman kalbinin zikri başlıyor. Dolayısıyla insanların diliyle yaptığı zikir, fizyolojik bedeni kısmen etkileyebilirler ama bu bir yere kadardır ve yarım operasyondur, yeterli değildir. İncil ile yapılan, elle yapılan operasyon tamamen yanıltmak içindir. İncil ile insanları etkilemek içindir, fizyolojik bedeni böyle etkileyemezsiniz

- Üç harflileri mi kullanıyorlar?

Oraya girmeyelim. Onu izah etmeye çalışırsak derginin sayfaları yetmez. Bu röportajın da skalasını düşürmüş oluruz ki muhataplar her meseleyi anlayamazlar. Eğer biz insanların akıllarına ve kalplerine dokunmak konusunda bir hayır hizmeti yapmak istiyorsak bunu biraz daha hap haline getirmek lazım.

Teşhis yanlışsa reçete de yanlıştır

- Bitkisel ürünleriniz var, özellikle korona döneminde muazzam faydası görüldüğü söyleniyor. Nedir bu işin sırrı?

Teşhis yanlış ise geriye kalan bütün senaryo yanlış olur. Mesela tansiyon hastasısınız, ben size mide ülseri desem, teşhis yanlış ise vereceğim ilaçlar yanlış olur değil mi? Bugün teşhis ile ilgili problemimiz var. Erkekliğin ne olduğunu biz yeni nesle anlatabilirsek, farklı bir karakterde olabilme ihtimali kalmaz. Ama erkekliğin tanımına dair bir sürü şaibeli operasyonlar; televizyon kanalları, sosyal medya, katkı maddeleri, zirai ilaçlar vesaire…

Ben bunu bugün anlatıyorum ama 50 yıldır, 100 yıldır çalışıyorlar. Fizyolojik bedeni bozmak, toplumu ele geçirmek için yeterli değildir. İsteseler aşılarla bizi yok edebilirlerdi. Ama bu yetmiyor, diyor ki ‘bu insanlar tanımlanamayan bir şekilde ‘Allah-u ekber’ diyor’. Bunun Allah-u ekberini yok etmek lazım. İngiltere’nin en büyük gazetesi 15 Temmuz’da ‘Türkler 100 yıldır savaşı unuttu sandık ama bir anda savaşı özlediklerini fark ettik’ diyor. Burada onların bildiği ne var? Bu toplumu nasıl ifsat ettiler, bu gençlik nasıl ifsat oluyor, bunun fizyolojik tarafı, nefs tarafı ve ruh tarafı nedir bunu bir İngiliz biliyor ve sizi nasıl ifsat edeceğinin planını yapıyor. Onu tatbike geliyor ama siz hâlâ teşhis koyamıyorsunuz. Birileri ‘aşı kurtaracak’ diyor, peki aşının ne olduğunu biliyor mu? Hayır. Birileri diyor ki ‘büyük bir operasyon var’. Virüs var. Peki, virüsü gören var mı, tanıyan, bilen var mı? Yok. Saflaştırıp, bunu bir yere koyup bize resmini atan var mı? Yok. Dolayısıyla sizin teşhisinizde bir hata varsa, önereceğiniz bütün reçeteler haraptır.

Bugüne kadar bilimin hiçbir yerinde ‘alternatif tıp’ ve ‘modern tıp’ da dâhil bu parçanın bütününü izah edememiş. Herkes ormanın bir ağacına, bir dalına, bazısı bir yaprağına tutunmuş ve her şey bundan ibaret iddiasında bulunabilmiş. ‘Efendim ağaç budur. Bundan gerisi de vardır ama ben bunu anlamıyorum ve bilmiyorum’ diyen de var. Ama bütünü anlayabilecek hikmetli bir bakış açısı ancak bu ayrı bedenlerin, ayrı kitapların, ayrı âlemlerin okunabilmesiyle mümkündür. Bunu hikmet ehli bilirdi.
Bugüne kadar bilimin hiçbir yerinde ‘alternatif tıp’ ve ‘modern tıp’ da dâhil bu parçanın bütününü izah edememiş. Herkes ormanın bir ağacına, bir dalına, bazısı bir yaprağına tutunmuş ve her şey bundan ibaret iddiasında bulunabilmiş. ‘Efendim ağaç budur. Bundan gerisi de vardır ama ben bunu anlamıyorum ve bilmiyorum’ diyen de var. Ama bütünü anlayabilecek hikmetli bir bakış açısı ancak bu ayrı bedenlerin, ayrı kitapların, ayrı âlemlerin okunabilmesiyle mümkündür. Bunu hikmet ehli bilirdi.

Geleneksel tıbbi yönetmelik bilmecesi

- Fitoterapi alanında Türkiye’yi nerede görüyorsunuz? Birçok endemik bitki türüne ev sahipliği yapan geniş bir ülke ama bunu yeterince kullanabiliyor mu?

Türkiye 100 yıldır konulmuş ambargoyu sağlık alanında delemedi, delemiyor ve delecek gibi de görünmüyor. Bunun sebebi şu: İnsanlar sistemi kurmuş. Sizin çıkış noktalarınızı bildikleri için o çıkış noktalarının tamamını kapatmışlar. Ve siz çıkışı bilmediğiniz için önünüze konulan engellerin ne olup olmadığını bilmiyorsunuz. Çünkü başta Türkiye olmak üzere Müslüman toplumlarda bugün olmayan tek şey usuldür. Bizde hâlâ bakanlıklarda bir iş yapılacağı zaman Avrupa’daki çalışmalar baz alınarak yapılıyor.

AB kriterleri senin köleleşmen için tasarlanmışsa, sen bu kölelik elbisesini bakanlıklara ve ilaç firmalarına uydurarak köleliği sürdürmekten başka bir şey yapmıyorsun. Kendi kuralların olacak. Onların kurdukları oyunda sen kazanamazsın. Kendi sözlerin, kendi kuralların, kendi süreçlerin, kendi metotların olmadıkça hikmeti yakalayamazsın. Ekonomide, sağlıkta, hiçbir alanda yakalayamazsın.

Türkiye bu konuda hala sıfırda, sebebi…

‘Fitoterapi nerede’ diyorsunuz. Fitoterapi hiçbir yerdedir. Türkiye bu konuda hâlâ sıfırda. Bunun sebebi ‘Geleneksel tıbbî yönetmelik’. Geleneksel tıbbî yönetmelikte, fitoterapi diye bir bölüm var ama Türkiye’de fitoterapi adına kullanılan, ruhsat alan tek bir ürün yok. 2010 yılında bu yönetmelik çıktı. Aradan 10 yıl geçti Reis-i Cumhur sormaya başladı ‘neden bir tek ruhsatlı ürün yok’ diye. Sorumlular burada ‘bu iş patlayacak’ dediler ve hemen Reis-i Cumhuru ikna etmek için ara ürün olarak daha önce ruhsatlandırılan; mesela çörek otu yağına, kiraz yağına, kayısı yağına ‘geleneksel tıbbî ürün’ demeye başladılar. Ama bunlar ilaç değil gıdadır. Bir şeye ilaç denebilmesi için endikasyon ve etkinliğinin tarif edilebiliyor olması lazım. Bir formülü olması gerekiyor.

- Ham halinden bir bileşene dönüşmesi gerekiyor.

Evet, ama buna izin vermiyorlar. Neden? Çünkü siz, çörek otu yağındaki timokinonu kenevirdeki CBD ile kombine eder ve bunu nörolojik hastalıklarda kullanmaya başlarsanız ‘hop’ diyor ‘iki maddeyi bir araya getiremezsin’. Kanun ve yönetmelik buna müsaade etmiyor. E, o zaman sen hangi ilaca ruhsat verdin? Ben iki bitkiyi, üç bitkiyi bir araya getirip, karaciğere iyi geldiğini iddia etmek istiyorum. ‘Yapamazsın’ diyor. Sebep ne? Çünkü bunu yapan bir Avrupalı yokmuş, öyle diyorlar.

- Büyük bir şirket olsanız yapabilecek misiniz?

Hayır.

İlaç devlerinin derdi para değil

- İlaç devleri mesela yapamaz mı?

Yapamaz çünkü bunu yapması, kurduğu bütün sistemin aleyhinedir. Niye yapsın ki? Mesele para da değil, yeryüzündeki insanlığı yönetme meselesi. Adam zaten sınırsız para basabiliyor, zâten dünyayı öyle bir noktaya getirdi ki elektronik para ile karşılığı altın olmayan dilediği kadar para basabiliyor. Derginiz Gerçek Hayat’ın geçen ayki sayısında bu konuda ne anlatılıyordu? 100 bin liralık altın karşılığında piyasaya 100 bin lira sürülebiliyordu ama piyasaya 100 bin lira sürüldüğünü nereden bileceğiz. Eğer piyasaya sürülen 100 bin lira değilse hepsi cebinde kalıyor ve sizi sömürgeye dönüştürmeme ihtimali kalmıyor. Buradaki mesele para mevzusu değil çünkü bu şirketler dünyadaki bütün paranın ve bütün merkez bankalarının sahibidirler. Bunlara gık diyebilen var mı? Muammer Kaddafi’yi devirmek için dolar basıldı, çevresini satın aldılar ve Kaddafi’yi devirdikten sonra bir düğmeye basıp bütün paraları dondurdular. Saddam’da da bunu yaptılar. Para onlar için bir yönetme aracıdır, kazanç aracı değildir. Bütün ikinci sınıf ülkelerde manipülasyon yapılır, krizler oluşturulur, batan firmalar satın alınır. Bunların alınması ekonomik sebepten değildir, toplumları yönetmek içindir.

- ‘Big Pharma’ denilen büyük ilaç firmaları bunun için mi var?

Kesinlikle insanları yönetmek için var. Başta para kazanmak için yola çıktılar ama bütün dünyanın parasını ele geçirdikleri için artık onların para diye bir amacı yok. Sadece bu gücü sürdürebilmek için gerekçeleri var. Parayı elinde kim tutacak? Bitcoin gibi bir sürü coinler çıktı. Bunların karşılığında altın var mı? Hayır. O zaman dijital paranın sahibi olan her türlü paranın da sahibi olacak. Ben, size rakamlar veriyorum ve sizin Rize’nin dağında bulunan fındık tarlanızı satın alınıyorum. Bitcoin’i siz her alışveriş merkezinde kullanabiliyorsanız ve bunun parasal bir karşılığı varsa, Rize’deki tarlanızı 70 kat daha pahalı bir fiyata satar mısınız? Tabii ki satarsınız. Satacaksınız. Bütün memleketi böyle satın alacaklar. Dijital rakamlarla satın alacaklar ve karşılığı sıfır. Siz, onların bahçesinde oynamaya devam ettiğiniz sürece, siz onların kölesi olduğunuz müddetçe o kredi kartınız para saymaya devam edecek.

Akademi kime hizmet ediyor?

- Peki, bunun sonu nereye çıkacak?

Nereye çıkacağını Allah bilir ama nereye çıkartmak istediklerini söyleyeyim: Yeryüzündeki bütün insanlar köle, bütün mal varlıkları onların, sizin çay bahçeniz, benim ceviz bahçem, öbürünün incir bahçesi onların olacak. Siz sadece kölesiniz ve sadece çalışıp, bu sistemin devamlılığına bir katkınız varsa varsınız. Bunu çiftçiler ya da halk için söylediğim zaman çok uzak bir hikâye gibi geliyor ama size hikâyeyi biraz daha yaklaştırayım; yeryüzündeki bütün akademisyenler şeytânî akla hizmet eden kölelerdir.

- Çok toptancı bir yaklaşım olmadı mı?

Hayır. Dünyadaki bütün bilimsel çalışmalar çok net ve keskin sınırlarla yönetiliyor. Siz akademisyen olmak için akademik bir kariyere sahip olmak zorundasınız. Doktor, doçent, sonunda da profesör olmak için bilimsel yayınlar yapmanız lazım. Peki, bilimsel yayında size puan verecek olan kim? Hakemli dergiler. Siz, hakemli dergide bilimsel çalışma yayınlatabilirseniz belli bir puan alıyorsunuz ve o puanların toplamıyla profesör olabiliyorsunuz. Peki, sizin bu puanları alma şartınız ne? Mesela, ben ısırgan otunun karaciğer veya kanser üzerindeki etkinliğini araştırmak istiyorum diyorsunuz. Hemen sana bir çarpı atıyorlar, ‘bu konuyu çalışma, çünkü puan alamazsın ‘diyorlar. Bu durumda akademisyenin bilimsel bir çalışma yapmasının anlamı nedir?

Bitkisel ilaç yapamazsınız

- Baştan önünüzü mü kesiyorlar, bu konuda bir engelleme mi var?

Evet, engelliyorlar. Bütün dünyada 2012’ye kadar ısırgan otlarıyla ilgili yapılan bütün çalışmalar, o tarihte tak diye kesiliyor. Bütün bu üniversitelere kim hükmediyor, kim bunları yönetiyor? Elbette bir el var. Bunların üniversite kurup ‘benim için çalış’ demesine gerek yok. Sen ve üniversiten, onların kölesi oluyorsunuz. Bizim meslekte kimse ‘bitkisel bir ilaç üretemezsin’ demiyor, ama bitkisel bir ilaç üretebilmek için gerekli koşullar buna çıkıyor.

Diyor ki ‘hücre kültür çalışması yapacaksın, hayvan çalışması yapacaksın, ondan sonra da bilimsel bir dergide bunu yayına dönüştüreceksin. Ondan sonra faz çalışması yapacaksın ama faz çalışmasını Türkiye’de yapan yok. Sınıfta kaldın mı? Yani hücre çalışmasını yaptın, hayvan denemelerini yaptın, sonra bilimsel yayın yaptın, ne dedin? Big Pharma’ya dedin ki “ben bir ot buldum Türkiye’de, sklamen otu, bunu burnunuza damlattığınız zaman karaciğerde şu şu değerleri düzeltiyor ve karaciğer kanserinde mükemmel etki yaratıyor. Yaptığınız hücre kültür çalışması ve hayvan deneyi, bu projeyi buraya kadar getirdi, formülünü buraya kadar getirdi, her şeyini aldı ve sana defol dedi.

Ülkedeki bütün hayvan koruma dernekleri onlara bağlı, yani sizin yürüyebileceğiniz tüm alanları tıkamışlar. Yani her hayvan üzerinde öyle araştırma yapamazsınız. Üniversitelerle bunlar organize olmuşlar. Bugün adını sürekli televizyonlarda duyduğunuz bilim adamı neyin başkanı? Nereden geldi bu adam? Hangi bilimsel yeterliliği var? Ama bir bakıyorsunuz, aşı konusunda konuşan adam aslında ilaç firmalarının vekili. Diyorlar ki, bizim sistemimizi yönetmek için bu adamı oraya koyuyoruz, tek bir adam da değil, her yerde adamları var. Tıkır tıkır bunları yönetiyorlar. Üçüncü noktada faz çalışmaları Türkiye’de yok. Var diyen yalan söylüyor. Siyasetçiler halkın nezdinde, evet bu üniversitemiz çalışıyor, şu üniversitemiz çalışıyor diyor ama yalan. Üniversitelerde bu alanda çalışma yok. Faz çalışmaları yok. Kesinlikle Türkiye’de iyi bir ilaç üretmek isterseniz, bitkisel bir ilaç üretmek isterseniz, sentetik bir ilaç dahi üretmek isterseniz üretemezsiniz.

- Yerli aşıya ne diyorsunuz?

Tehlikeli sorular sormayalım.

- O zaman siz “Düz ova beyin, dağlar benim” diyen Köroğlu mu oldunuz? Yaptığınız iş tamamen sisteme alternatif çünkü.

Dağlar da onların…

İlaç ambargosunu hala delemedik

- Peki, siz şimdi nesiciniz? Yaptığınız işi nasıl tanımlıyorsunuz?

Biz, kendi özgünlüğü olan ama bunu asla yaşatamayan, altın değerinde tohumu elinde tutan insanlarız. Türkiye’de silah ambargosunu delebildik ama ilaç ambargosunu hâlâ delemedik. Bunu delebilmek de şimdilik mümkün görünmüyor. Plan olmadığı için söylüyorum, yoksa Allah var, Reis-i Cumhurun cesaretiyle delmediği bir şey yok. Yani bütün siyasi hayatını ve kariyerini Ayasofya’nın açılışında zaten masaya yatırdı. Delemeyeceği bir ambargo yok. Fakat bu konuda yeterli alternatifin oluşmadığını düşünüyor. Yeterli proje önüne sunulmamış. Etrafındaki insanlar modern tıptan vazgeçemeyecekleri konusunda mutlak olarak ikna etmişler.

- Sizin gibi uzmanlar bu işin ara yolunu bulamazlar mı? Geçiş formülü üretemez mi? Bir şey hazırlayıp sunsanız olmaz mı?

Olmaz.

Geleneksel tıbba sahip çıkan yok

- Siz doktorsunuz, bizim gibi bir basın mensubu bir şey hazırlasa herkes güler ama siz uzmansınız.

Evet, Reis-i Cumhur arabasından inip bir dilenciyle konuşabiliyor. Ama bir proje olduğu zaman etraf öyle sarılmış ki asla mümkün olmuyor. Birilerine sizi dinletecek. Bir protokolümüz var ama uygulama noktasında siyasetin inancı yok. Arayışı da yok. Çünkü bugün modern bilimle entegre olmuşuz. Hastanelerimiz, üniversitelerimiz, aşımız, ilaçlarımız 5-10 yıl sonrasına kadar planlar modern bilim üzerinde yapılmış. Geleneksel tıbbın çok basit, büyütülemez, toplumun tamamına yayılamaz olduğuna inandırmışlar. Bakın bu bir aspirindir, bunu şimdi bir bardağa dökeceğim. Bu aspirin ile Avrupa’dan gelen aspirin miktarının aynı olmadığını göreceksiniz. Devlet bunu çok rahat analiz edebilir. Belki de analiz etmişlerdir. Modern bilime güvenmek, ilaç mafyasına güvenmek, akılsızlıktan başka bir şey değildir. Neden kimse sorgulamıyor?

- Aspirin seyreltilmiş mi?

Çok olumlu düşünüyorsunuz.

- Etki oranı mı azaltılmış? Konsantresi orada yüzde 90 ise burada yüzde 10 mu? Aynı markanın Avrupa’da satılan dondurmasında süt oranı yüzde 50 iken buradakinin oranı yüzde 5. Öyle bir şey mi?

Yok, öyle bir şey değil. Aspirin, modern bilimin ürettiği en değerli ürünlerden biri. İnsanlara şifa vesilesi olabilme konusunda katkısı olabilen bir ürün. Ama aslında söğüt ağacı ve çınar ağacında bulunan içerik, aspirin ile aynı. Yakın zaman önce Türkiye’de çınar ve söğüt yapraklarının kullanımının yasaklandığını size söylesem, bu memleketi yöneten bir el olmadığını iddia edebilir misiniz?

Dünyadaki bütün bilimsel çalışmalar çok net ve keskin sınırlarla yönetiliyor. Siz akademisyen olmak için akademik bir kariyere sahip olmak zorundasınız. Doktor, doçent, sonunda da profesör olmak için bilimsel yayınlar yapmanız lazım. Bilimsel yayında size puan verecek olan kim? Hakemli dergiler. Peki, sizin bu puanları alma şartınız ne? Mesela, ben ısırgan otunun karaciğer veya kanser üzerindeki etkinliğini araştırmak istiyorum diyorsunuz. Hemen sana bir çarpı atıyorlar, ‘bu konuyu çalışma, çünkü puan alamazsın ‘diyorlar. Bu durumda akademisyenin bilimsel bir çalışma yapmasının anlamı nedir?
Dünyadaki bütün bilimsel çalışmalar çok net ve keskin sınırlarla yönetiliyor. Siz akademisyen olmak için akademik bir kariyere sahip olmak zorundasınız. Doktor, doçent, sonunda da profesör olmak için bilimsel yayınlar yapmanız lazım. Bilimsel yayında size puan verecek olan kim? Hakemli dergiler. Peki, sizin bu puanları alma şartınız ne? Mesela, ben ısırgan otunun karaciğer veya kanser üzerindeki etkinliğini araştırmak istiyorum diyorsunuz. Hemen sana bir çarpı atıyorlar, ‘bu konuyu çalışma, çünkü puan alamazsın ‘diyorlar. Bu durumda akademisyenin bilimsel bir çalışma yapmasının anlamı nedir?

Pelin otundan viski yapılır ama ilaç yapılmaz

- Ne zaman yasaklandı?

Kayıtlara bakın. Pozitif bitki listesinden çınar yaprağı ve söğüt ağacı özellikle çıkartıldı. Peki, bununla mı sınırlı? Hayır. Mide koruyucuların karşısında bir ot var, pelin otu. Pelin otunun kullanımı sakıncalı. Hiçbir yan etkisi olmayan bir bitki. Konyak yapmak, viski yapmak için pelin otunu kullanabilirsin, ama çayını içmek veya bir ürün üretmek için kullanamazsın diye tarım bakanlığının yazısı var.

Pelin otu sadece viski için kullanılabilir. Ben ilaç için içeceğim zaman problem, ama viski yapınca problem değil. Kalp ilaçlarının, kolesterol ilaçlarının karşılığındaki çoğu bitki tek tek yasaklanıyor. Alternatif olmanın önüne geçiyor. Çörek otunun dahi yasaklandığını biliyor musunuz? Yasaklandı, sonra tepkilerden dolayı tekrar serbest oldu. Tıbbi bitki pozitif listesini açalım, baştan sona eczanelerdeki en çok satılan ilaçların, kalp ilaçlarının, kolesterol ilaçlarının, mide koruyucularının, romatizma ilaçlarının hepsinin karşılığındaki tabiatta mevcut en değerli bitkilerin kullanımı yasaklanmış. Bunu firmalar yasaklatıyor.

Hacamat dedik ceza yedik

- Hangi gerekçeyle yasaklatıyor, bir örnek verebilir misiniz?

Cumhuriyetin kurulmasından sonra hacamatın yasaklanması mesela. İlaç firması diyor ki, millet hacamatı yaptıkça biz ilaç satamayacağız, insanlar hacamat yaptıkça vücudun oksit stresi azaldığı için birçok hastalığı kendi kendine yenebiliyor. Birisine, merdiven altı, insanları yaralayan ve iltihap oluşturan bir tablo oluşturuyorlar, sonra hacamat yara bere yapıyor diye bir haber yaptırıp yasak hale getiriyorlar. Zayıflama ilacından ölenler meselesi de böyle. Yani Fadime Şahin’e başörtüyü taktırıyorlar, sonra başörtü operasyonu başlıyor. Ankara’da birileri eline balyozu alarak sabah namazından sonra Atatürk büstünü kıracağız diyor, etrafı çevik kuvvetle çevrilip Atatürk’ü koruma yasası çıkartılıyor. Bunların hepsi bir amaca yönelik projeler.

İlaç projenin âlâsını yemiş, çünkü bu memlekette bir ambarda iş yapıldı. Neticede Selçuk Bayraktar öyle yapmadı mı? Gidip bir ambarda kendi imkânlarıyla Türkiye’nin bu değerlerini gizlice yaptı. Peki, birisi ilaçta bunu yapmaya kalkışsa, çekilse bir ambara ve kendi ilacını yapsa, mümkün değil yapamaz. Çünkü ilaçta onaya ihtiyaç var. Silahta onaya ihtiyaç yok. Bir helikopter uçurmak için kime ihtiyacınız var? Fakat uçak yapamazsınız. Bayraktar da yapamaz, hiç kimse yapamaz. Sebep? Boeing ve benzeri firmalar havayı bağlamışlar. Lisans almanız lazım. Oysa savaş uçağı için kimseden ruhsat almaya ihtiyacınız yok. Savaşta ihtiyacım olursa uçağımı uçururum diyorsun. İlaçta böyle değil. İlaçta FDA olacak, sağlık bakanlığı olacak.

- Bu yasakları kamuoyuyla paylaşıp bir farkındalık oluşturunca talep artmaz mı? Asıl amaca zıt bir sonuç doğurmaz mı?

Böyle bir şey oluşturduğunuz zaman farklı alanlardan rahatsız edilmeye başlıyorsunuz. Nitekim ben ne suç işlemişim, bir sürü dosyam var. Uğraşıyorlar seninle. Adam gelip diyor ki, senin tabelan eğri. Seni, şirketi kapatma noktasına kadar cezalandırıyor. Ben birkaç ay önce 114 bin lira ceza yedim. Cezanın gerekçesi ne? Sünnet-i hasene olan hacamatı tavsiye etmişim.

- Bu nasıl bir ceza, hastanelerde hacamatcı doktorlar yok mu?

‘Hacamatı tavsiye ediyorsun’ diyerek ceza yemişim. Size bir nüshasını gönderirim. Üstelik hastaya tavsiye etmiyorum. Bir otelde doktorlara anlatıyorum ve diyorum ki: “Hacamat, Peygamberimizin tavsiye ettiği mükemmel bir yöntemdir. Bunu uygulayın, uygulatın.” Ve bunu dediğim için ceza kesiliyor. Bu hukukî değil, insânî değil, ahlâkî değil, bilimsel değil, hiçbir şey değil. İtiraz ediyorum, itirazım kabul edilmiyor ve ceza yapıştırıyorlar.

- Ama bugün devlet hastanelerinde hacamat bizzat yapılıyor.

Olaylar görüldüğü gibi değil. Bu sektörde Canan Karatay var, bir şeyler söylemeye çalışıyor. Canan Karatay’ın diplomasına el koydular mı? Meslekten men ettiler mi? İbrahim Saraçoğlu’na aynı şeyi yapacaklardı, tam o sırada Cumhurbaşkanımız danışmanlığına alarak geçici olarak kurtarmadı mı? Gıda ile ilgili konuşmanıza müsaade etmiyorlarsa, ilaç ile ilgili konuşmanıza müsaade ederler mi?

Hikmetli reçetelere ihtiyaç var

- Bitkileri dağdan mı topluyorsunuz yoksa kendiniz bir çiftlik mi oluşturdunuz?

Dağdan toplatılan şey, her zaman daha değerlidir. Çünkü tohumu değerli, zirai ilaç yok, toksiti tok.

- Zor olmuyor mu?

Bulmak mesele değil aslında. Piyasada nitelikli bir ürün, ruhsatlı bir ürün, çok sayıda ürün olmadığı için insanlar bu işi yapmıyorlar, bırakıyorlar. Çörek otu tohumu üç yıl önce 27 liraydı, bugün 32 lira. Halkın ektiği şey bu vaziyette ama marketlerde öyle değil. Sebep ne? Birileri bu işi yönetiyor. Tarım Orman Bakanlığı diyor ki; orman arazilerini, tarım arazilerini ekmeyene ceza keseceğiz. İyi de memleketin 20-30 yıllık zeytin ağaçları sökülüyor. Olaya nereden başlayacağınızı bilmek gerekiyor. Ziraî ilaçlar zehirli, bunlar nereden geliyor? Köylü bunları nereden satın alıyor? Bunların üretimi nerede yapılıyor? Bunların ithalatı nasıl yapılıyor? Bu ülkeye bunlar nasıl giriyor? Ziraat bakanlığı, Sağlık bakanlığı bunların girişini engellemezse çiftçi bunu kullanacak. Hele çiftçinin ektiği, mazot parasını çıkartmıyorsa nasıl ekip biçecek? Sanırsın memleketin her yerinde traktörler cıvıl cıvıl. Mazot parası yok, ilaç parası yok, amele yok, amele bulsan ameleye ödeyecek para yok. Demek ki, hikmetli reçetelere ihtiyacımız var, hamasetli reçetelere değil.