Sallanmak

İnsanlar azdığı için deprem bir ilâhi ceza şeklinde tecelli etmedeymiş; ibret alalım, akledelim diye.
İnsanlar azdığı için deprem bir ilâhi ceza şeklinde tecelli etmedeymiş; ibret alalım, akledelim diye.

Zamanımızın müslümanına göre deprem, ilkokuldaki dersinden tutun da, kulak misafiri kesildiği televizyondaki açıkoturumuna kadar her ortamda yeraltındaki fay hattının kırılmasından ibaret artık. Mehtabın çekiciliği gibi depremin korkutuculuğu da bugün artık yok. İzah edilebiliyor çünkü. Tıpkı yağmurun, ısınan su buharının yukarı çıktıkça rastladığı soğuk hava tabakasından mütevellit tekrar yeryüzüne dönmesinden ibaret hâle gelmesindeki gibi.

Geçen hafta İstanbul şöyle kallavi bir sallandı; yani Türkiye’nin 566 yıllık merkezi.

17 Ağustos 1999’dan beri işin erbabının dilinde tüy bitti: Efendim depreme karşı şunu yapmalıyız. Yok efendim, bunu yapmak mecburiyetindeyiz, filân. Ve elbette hiçkimsenin sahici bir şey yaptığı yok bu minvalde. İlk yıllarda şöyle bir titizlenirmiş gibi yapma tavırları… Ardından eski tas, eski hamam. Tipik Cumhuriyet Türkiyesi manzaraları...

Bu arada bir de işin hakiki erbabıyla sahtelerini birbirlerinden ayırmanın çetinliği meselesi var. Aslına bakarsanız meseleye vakıf olanlarla olmayanları yüksek oranda bir isabetle tahmin etmenin imkânına sahibiz; dikkat ettiğimiz takdirde. Sesi en çok çıkan ziyandadır; boş teneke hesabı... Kendisini de, söylediğini de uzak tutmada fayda var.

Saha değişir, kural değişmez: Çok konuşan, boş konuşur.

Gariptir biz, en çok da bir işte, o işin hakiki erbaplarıyla sahtelerini birbirine karıştırmayı marifet belleyenlerin başında gitmiyor muyuz?

Ne ki meselemiz bu değil. Hatta bu yazının hakiki meselesi, depremin toplumu ilgilendiren tarafı da değil. Doğrusunu söylemek gerekirse işin bu cihetiyle ilgilenen bir sürü erbabı kalem bu mevzuda söylenmesi gerekenleri bir bir sayıp dökecek, hatta söylenmesi gerekmeyenleri bile. Malûm, dünyada santimetre başına en çok deprem uzmanı düşen ülke bizimkisi. Hepsine gün doğdu böylelikle.

DEPREM VE DIN

Bir de bu deprem mevzuunun dini veçhesi var; bir kısım eskilerin ifadesiyle ‘hareket’in.

Birçok dini çevre ve o çevrelerin önderleri, etrafındaki insanların kendilerini dinlerken ne hissettikleri, sözlerini nasıl ve ne miktarda içselleştirdiklerini zerre miktar hesaba katma ihtiyacı duymadıkları için bir deprem olmayagörsün, esip gürlemeyi fırsat bilirler hemen sohbetlerinde. Bu arada, yapılanın adı sohbet ama hakikati tek bir kişinin nutkundan ibaret. Şaşırtıcı değil mi? Neymiş efendim, azgınlıktan böyleymiş. İnsanlar azdığı için deprem bir ilâhi ceza şeklinde tecelli etmedeymiş; ibret alalım, akledelim diye.

Sakın yanlış anlaşılmasın, tahfif gayesiyle böyle söylemiyorum. Haşa! Tersine, zamane müslümanlarının, mevcut pozitivist eğitim sisteminden geçseler de, geçmeseler de dile getirmedikleri hâlde deprem ile ilâhi ihtar arasında zannedildiği gibi sahici bir bağ kuramadıklarını ve hatta kuramayacaklarını açık yüreklilikle itiraf ediyorum. Evet, hangi cemaate veya hangi tarikate mensup bulunursa bulunsun yahut (Kaldıysa böyleleri...) isterlerse ‘tek tabanca’ takılmayı marifet bilenlerden olsun, zamanımızdaki handiyse her müslüman için deprem ile ilâhi ihtar arasında, en fazla retorik düzeyinde bir irtibat kurulabilir ancak; kalbin asla ve kat’a katılmadığı bir lâftır bu.

Elbette işin hakikati böyledir demiyorum; tersine, biz işin hakikatini kavramaktan onca uzaklaştırıldık diyorum. Nihayetinde uzaklaştık ama. Şu veya bu sebeple.

MAHPEYKER: ADI KALDI YADIGÂR

İyi ama niçin böyle? Hikâyesi sahiden uzun. Anlatmanın en zorunu deneyelim ve bir misalin yardımıyla kısaca ifade etmeye çalışalım:

Eski edebiyatımızın en güzide öğelerinden biri mehtap idi. Hani şu geceleri gökyüzünü süsleyen. Güzellerin yüzü ona benzerdi. Ve bahtı açıkların talihi. Gelgelelim günlerden bir gün, bir kısım Frenk Ay’a insan çıkardığını iddia etti. Öte yandan netamesi hâlen daha devam eden bir iddiaydı bu. Adına da Ay’ın Fethi dediler üstelik.

Sahiden de Ay’a çıkıldı mı, çıkılmadı mı? Bizim meselemiz işin bu tarafı değil, şu tarafı: Ay’ın Fethi’nden sonra hiçbir mehtap şiiri yazılmamıştır. Bir tanecik olsun hem de. Ne bizde, ne de başka bir kültürün edebiyatında artık ay bir karakter oyuncu değil. Ve hatta bir figüran bile.

Ay’a çıkıldığı söylendiği günün gecesi bütün ihtişamını kaybetti mehtap; çekiciliğini ve sihrini. Ayak basıldığının iddiası bile mehtabın masumiyetini kirletmeye yetti. Artık hiçkimse Heybeli’de mehtaba çıkmayı aklından geçiremez! Mesele bu.

HAYAL KATLIAMI

Böylesi bir hayal gücü kıranına tarihte bir kezcik dahi rastlanmamıştır. Tam bir kıyımdır bu. Hakikatin değil, hayalin de kıyımı.

Fakat asıl kıyım, elbette hakikatin idrak sahasında yaşandı. Öyle bir kıyımdı ki bu, hakikatin hayalini dumura uğratmakla yetinmedi, ne çeşit hakikat tasavvuru varsa hepsini önüne katıp bir kaz sürüsü gibi süpürüp gitti.

Din de payını aldı bu kıyımdan. Üstelik sadece İslâmiyet değil, öteki dinler de. Görmüyor musunuz, Ortaçağ’dan beri yüzlerce yıldır ‘aklın’ karşısında direnen Katoliklik’in feci hâlini? Yahut Yahudilik’in düştüğü derekeyi farketmiyor musunuz? Atmadık takla bırakmadılar aklın sinsi parendelerine karşı. Daha doğrusu akla tapma ‘meslek’inin.

Lâfı hiç uzatmaya hacet yok, zamanımızın müslümanına göre deprem, ilkokuldaki dersinden tutun da, kulak misafiri kesildiği televizyondaki açıkoturumuna kadar her ortamda yeraltındaki fay hattının kırılmasından ibaret artık. Tıpkı mehtabın çekiciliği gibi depremin korkutuculuğu da bugün artık yok. İzah edilebiliyor çünkü. Tıpkı yağmurun, ısınan su buharının yukarı çıktıkça rastladığı soğuk hava tabakasından mütevellit tekrar yeryüzüne dönmesinden ibaret hâle gelmesindeki gibi.

Yağmur, kar, deprem, sel... hepsi de doğal afet. Yani doğada kendi kendine olup biten şeyler. Ne melekler var işin içinde, ne de korkutma, tehdit, cezalandırma. Yahut cehennemi hatırlatma. Hayır, zamanımızın müslümanlarının artık meleklere, hatta tanrıya inanmadıklarını mı iddia ediyorum? Haşa! Öte yandan, daha da fenasını açıkça ifade ediyorum: Zamanımızın müslümanları elbette tanrıya da inanıyor, meleklerine de, kitaplarına da... Tıpkı kendilerinden önceki müslümanlar gibi. Ama onlardan çok önemli bir hususta ayrılıyorlar.

FARK NE?

Kendilerinden önceki Müslümanlar gibi zamanımızın Müslümanları da Rablerine iman ediyorlar, Rablerinin inayetine de, meleklerine de, kitaplarına da. Ve kazaya da, kadere de. Kıyamete de, ahirete de. İnanılması şart herşeye aynen inanıyorlar. Fakat çok ciddi bir farkla: Bütün bu iman edilmesi gerekenler, iman edilme hususiyetlerinden hiçbir şey kaybetmedi belki ama müstakiliyet kazandı. Yani artık zamanımızın Müslümanının zihninde bütün bu imanın şartları beherinden ayrı varlar. Descardes’ın adını duymasalar da, yanlış telâffuz etseler de zihinleri artık Kartezyen işgörmeye alıştırılmış: Önce ayrıştır, sonra kavra.

O yüzden bizden öncekilerin zihnini (Bence hissini…) belirleyen düşünme ve anlama tarzı ile bizimkisinin arasındaki devasa uçurum, hiçbir depremin kapatamayacağı bir yarılma.

Rabbim sonumuzu hayretsin.