‘Mustafa Kemal Paşa, İttihatçı ve Alman taraftarı olmadığı için Anadolu’ya gönderildi’

Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci.
Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci.

Türk yakın tarihinin en büyük kırılmalarından birisini şüphesiz Cumhuriyet’e giden yol teşkil eder. Bu meyanda rejimin meşruiyetini tesis etmek için sayısız yalan uydurulmuştur. Bunlar içerisindeki yalanların söylendiği birinci şahsiyet ise Sultan Vahideddin’dir. Son zamanlarda “hâin” olup olmadığı tekrar tartışılan Sultan Vahideddin’i Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci’ye sorduk.

  • Ekrem Buğra Ekinci kimdir?
  • 1987’de Ankara Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. Ardından avukatlık stajı yaptı. Ankara’da başladığı kariyerini İstanbul’da sürdürdü. Doktorasını 1996’da İstanbul Hukuk Fakültesi’nde tamamladı. Hukuk Tarihi doktoru oldu. Ürdün Üniversitesi’nde araştırmalarda bulundu. İlmî ve kültürel maksatlarla Avrupa, Orta Doğu ve Asya’da çok sayıda ülke gezdi. Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde profesördür. Hukuk Tarihi dersleri vermektedir. Arapça ve İngilizce bilir. Yıllardır radyo ve televizyonlarda popüler tarih ve kültür tarihi üzerine programlar yapar. Gazete ve dergilerde de bu mevzularda yazıları yayınlanmaktadır. İslâm Hukuku ve Önceki Şeriatler, Osmanlı Mahkemeleri, İslâm Hukukunda Değişmenin Sınırı, İslâm Hukuku, Ahmed Cevdet Paşa ve Mecelle, Osmanlı Hukuku, Osmanlı’nın Çöküşü, Sürgündeki Hanedan kaleme aldığı kitaplardan bazılarıdır.

Hocam son günlerde Sultan Vahideddin’in hâin mi, vatan kurtarıcı mı olduğu yeniden gündeme geldi. Bu keskin ayrım biraz da insanların ideolojik pozisyonlarından neşet ediyor. Bu konuya nasıl yaklaşılmalı?

Kim ne derse desin, Sultan Vahideddin 1. Cihan Harbi’nden sonra kurulan yenidünya düzeninin kaybedenlerinin başında gelir. Onunla bin yıllık bir an’ane mâziye gömülmüştür. Anadolu hareketi kaybetseydi, Padişah için söylenenlerin misli Ankara kahramanları için söylenecekti. Her yeni rejim kendisinden öncekini kötüler. Bu çok normaldir. Normal olmayan, rejim oturduktan sonra hâlâ bu gayr-ı aklî çekişmenin sürdürülmesidir. Nitekim Gazi, bizzat Nutuk adlı eserinde defalarca Sultan Vahideddin için hâin tabirini kullanıyor. Cumhuriyetin resmî ideolojisi bunun üzerine inşâ edildiği için mektep kitaplarına kadar bu hüküm girmiştir. Antikemalist cenahın buna karşı çıkmak adına, “Anadolu hareketini Sultan Vahideddin başlattı” gibi fevkalâde absürt iddialara kalkışması işi iyice içinden çıkılmaz bir kör dövüşü hâline getirdi.

Mustafa Kemal niçin Anadolu'ya gönderildi?

Mustafa Kemal Paşa kendisinin gönderilişini “nefy ü teb’id” olarak ifade ediyor. Oysa kendisine verilen fermanda müfettişlik salahiyeti epey geniş. Falih Rıfkı Atay’ın 19 Mayıs kitabında ise Kemal Paşa’nın ağzından Sultan Vahideddin’in “paşa, paşa devleti kurtarabilirsin” tabiri yer alıyor. Bütün bu Anadolu’ya çıkış tezlerine bir yenisi de son zamanlarda “devlet operasyonu” olduğu yönünde. Siz bu gönderilişi nasıl değerlendirirsiniz?

Nutuk, Gazi’nin bir cihetten hatırat, bir cihetten de müdafaanâme sadedinde kaleme aldığı subjektif bir eserdir. Bu sebeple hâdiselere kendi zaviyesinden bakması ve değerlendirmesi tabiidir. 1919’da Mustafa Kemal Paşa’nın Anadolu’ya gönderilmesi, ne kendi tabiriyle nefy ü teb’iddir yani sürgün ve uzaklaştırmadır ne de Mevlânzade Rıfat’ın başlatıp Necip Fazıl’ın devam ettirdiği şekilde düşmanla mücadele içindir. Ortada millî bir mücadele ile vatanın kurtarılmasını icap ettiren bir vaziyet yoktur. Harp kaybedilmişti. Sulh yapılacak, herkes önüne bakacaktı. Mesele, en avantajlı şartlarla sulh yapabilmekti. Padişah’ın tek derdi buydu.

Doğu Karadeniz’de Rumlarla Türkler arasında patırtı çıkmıştı. Bu, sulh müzakerelerinde hükûmetin elini zayıflatacak bir meseleydi. Bu işin teskini ve mütareke hükümlerinin tatbikine nezaret için Anadolu’ya yüksek rütbeli bir subay gönderilmesi icap etmekteydi. Müttefikler, bu kişinin İttihatçı ve Alman taraftarı olmayan üst rütbeli bir paşa olmasını şart koşmuştu. Mustafa Kemal Paşa görünüşte bu şartlara uyan çok az kişiden biridir. Padişah’ın mülâkat esnasında söylediği “vatanı kurtarabilirsiniz” sözünün mânâsı budur. Yani, İngilizlerin yeni bir işgaline yol açabilecek hâdiseleri önlemek... Bu tahakkuk ettiğinde, Pontus ve Ermenistan kurulması da önlenmiş olacaktır. Yoksa Anadolu’nun işgali gibi bir hâdise, dolayısıyla millî mücadele gibi bir mesele o gün için mevzubahis değildir. İzmir’in işgali her ne kadar büyük infial uyandırsa da, kaybedilen harbin ve mütarekenin neticelerinden olan rutin asker çıkarmadan ibarettir.

Ağabeyi Sultan Abdülhamid’in tahttan indirildikten sonra bir gün “Vahideddin Efendi devleti iyi idare eder. Yaparsa o yapar. Şayet ona da mâni olurlarsa, bizim hâne dağılır, yok olur!” dediği rivayet olunur.
Ağabeyi Sultan Abdülhamid’in tahttan indirildikten sonra bir gün “Vahideddin Efendi devleti iyi idare eder. Yaparsa o yapar. Şayet ona da mâni olurlarsa, bizim hâne dağılır, yok olur!” dediği rivayet olunur.

Padişahın kızıyla evlenmek istedi

Başka bir sebep de olabilir mi?

Muhtemelen Padişah’ın bir maksadı daha vardı. İttihatçılar, Anadolu’da teşkilatlanıp tekrar iktidarı ele almak istiyorlardı. Buna mâni olmak lazımdı. Bunu yapacak tek kişi de Mustafa Kemal Paşa gibi görünüyordu. Yaveri (askeri müşaviri) olmak itibariyle Sultan üzerinde nispeten müspet bir intiba uyandırmıştı. Hâlbuki Mustafa Kemal Paşa’nın bambaşka bir ajandası vardı.

- Evvelâ Padişah’ın kızıyla evlenip (Enver Paşa gibi) Harbiye Nâzırı ve böylece iktidarda söz sahibi olmak istedi.

- Bu olmayınca, Fethi Okyar, Cevat Abbas, İsmail Canbolat, Ali Fuad Cebesoy ve Levazımcı Ali Rıza Bey gibi arkadaşlarıyla bir komite kurup, siyasî darbe yapmayı ve Padişah’ı tahttan indirmeyi planladı.

- Bu da olmayınca, şansını Anadolu’da denemeye karar verdi. Hâlâ güçlü olan İttihatçılar da bu esnada kurdukları gizli cemiyetle hareketlerine yeni bir lider arıyordu. Talât Paşa, Mustafa Kemal Paşa’yı işaret etti. Böylece eski İttihatçılar, yeni hareketin lideri olarak onu, yardımcısı/alternatifi olarak da Rauf Bey’i seçtiler. Mustafa Kemal Paşa, kıvrak zekâsı ve politik kabiliyetiyle hem Padişah’ı hem İttihatçıları hem de müttefikleri idare etmeye muvaffak oldu.

Sultan Vahideddin’e objektif bakılmıyor

Sultan Vahideddin’in şahsiyet itibariyle de padişahlık yapabilecek bir evsafta olmadığı çokça konuşulan konulardan. Bir “Osmanlı padişahı” ve “İslam halifesi” olarak Sultan Vahideddin sizce de makamını dolduramayacak bir kişilik miydi?

Sultan Vahideddin hakkında yazılıp söylenenlerin hiçbiri hep arkasından cereyan ettiği için siyasî konjonktüre uygun olarak tam mânâsıyla objektif değildir. Düşmanlarının ihtilâl mantığı ile normal görülecek sözleri bir yana, kendisini yakından tanıyan ve hatta sevenler bile rüşvet-i kelâm kabilinden hakkını teslim etmeye yanaşmamışlardır. Hakkında anlatılanlar objektif mantık süzgecinden geçirildikten sonra anlaşılıyor ki, padişahlık yapabilecek evsafa fazlasıyla hâizdir. Kendisini pek seven ağabeyi Sultan Abdülhamid’in tahttan indirildikten sonra bir gün “Vahideddin Efendi devleti iyi idare eder. Yaparsa o yapar. Şayet ona da mâni olurlarsa, bizim hâne dağılır, yok olur!” dediği rivayet olunur. Refik Hâlid “arada Sultan Reşad olmayıp da Sultan Hamid’den sonra tahta çıksaydı belki de İttihatçıların hatalarını önleyecek, felâketlerin önüne geçip, devleti, asrının güçlü devletleri arasına sokacak kudret ve kıymette idi” diyor. Yılmaz Öztuna da bu fikirdeydi.

İdam fetvasının arka planı

Kendisinin en çok tenkit edildiği bir diğer mesele de Kuva-yı Milliyeciler hakkında çıkarttığı idam fetvası. Bu fetvanın, İngilizlerin zoruyla alındığını artık hemen herkes biliyor. Oysa üst seviyede İngiliz kuvvet komutanlarıyla Kuva-yı Milliyecilerin hiç teması olmadığı da söylenemez. Bu noktada bir “ikili siyaset” belki bir “muvâzaa” hissediyor musunuz?

Ne öyle ne böyle. Anadolu hareketinin güçlenmesi ve alternatif bir hükûmete dönüşmesi üzerine Müttefikler 16 Mart 1920’de İstanbul’u işgal etti ve meclisi dağıttı. 26 ve 31 Mart tarihlerinde hükûmete iki nota vererek, Anadolu’daki hareketi söndürmek üzere tedbir almasını istedi. Sadrazam Salih Paşa bu hareketin tabii bir refleks olduğunu söyleyip, işgal kuvvetlerini protesto edince, İngilizler bundan Ankara’nın desteklendiği neticesini çıkardı. Kriz üzerine Salih Paşa düştü, Ferid Paşa sadrazam oldu.

Henüz Anadolu’da ciddi askerî işgaller yoktu. Müttefik tazyikini arttıracağından ve sulhün gecikerek işgallerin yayılacağından endişelenen hükûmet, Ankara hareketine karşı şeyhülislam Dürrizâde Abdullah Efendi’den aldığı bir fetvayı, hükûmet beyannamesi ve padişah fermanı ile beraber neşretti. Fevzi Çakmak’ın Ankara kürsüsünde “İngiliz süngüsü altında verilmiştir” dediği fetva budur.

Çakmak’ın bu sözü, Padişah’ı, Ankara hareketinin yanında göstererek, halkın ve kafası karışık milletvekillerinin kalbini çelmek için söylenmiştir. Ayrıca Ankara hareketinin liderleri divan-ı harbde gıyaben idama mahkûm oldu. Bu hareketin şer’î tabirle huruc ale’s-sultan (meşru hükûmete isyan) olduğunu, buna kalkışanların günaha düştüğünü ve karşı çıkanların ise sevap kazanacağını beyan eden bu metinler gazetelerde neşredildi.

Sonradan İstanbul, Ankara’ya bir cemîle olarak bu hükümleri iptal etmiştir. Evet, fetva, İngiliz tazyikinden bunalan hükûmetin arzusuyla verilmiştir. Ama bu, İstanbul’un farklı düşündüğünü göstermez. Ankara hareketi, Padişah ve hükûmet nezdinde bir huruc ale’s-sultan (bağy) hareketidir. Mevcut hukuka göre böyledir. Memur, âmire itaat eder. Kendi kafasına göre bu doğrudur, âmirim yanlıştır, vatanın iyiliği bundadır diyemez; en nihayet istifa edebilir. Askerlikte de böyledir. İstanbul’un perspektifi budur.

Türkiye’de resmî tarih jargonuyla konuştuğu söylenen bir kesim var mâlûmunuz. Bunlar Sultan Vahideddin’i objektif değerlendirmek yerine hâinliğini ispat etmek sadedinde argümanlar istihsâl ediyor. En çok kullandıkları da Kuva-yı İnzibatiye ve Anzavur meselesi. Bu iki konuyu kısaca hülâsa edebilir misiniz?

Ankara’da meclisin toplanması üzerine İngilizler tazyikini arttırdı. Bunun üzerine hükûmet, 18 Nisan 1920’de jandarmaya benzemesi itibariyle Kuva-yı İnzibatiye (İnzibat Kuvvetleri) adı verilen bir askerî birlik kurdu ki ‘Hilâfet Ordusu’ diye de bilinir. Anadolu Fevkalâde Umumî Müfettişi Müşir Zeki Paşa, Ankara ile irtibata geçti. Kuva-yı Milliye’nin Müslümanların birbirini öldürmesine yol açtığını, memleketi kurtarmak isteyen Padişah’ı ve hükûmeti müşkül vaziyete düşürdüğünü söyledi. Ankara’da kurulan hükûmetin dağıtılmasını, milis birliklerinin meşru hükûmete bağlanmasını ve sulh yapılana kadar çatışmaların durdurulmasını istedi.

Kumandanlar işi ağırdan aldığı ve İstanbul’daki Ankara taraftarı zabitler, bu orduya işe yaramaz silah ve cephane yolladığı için teşebbüs fiyaskoyla neticelendi. Kumandan Suphi Paşa el altından Ankara ile anlaştı. Birliklerin bir kısmı karşı tarafa geçti. Bu hadise, İstanbul hükûmetinin kendisini korumak için aldığı tabii bir refleks olarak görülmelidir. Nitekim eğer muvaffak olsaydı tarih bambaşka cereyan edecekti. Şu an Sultan için mevzubahis olan iddialar, Ankara hareketi için konuşuluyor olacaktı. Nitekim daha 1919 yazında Sultan Vahideddin, Anadolu’daki isyanı bastırmak üzere mutemet kuvvetlerinden iki fırka teşkil edip Anadolu’ya sevk edeceğini söyleyince, İtilâf Devletleri mümessilleri buna asla müsaade etmediler. “Bu, mütareke şartlarına aykırıdır. Terhis yerine yeniden silahlanma mı yapacağız” dediler.

İngilizler nazik ama sinsiydiler

Peki Anzavur?

Ahmed Anvazur.
Ahmed Anvazur.

Ahmed Anvazur da İstanbul’a sadık bir Çerkez zabiti idi. Anadolu’da Ankara’ya karşı çıkan pek çok ayaklanma gibi o da Ankara otoritesini kabul etmediği için Eylül 1919’dan itibaren Biga’dan Bursa’ya kadar olan mıntıkada ayaklandı. Adapazarı ve Kandıra’ya girdi, Eskişehir üzerine yürüdü. Çerkez Ethem birlikleri tarafından durduruldu ve mağlup oldu. İngilizler nazik ama sinsiydiler. Hindistan korkusuyla halifeye dokunmuyorlardı. Ama halife olmasa daha rahat edeceklerinin de farkındaydılar. Bir yandan isteklerini yapmazsa İstanbul’u Yunanlara vermekle tehdit ediyor, Kemalistlere karşı faaliyete girişince de destek olmayıp, aksine Anadolu’daki mukavemet yüzünden padişahı ve hükûmetini cezalandırıyorlardı. Padişah’ın Dâhiliye Nazırı ve ilk Ankara meclisinde mebus olan, sonra da sürgün edilen Ahmed Reşid Rey de (hâdiseyi) böyle anlatıyor.

Geri dönme niyetiyle hicrete razı oldu

Sultan Vahideddin’in İngiliz gemisine binip vatanı terk edişini de hep İngiliz tarafgir siyasetine bağlıyorlar. Oysa ciddi bir hayat endişesi de var sanırım. Diğer taraftan son padişah kendisinin “Hz. Peygamber’in (sav) sünnetine ittibâ ettiğini” söylediğini görüyoruz. Sanki burada padişah tarafları İngiltere-Osmanlı gibi değil de İstanbul-Ankara gibi konumlandırıyor. Katılır mısınız?

Ankara’nın kazanması üzerine saltanata sadık kişilerin hepsi tehlike altındaydı. Ferit Paşa, Mustafa Sabri Efendi, Sadık Bey, Refik Halid gibi eski devir ricali, canlarını emniyette görmedikleri için İstanbul’u terk ettiler. Artık Ankara ile yeni bir sayfa açmaya hazırlanan İngiltere, Padişah’ın İstanbul’dan ayrılmasını istiyor; fakat onu kaçırmış rolüne düşmekten korkuyordu. İngiliz komiseri Rumbold, şehri terk etmesi hususunda Padişah’ı tehdit etti.

Öyle anlaşılmaktadır ki, İngiliz hükûmeti Sultan Vahideddin’in daha baştan itibaren İstanbul’u terk etmesini arzu etmiştir. Ancak bu arzusunu açığa vurmamış, Sultan’ın kendisine uygun gördükleri rolü hakkıyla tamamladıktan sonra âdeta bir paçavra gibi kaldırıp bir tarafa atılmak üzere ülkesini terk etmiş görmek istemiştir. İngiliz hükûmeti ve yetkilileri bu yöndeki niyetlerini gizli tutmanın ötesinde, İstanbul’dan ayrılma hâdisesinde sanki hiçbir rolleri yokmuş gibi bir tavır takınmışlardır.

Emniyette olmadığını anlayan Padişah, siyasî bir buhrana ve iç savaşa sebep olmak istemedi. Ortalık yatıştıktan sonra tekrar geri dönmek niyetiyle hicrete razı oldu. İstanbul’u tarifeli bir gemiyle terk edemeyeceği belliydi. İngilizler kendisini destekleseydi, memleketi terk ettikten sonra kendisini el üstünde tutardı.

- Bilakis İngiliz hükûmeti hem seyahatlerini tahdit etmiş; Kıbrıs, Hayfa, Hicaz gibi yerlere yerleşmesine mâni olmuş,

- Hem de bankadaki cüz’i parasını bloke ederek maişet sıkıntısı çekmesine sebebiyet vermiştir.

Mustafa Kemal Atatürk.
Mustafa Kemal Atatürk.

Lord Curzon ne dedi̇?

Hatıralarında, “Yaşamak imkânsız olan yerden hicret, Hazret-i Peygamber’in sünnetidir” demiştir, evet… Korkmuş muydu? Torunu Hümeyra Hanım Sultan’ın da dediği gibi muhtemelen hayır. Zâten yaşlı ve hasta idi, tek ciğerle yaşıyordu. Ayrılışını, kendisi için hiçbir kıymet ifade etmeyen hayatını kurtarmak için değil, sadece şeref ve haysiyetini korumak için yaptığını, yüksek komiser vekili Nevile Henderson’a açıkça söylemiştir.

Saltanat kaldırılmadan evvel Ankara’nın Refet Bele vasıtasıyla yaptığı, saltanatsız halifeliği kabul ederek yerinde kalma teklifini geri çevirmişti. Yurt dışında faaliyette bulunup, her şeyi değiştirmek ihtimali vardı.

İstanbul’u terk etmeleri mukadder gözüken İngilizler, Padişahı da koz olarak yanlarında götürmek istiyorlardı. Fakat yeni dost Ankara’ya karşı Padişah’ın kendilerine iltica ettiği imajını vermemek; sömürgelerindeki milyonlarca Müslümana da Padişah’ı tahttan ayrılmaya mecbur etmiş gibi görünmemek lazımdı. Bunun için, talep kendisinden gelmiş gibi yapmaları icap ediyordu. Yakınları, İngilizlerin Padişah’ı kaçırdığını söyler.

Lord Curzon der ki: “Sultan’ı İstanbul’da bıraksaydık, yeniden İslâm kahramanlığı rolü üstlenmesine; Fas’tan Afganistan’a kadar Suriye’ye kadar Müslümanları teşkilatlandırmasına kim engel olacaktı?”

Tabutuna haciz kondu

Son olarak Sultan Vahideddin’in gurbet hayatını ve o acıklı cenaze hikâyesini kısaca lütfedebilir misiniz?

Yanında oğlu ve yakın bendegânıyla Malta’ya çıktıysa da İngilizlerin niyetini anlayarak buradan Mısır ve Hicaz’a gitti ama fazla kalamadı. Padişahken yaşadıklarını anlatan iki beyanname neşretti. Gençliğinde İstanbul’a gelen ve o zamanlar veliahd olan Vahideddin Efendi’den yakın alâka gören İtalya Kralı Vittorio Emanuele vefa göstererek kendisini İtalya’ya davet etti. Padişah 1923 senesinde San Remo şehrine yerleşti.

Halkın sadakatten vazgeçmeyeceğine, ortalık yatışınca geri dönebileceğine yürekten inanıyordu. 1924 yılına kadar tahtını tekrar ele geçirmek için ümitsizce teşebbüs etti. Hilafetin kaldırılması ve hanedanın topyekûn sürgün edilmesi üzerine sukût-u hayâle uğradı ve tamamen inzivaya çekilerek 1926 senesinde yokluk içinde vefat etti.

Yastığının altından parasızlıktan alınamamış ilaç reçeteleri çıktı. Otopsi parası ailesinden alındı. Esnafa borç yüzünden tabutuna haciz konuldu; cenaze günlerce kaldırılamadı. Mekke Şerifi Hüseyin ve oğulları ile Mısır Prensi Ömer Tosun’un -İngilizlerin müsaadesi çerçevesinde- yardımları ve kızlarının mücevherlerini satması sayesinde borç ödenebildi. Cenaze Şam’a götürülüp defnedildi.

4 senelik saltanatını şöyle tasvir etmiştir: “Milleti sıyânet [korumak] için paratoner vazifesi gördük. Mukadderat böyleymiş!”