Sarmatlar yahut Türk münevverinin hâl-i pür melâli

Sarmatlar yahut Türk münevverinin hâl-i pür melâli
Sarmatlar yahut Türk münevverinin hâl-i pür melâli

Sarmatların Türkleri ilgilendiren tarafına gelince... Antik çağlarda hep İskitler ile anılagelen, sonrasında Hunlar ile aynı topraklarda aynı hayat tarzını paylaşıp benzer kültür malzemeleri üreten atlı okçu bir kavimden bahsediyoruz. Bütün bunlar İran ve İranilik iddialarını çürütüyor, ibreyi Türklere doğru çeviriyor. Ve dikkatinizi bilhassa bu kavmin adına çekmek isteriz. Herodot ve Hipokrat gibi ilk kaynaklar ısrarla onlara Sauromat derken Ammianus Marcellinus gibi geç kaynaklar Sarmat olarak anıyor. Sarmat kelimesinin asıl ve doğru halinin Sauromat/Sauromati olduğunu biliyoruz.

Sarmat adına dair etimolojik araştırmalar yapan Avrupalıların ısrarla görmezden geldiği bir meseleden bahsediyoruz. Oysa Yunanca Wikipedia bile bu mevzuda gereken ipucunu veriyor. Zaten ilmî bir mevzu oraya kadar düşmüşse popüler olmuş, yeterince âvâmileşmiş sayılabilir. Böyle bir durumda bile ısrarla görmezden gelinmesinde büyük bir kasıt var demektir.

Şimdi size bir ev ödevi. Artık Yunanca bilen birilerine mi sorarsınız, sözlükleri mi karıştırmaya başlarsınız, orası size kalmış. Bir kurcalayın bakalım, “Sauromati” kelimesi Yunanca ne manaya geliyor?

Türklerin en büyük özelliği tarih yapan bir millet oluşudur. Tarih yapan bir millet olmak elbette şeref duyulacak bir haslettir ancak bir noktadan sonra bunun bir ehemmiyeti kalmadığını idrak etmek gerekir. Nitekim o meşhur sözde denildiği gibi "Söz uçar, yazı kalır." Tarihi yapanlar siz olsanız da yazanlar şayet başkaları olursa çok geçmeden sizin tarih yapıcılar olduğunuz unutulur gider. Çünkü tarihi yazanlar en tepede yer alan adınızı silip yerine kendi isimlerini çoktan yazmışlardır bile.

Daha dün tarih sahnesine çıkan zıpçıktı milletlerin tarih yazıcılığına niçin bu denli ehemmiyet verdiğini işte buradan anlayabilirsiniz. Sibirya’dan Hint okyanusuna, Pasifik’ten Atlas okyanusuna, İskandinavya’dan Orta Afrika’ya değin onlarca imparatorluk kuran bir milletin çocukları olarak bu eşsiz mirasa sahip çıkmak ve hiçbir uğruya, uğursuza kaptırmamak boynumuzun borcu olmalıdır.

Türk âdildir

Yeryüzünde Türkler kadar devlet kurma becerisine sahip bir millet göremezsiniz. Aynı anda hem Asya hem Avrupa hem de Afrika’ya hükmettiği halde kolonizasyon ve sömürgeci zihniyete bulaşmayan, yerel halklarla uyumlu bir başka halk da gösteremezsiniz. Türk âdildir, buna dair taraflı tarafsız yüzlerce şahid mevcuttur. Size onlardan sadece birini takdim etmekle yetinelim.

Fransız diplomat Aubry De La Motraye, 1700’lü yılların başlarında o vakitler Venedik tarafından işgal edilen Yunanistan’ın Navarin limanına uğrar. Gelin buradaki gözlemlerini bizzat kendisinden dinleyelim.

“Ayın yirmi dördüne dek burada rüzgârın gelmesini bekledik. Bu sırada karaya çıkıp şehre indim. Huzursuz ve hoşnutsuz Yunanlı halktan başka dikkate değer bir şey göremedim. Buradaki Yunanlılar, Türk idaresinin geri gelmesini istiyorlar ve hâlâ Türk idaresi altında yaşayan diğer Yunanlıların hayat standardına gıptayla bakıyorlardı. Benim yanımdaki Yunanlı gemiciye dediler ki:

Siz, Türklere yılda 2-3 hatta 10 kron vergi ödüyorsunuz diyelim, buna mukabil dilediğiniz gibi serbestçe yaşayıp gidiyorsunuz. Evlerinizde gönlünüzce içiyor, şarkı söylüyor, dans ediyor, gülüp eğleniyorsunuz. Ne bir Yeniçeri ne başka bir asker ne de hangi rütbeden olursa olsun bir Türk yanınıza gelip de sizi rahatsız etmiyor. Siz hediye etmedikçe yahut parasını vermeden bahçenizdeki tek bir armuta bile ellerini sürmüyorlar. Siz evde yokken asla evinize adım atmıyorlar, karınızı ve kızınızı rahatsız etmiyorlar. Çünkü biliyorlar ki, böyle bir şeye yeltenmenin cezası onların kanunlarında ölüm demektir. Oysa Venedikliler bağımıza bahçemize hatta evlerimize bile destursuz giriyorlar. Canları ne çekerse alıp el koyuyorlar. Şikâyet etmeye kalkarsak bize hakaret ediyorlar. Askerlerin gözü daima üzerimizde.

Farklı yerlerden kostümler giyen Yunan kadınlarının dairesel dansı.
Farklı yerlerden kostümler giyen Yunan kadınlarının dairesel dansı.

Ahlâksız subaylar karılarımızı, kızlarımızı evlerimizden zorla alıp götürüyorlar. Çığırtkan papazları sürekli dinimize sataşıyor, bizi kendi dinlerine çekmeye çalışıyor. Oysa Türkler asla bunu düşünmez bile. Onlar size dilediğinizce özgürlük tanır. İşte bu sebeplerden artık Türk idaresinde olmadığımız için her gün esef ediyor, pişmanlık içinde yaşıyoruz.”

‘Barbar Venedikli’yi ifşa etmeliyiz

Bugün dünya “Barbar Venedikli” yerine “Barbar Türk” diyorsa suç kimin? İşte bu gerçekleri onların gözüne sokamayan bizlerin elbette. Türk kimliğine sahip çıkmakla vazifeli kurumlarımızın maalesef hiçbiri bunu ehliyetli bir şekilde yapacak kapasiteye sahip değil. Peki, niçin? Bu kurumların kadroları millî şuurdan mahrum insanlarla dolu çünkü. Bu yüzden elimizi nereye atsak bir pespâyelik, bir bayağılık, bir ciddiyetsizlik ile karşılaşıyor ve ülkemiz adına kahroluyoruz.

Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı 2023 yılında “Cevâmi’ul-İskenderâniyyin Li-Kütübi Câlînus Fi’t-Tıb / Galen’in Tıp Külliyâtı Üzerine İskenderiyeli Şârihler’in Derlemeleri” başlığıyla mühim bir eseri Türkçeye kazandırdı. Galen’in orjinali Grekçe olan çalışmalarının Huneyn b. İshak tarafından Arapçaya çevrilen metni, son derece değerli bir klasik eser özelliği taşıyor. Bu değerli eserin dilimize kazandırılması elbette güzel ancak eseri yayına hazırlayanların içinde dil ve felsefecilerin yanısıra bir de tarihçi bulunması gerekmiyor muydu? Yahut tarih ile alâkalı hususlarda ehil birine danışılması iyi olmaz mıydı?

İtalyan ressam Tintoretto'nun 1580 tarihli '1204'te Konstantinopolis'in Fethi' tablosu. Dördüncü Haçlı Seferi'nin sonunda Venedik kadırgalarının Konstantinopolis'i ele geçirmek için nasıl kullanıldığını gösteriyor.
İtalyan ressam Tintoretto'nun 1580 tarihli '1204'te Konstantinopolis'in Fethi' tablosu. Dördüncü Haçlı Seferi'nin sonunda Venedik kadırgalarının Konstantinopolis'i ele geçirmek için nasıl kullanıldığını gösteriyor.

Akademisyen başka âlim başka

Ülkemizde mülti-disipliner çalışan akademisyen sayısı ne yazık ki pek fazla değil ve bunun ne derece mühim olduğunu işte böyle “magnum opus”lar vesilesiyle öğrenmiş bulunuyoruz. Akademisyen ile âlim arasındaki fark da işte buradan kaynaklanıyor. Âlim, ele aldığı bir konuyu lehte ve aleyhte bütün yönleriyle gözden geçirirken, akademisyen sadece kendi ilgi alanıyla sınırlı kalıyor, bu sınırın dışına çıkan mevzuları da pek öyle yorulmadan bir-iki alıntı ile geçiştirmeye çalışıyor. Bunun neticesi ise elbette pek hoş olmuyor.

Galen’in Tıp Külliyatı gibi abide bir eserin içinde tesadüf ettiğiniz bir pejmürdelik, bir bayağılık, bir ciddiyetsizlik olanca haşmetiyle sırıtıyor, eseri elinize alıp okuduğunuz vakit sizi tek lahzâda pişman ediyor. Dahası, ülkenizin akademik kapasitesi ve entelektüel birikimi adına endişeye kapılıyorsunuz. Ve de en vahimi, millî şuur noktasındaki bu dereke sığlık, ülkemizin varlığı ve geleceği nâmına ister istemez bir tedirginliğe sebep oluyor.

Neden mi bahsediyoruz? Kitabın 810. sayfasında yer alan Sarmatlara dair bir dipnottan. Kitabı yayına hazırlayanlar Sarmatlar bahsinde okuru bilgilendirmek(!) istemişler ve de “Antik dönemde İran hâkimiyetindeki bölgelerde yaşayan kabile” notunu düşmüşler.

Her şey bir yana, Sarmatlar bahsi ne felsefe ne de dil ile alâkalı bir mevzu olmadığı için bir kere yayıncıların uzmanlık alanı değil. Dolayısıyla ne beklenir? Şayet bir dipnot yazılacaksa, bu, Sarmat uzmanı bir tarihçinin notu olmalı ve kaynağı belirtilmeli. Bu yapılmamış ve yayıncılar doğrudan kendileri yazmış gibi hiçbir kaynak belirtmemişler. Alıntı yapıp kaynak vermemek de büyük bir hatadır ama bilmediğin bir konuda görüş belirtmek, hele böylesine mühim bir eseri yayına hazırlayanlar açısından çok daha vahim bir durumdur.

Herodot ve Hipokrat’a kulak verelim

Hipokrat.
Hipokrat.
Herodot.
Herodot.

Bakınız antik çağın en meşhur tarihçilerinden, “tarihin babası” nâmıyla bilinen Herodot, milattan önce 430’lu yıllarda Sarmatlar bahsinde şöyle diyordu:

“Tanais'i aşınca artık İskit bölgesi değildir; buradaki ilk topluluk Sauromatlardır; bu Sauromatlar, Palus Maiotis'in meydana getirdiği körfezin dibinde kuzeye doğru on beş günlük yol boyunca uzanır; bütün bu ülke çıplaktır, ne elle yetiştirilmiş, ne de kendiliğinden yetişmiş ağaç vardır. Daha kuzeyde ikinci bir bölge, Budinler bölgesi vardır ve çok ağaçlıktır, baştan sona çeşitli türden ağaçlarla kaplıdır.”

Tanais bilindiği üzere Don nehridir, Palus Maiotis ise Azak denizinin hemen ağzında Don nehrinin taşıdığı alüvyonlarla oluşan bataklık bölgedir. Herodot’un tarifine göre Sarmat toprağı, Azak denizinin hemen üstünden başlamak suretiyle kuzeye doğru uzanır. Günümüze uyarlarsak takriben Rusya topraklarında yer alan Rostov ile Ryazan şehirleri arasındaki araziye karşılık gelir.

Herodot’tan çeyrek asır sonra doğan ünlü hekim Hipokrat ise Sarmatları şöyle anlatır:

“Avrupa'da Sauromat adında Palus Maeotis sınırlarında yaşayan ve diğer tüm kavimlerden farklı olan bir İskit kavmi vardır. Kadınları ata biner, yay kullanır ve cirit atar. Bâkire oldukları sürece düşmanla savaşırlar ve kendi yasalarına göre üç düşman öldürene dek asla evlenemezler, erkeklerle ilişki kuramazlar.”

Görüldüğü gibi Hipokrat da Sarmat yurdu olarak Palus Maeotis’e yani Azak denizi civarına işaret ediyor.

Sıra Romalı tarihçide

Sarmatlardan bahseden erken tarihli kaynaklardan geç tarihli kaynaklara geçiş yaptığımızda Azak denizi civarından Sırbistan ve Macaristan’a doğru hareketlenen bir kavim görüyoruz. Herodot’tan yaklaşık 800 yıl sonra Antakya’da dünyaya gelen Romalı asker ve tarihçi Ammianus Marcellinus, Sarmatlar bahsinde tam da bunu anlatıyor:

“İmparator artık dünyanın bu en görkemli evinde daha uzun süre kalmak, daha özgürce dinlenmek ve zevk almak istiyordu; ancak Suevilerin Raetia ve Quadri Valeria'ya akınlar düzenlediğini, eşkıyalıkta en yetenekli kabilelerden biri olan Sarmatların ise Yukarı Moesia ile Aşağı Pannonia'yı harap ettiğini bildiren güvenilir raporlar onu endişelendiriyordu.”

İran nire, Sarmatlar nire?

Gelelim şimdi ifade-i merâma...

Sarmatları “Antik dönemde İran hâkimiyetindeki bölgelerde yaşayan kabile” olarak tasvir edenlerin ellerinde söylediklerini doğrulayacak nitelikte hiçbir bilgi bulunmuyor. Sarmatlardan bahseden ilk kaynaklar onları Azak denizinden kuzeye doğru uzanan topraklarda yaşayan bir kavim olarak anarken, geç tarihli kaynaklar ise onlardan bir kolun Sırbistan ve Macaristan’a dek sokulduğunu dile getiriyor. Bilindiği kadarıyla gerek Herodot’un çizdiği Rostov-Ryazan hattı gerekse Sırbistan-Macaristan toprakları antik çağlarda İran hâkimiyetine girmiş değildir.

Sarmatların Türkleri ilgilendiren tarafına gelince... Antik çağlarda hep İskitler ile anılagelen, sonrasında Hunlar ile aynı topraklarda, aynı hayat tarzını paylaşıp benzer kültür malzemeleri üreten atlı okçu bir kavimden bahsediyoruz. Bütün bunlar İran ve İranilik iddialarını çürütüyor, ibreyi Türklere doğru çeviriyor. Ve dikkatinizi bilhassa bu kavmin adına çekmek isteriz. Herodot ve Hipokrat gibi ilk kaynaklar ısrarla onlara Sauromat derken Ammianus Marcellinus gibi geç kaynaklar Sarmat olarak anıyor. Sarmat kelimesinin asıl ve doğru halinin Sauromat/Sauromati olduğunu biliyoruz.

Israrla görmezden geliyorlar

Sarmat adına dair etimolojik araştırmalar yapan Avrupalıların ısrarla görmezden geldiği bir meseleden bahsediyoruz. Oysa Yunanca Wikipedia bile bu mevzuda gereken ipucunu veriyor. Zaten ilmî bir mevzu oraya kadar düşmüşse popüler olmuş, yeterince âvâmileşmiş sayılabilir. Böyle bir durumda bile ısrarla görmezden gelinmesinde büyük bir kasıt var demektir.

Şimdi size bir ev ödevi.

Artık Yunanca bilen birilerine mi sorarsınız, sözlükleri mi karıştırmaya başlarsınız, orası size kalmış.

Bir kurcalayın bakalım, “Sauromati” kelimesi Yunanca ne manaya geliyor?

Yorumunuzu yazın, tartışmaya katılın!

YORUMLAR
Sırala :

Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım