Nasıl Kurtulurum Bu Ezilmişlikten?

Plâk kayıt stüdyosundaki bir günü anlatan film, özgürlüklerine yeni kavuşan dünün kölelerinin benlik arayışının hüzünlü bir panoraması aslında. O güne kadar beyazların hakimiyetinde ve hayvandan aşağı bir konumda yaşayanların kendilerine bir kimlik, kişilik ve çok daha önemlisi, bir değer arayışlarının resmigeçidi.
Plâk kayıt stüdyosundaki bir günü anlatan film, özgürlüklerine yeni kavuşan dünün kölelerinin benlik arayışının hüzünlü bir panoraması aslında. O güne kadar beyazların hakimiyetinde ve hayvandan aşağı bir konumda yaşayanların kendilerine bir kimlik, kişilik ve çok daha önemlisi, bir değer arayışlarının resmigeçidi.

Yüzyıllarca zencileri ülkelerinden koparıp Amerika’ya, hayvanlara bile lâyık görülmeyen şartlarda taşıyan ve yaşatan üstün beyaz adam, günün birinde yücegönüllülüğünü gösterir ve onlara özgürlüklerini bahşeder. İyi ama yüzlerce yıldır köle yaşayan insanlar, özgürlüklerine kavuştukları ânda her şey sütliman mı kesilir? Ma Rainey: Blues’un Annesi filminde Amistad gibi vahşet sahneleriyle anlatılmıyor bu yaşanılanlar. Ama belki ondan bile acıklı. Çünkü bütün değerleri ellerinden alınan zencilerin, özgür kılındıklarında hayat karşısında nasıl da aciz kaldıklarını, derinlerden gelen ve derinlere işleyen bir etkileyicilikte resmetmekte.

Amerikan pop müziğinin iki ayağından bahsedebiliriz: Country ve Blues. Country güneydeki fakir beyaz köylülerin sesiyken Blues zenci kölelerin ağıtı. Biri bitimsiz acıları tellendirir, öbürü asla gerçekleşemeyecek isyan arzusunu. İlkinin nesebi Avrupa, ikincisinin Afrika. Biri büyük umutlarla Galler, İskoçya ve İrlanda’dan oraya giden göçmenlerin baladlarının ve eski halk şarkılarının torunlarınca yorumlanışı iken öbürü bir ölünün ardından yakılan ağıtlara dayanan ve köleleştirilmiş Afrikalılarca seslendirilişi... Birinin eşlikçi çalgıları banjo, gitar ve keman; öbürününki gitar, üflemeliler, piyano ve yerine göre mızıka. Vazgeçilmezi ise gırtlaktan gelen acılı bir vokal. Gelgelelim iki müzik türünün ilginç bir ortak paydası var: sefalet! Kökleri daha eskilere dayansa bile iki türün şahlanışına da geçen yüzyılın başlarında tanıklık ediyoruz.

Amerikan pop müziğinin iki ayağından bahsedebiliriz: country ve blues.
Amerikan pop müziğinin iki ayağından bahsedebiliriz: country ve blues.

Çok geçmeden country, western türüyle kaynaştı ve bütün güney radyolarında en çok dinlenen müzik hâline geldi. Sonraları rock’n’roll söyleyecek şarkıcıların pekçoğunun çıkış türü country. 50 sonrasındaki birçok rock müzik grubuna da ilham kaynağı olan tür, zamanla avamilikten kısmen kurtulur. Blues ise köleliğin resmen kaldırılışının ardından bütün Amerika’ya hızla yayılır.

Sonra da bütün dünyaya. Ama gene de şurası açık: Blues, asla caz gibi beyazlar tarafından tamamen fethedilmedi. Dolayısıyla eğitimli beyazların cazı dönüştürmeleri, hatta kategorik olarak türü pop müzikten popüler müziğe çıkarma, başka bir ifadeyle seviye yükseltme evrelerinden geçmedi. O yüzden caza göre blues çok daha Afrika, çok daha etnik ve çok daha primitif. Ama otantik de.

Blues: Bir Acı Çığlık

İyi ama bir eksiklik mi bu? Nereden baktığınıza bağlı. Otantikliği muhafaza önceliğinizse blues’un kazanacağı ortada. Yaşadığı onca değişimden sonra caz birçok kılığa giren bir hacıyatmaz hükmündeyken blues, asliyetini daha çok muhafaza edebilmiş eski bir acı çığlık.

  • Gertrude ‘Ma’ Rainey, blues’un anası kabul edilir. Çünkü ilk blues plâk kayıtlarını yapan o. Hayatı çadır tiyatrolarında geçmiş bir efsane.

Ma Rainey’nin en önemli çalışmalarından biri Ma Rainey’s Black Bottom. Şarkıcı 1927’de Şikago’da bir stüdyoda ekibiyle biraraya gelir ve albüm çalışmalarına başlar. Ma Rainey: Blues’un Annesi (Ma Rainey’s Black Bottom) işte bu albümün hazırlık çalışmalarına odaklanan bir film. George Wolfe tarafından yönetilen filmin yapımcılarından biri ‘Malcolm X’ Denzel Washington. Film zencilere dair yazdığı piyeslerle tanınan bir beyazın, August Wilson’ın tiyatro oyununa dayanmakta. O yüzden de sınırlı mekânlarda geçmekte. Fakat bu durum filmi müspet manâda bir miktar tiyatrovarileştirmekte. Ama asla teatralleştirmemekte.

Yine de şu soru takılıyor insanın zihnine: Bir tiyatro oyununda, işin yapısı gereği ilerleme repliklere dayanmak mecburiyetindeyken bu yapı anlayışı sinemada da aynen korunduğunda, izleyicide tiyatrodakinin benzeri bir etkiyi uyandırması nasıl beklenebilir ki?

Zincir Gidince Özgürlük Gelir mi?

O yıllarda zenciler iş bulmak maksadıyla akın akın kuzeye göçmekte. Aşçılık, garsonluk, vasıfsız işçilik, hatta kâhyalık ve en çok da hamallık etmek için. Tam bu dönemde Ma Rainey her gece sahne almakta ve zencilerin yeni yeni

kısmen tatmaya başladıkları özgürlüklerini tellendiren şarkılar seslendirmekte.

Film, müzisyenlerin stüdyonun bodrumundaki hazırlık çalışmalarına odaklanmakta. Aralarında geçen konuşmalardan hem birbirleriyle ilişkilerini, hem de dönemin Amerikası’nın ruhunu temaşa ederiz. Hususen de trompetçi Levee karakteri üzerinden ilerleyen muhavereyle müzisyenlerin atışmalarını, sürtüşmelerini, rekabetlerini, tutkularını, hayattan anladıklarını, anlamadıklarını ve çok daha mühimi anlayamayacaklarını gözlemleriz. Kimine göre yaşamak da, müzik de hayatta kalmaktan ibarettir; kimine göreyse şöhreti yakalamak. Fakat bütün bu ilişkilerin, daha doğrusu itişmelerin merkezinde Levee vardır. Hatta bütününe bakınca filmin adının niçin Levee’yle değil de Ma Rainey ile özdeşleştiğini sorgulamak meşrulaşıyor.

  • Aklı havada, züppe ve iflâh olmaz zampara edalı bekâr Levee, üstün bir yeteneği olduğuna inanmaktadır ve müziğine dair hiç de alçakgönüllü değildir. Hususen de piyanist Toledo ile çatışır. Bir yanda toyluğun verdiği boş bir özgüven, öbür yanda hem deneyimin, hem de bilginin verdiği sağduyu... Bir yanda, o niyetle geldiği hâlde prova yapmaya bile ihtiyaç hissetmeyen küstahlık, öbür yanda güngörmüş bir çelebilik.

Sadece gençliğin getirdiği toyluk değil Levee’yi böylesine her işe burnunu sokturan, anlamadıklarının uzmanı hâline getiren; kendini zerre kadar tanımamak. Daha doğrusu kendisine dönüp şöyle bir kerecik olsun bakmamak. Bakamamak. Çünkü kişi kendine bakarsa, zihnindeki kof kabuller yerine, dış dünyadaki, başkalarının da gördüğü soğuk gerçeklerle karşılaşır. Ama hiç de teskin edici bir karşılaşma olmaz bu. Can yakan, iç burkan ve kasvetli bir karşılaşma hatta; tam da blues’a özgü. İnsana haddini bildiren böyle rastlaşmaları kim ister ki!

Kara Diva

Bütün o itiş-kakışa şöyle biraz uzaktan bakınca, görünürde zincirlerinden kurtulan zencilerin, aslında kendi kimliklerini ve kişiliklerini henüz bulamadıklarını, bu yalpalama esnasında da mecburen birbirlerine çarpıp durduklarını görürüz. Aralarındaki onca mizaç farkına rağmen hepsinin de kişilikleri emekleyen bir bebekten farksızdır. Bu tespitin isabet oranı, sözkonusu Kara Diva Ma Rainey olduğunda daha da geçerli: Plâklarının çok satmasının getirdiği şımarmışlık, onu sarsılmaz bir kapris abidesine dönüştürmüş. Sonradan görmelik ne zaman tahammül edilebilirdir ki?

Kara Diva Ma Rainey olduğunda daha da geçerli: Plâklarının çok satmasının getirdiği şımarmışlık
Kara Diva Ma Rainey olduğunda daha da geçerli: Plâklarının çok satmasının getirdiği şımarmışlık

Zencilerin hâli, gelecek beklentileri, inançları, kültürleri, kimlikleri, alışkanlıkları ve umutlarıyla ilgili muhavereler etrafında ilerleyen filmde Amistad gibi vahşet sahneleri yok. Ama belki ondan bile acıklı. Çünkü bütün değerleri ellerinden alınan zencilerin, özgür kılındıklarında hayat karşısında nasıl da aciz kaldıklarını, derinlerden gelen ve derinlere işleyen bir etkileyicilikte resmetmekte. Hem de has ve hususi bir inceltilmişlikle. Üstelik blues müziği üzerinden.

Plâk kayıt stüdyosundaki bir günü anlatan film, özgürlüklerine yeni kavuşan dünün kölelerinin benlik arayışının hüzünlü bir panoraması aslında. O güne kadar beyazların hakimiyetinde ve hayvandan aşağı bir konumda yaşayanların kendilerine bir kimlik, kişilik ve çok daha önemlisi, bir değer arayışlarının resmigeçidi.