Tabir Bozgunculuğu

“Lisan bir pharmakondur.” der Sokrates. Ne garip tecellidir ki Yunanca pharmakon hem ilâç demek, hem de zehir.  Demek ki bırakalım işin bedeni tarafını, zihnen ve hissen zehirlenmişliğimizin devası da gene lisan meselesinde.
“Lisan bir pharmakondur.” der Sokrates. Ne garip tecellidir ki Yunanca pharmakon hem ilâç demek, hem de zehir. Demek ki bırakalım işin bedeni tarafını, zihnen ve hissen zehirlenmişliğimizin devası da gene lisan meselesinde.

Zirai zehire ilâç dediğimizin farkında mıyız? Üzerine püskürtülen mahsûlü de, etraftaki diğer canlıları da zehirleyen bir şeye hangi hakla ve hangi akla hizmet ilâç demeye devam ediyoruz? İlâç öldürür mü hiç? Ne vakitten beri bir şey, tam zıddıyla anılır ve ona göre itibar görür oldu? Aslında ziraatteki bu durumun bir benzeri kültür ve sanat sahalarında da geçerli. Sahici yazarlarımızı da, şairlerimizi de, müzisyenlerimizi de, mimarlarımızı da, yönetmenlerimizi de, hasılı zehre ilâç demeyen ne kadar zihnimiz varsa hepsini ya yaşarken ademe mahkûm ettik yahut öldükten sonra şöhrete boğarak kıymetini öldürdük. Gene de herkes hâlinden memnun. Düşünsenize, ruhumuza seslenen bu sahalarda da zehre zehir diyen çıkarsa birçoğunun takkesi düşmez mi?

Anlamadığı meselelerde ahkâm kesme sevdası da bu ülkenin münevveranıyla paylaşmadığım hislerden. Öte yandan son 15-20 yıldır gıda sahasında yapılıp edilenlerin mahiyetini idrak için de meselenin erbabı olmaya hacet yok. Gıda gibi fevkalâde hayati bir mevzu, ülkemizde külliyen sanayiin merhamet tanımaz ellerine teslim edilmiş durumda. Ya aç kal yahut bu gıda adı verildiği hâlde aslen ne idüğü belirsiz kimyevi maddeleri tıkın! Bize dayatılan bu.

Ya aç kal yahut bu gıda adı verildiği hâlde aslen ne idüğü belirsiz kimyevi maddeleri tıkın
Ya aç kal yahut bu gıda adı verildiği hâlde aslen ne idüğü belirsiz kimyevi maddeleri tıkın

Gelgelelim bugün ülkemizde bir avuç gdo’lu mahsûl elde etmek için kaç çeşit kimyevi maddenin tarladaki nebatata boca edildiği de zaten hepimizin malûmu. Gene de bu ölümcül vaziyeti beherimiz ısrarla görmezden gelmeyi tercih ediyoruz; el-mecbur. Benim dikkatinizi çekmek istediğim husus şurası: Aslında düpedüz zehirken ve hem çeşit çeşit nebatatı, hem hayvanatı ve hem de insanatı zehirleyen o kimyevi maddeyi bize zirai ilâç diye belletmeleri.

  • İlâç?
  • Üzerine püskürtülen mahsûlü de, etraftaki diğer canlıları da zehirleyen bir şeye hangi hakla ve hangi akla hizmet ilâç demeye devam ediyoruz? İlâç öldürür mü hiç? Yahut öldüren şeye ilâç denir mi?

Ne vakitten beri bir şey, tam zıddıyla anılır ve ona göre itibar görür oldu? Bundan daha açık kıyamet alâmeti mi bulunur?

Tersine Döndürülen Tabirler

Meselenin zırai tarafının yanında handiyse hiç konuşulmayan veçhesi işte bu: Tabirlerin manâlarını çarpıtarak hem değer, hem şuur, hem de siyak ve sibağından koparılmaları. Düşünsenize, sizi siz yapan vakitten beri kullanmaya devam ettiğiniz bir tabir, bir de bakıyorsunuz, bir oldu-bittiyle, tam zıddı bir manâya denk gelmekte ve çok farklı bir değer yüklenmekte.

Üzerine püskürtülen mahsûlü de, etraftaki diğer canlıları da zehirleyen bir şeye hangi hakla ve hangi akla hizmet ilâç demeye devam ediyoruz?
Üzerine püskürtülen mahsûlü de, etraftaki diğer canlıları da zehirleyen bir şeye hangi hakla ve hangi akla hizmet ilâç demeye devam ediyoruz?

Ve bu meseleden, bu elim çarpıtma ameliyesinden şikâyet eden münevverana zamanımızda pek az rastlanmakta. Çiftçi olmasak dahi hepimiz zirai zehire ‘tarım ilâcı’ demekte hiçbir beis görmemekteyiz. Ve bu açıdan bakıldığında meselâ bir çiftçi ile bir profesör arasında hiçbir fark bulunmamakta. Öte yandan bu duruma ne kadar sevinsek az çünkü zaten Dil Devrimi’nin gayesi de bu değil miydi?: Mevzuunun erbabı bir profesör ile elifi görse mertek zanneden bir çiftçiyi aynı hizaya getirmek.

  • Yine de eski zamanların çiftçisi ile günümüzünki arasında son derece esaslı bir fark var: hikmet! Binlerce yılın imbiğinden süzülmüş bir ben, insan, âlem ve Rab idrakı... Yakın bir vakte değin halk irfanı kılığında tecelli eden bu hikmetin kırıntısını artık münevveranımızda dahi rastlayamamaktayız.

Başka bir ifadeyle binlerce yıldır zehir dediğimize bugün ilâç demek bakımından cemiyetimizi teşkil eden tabakalar arasında hiçbir fark kalmadı. Bu muvaffakiyetimizden ne kadar övünsek az.

Ruhumuzu Nasıl Doyuruyoruz?

Sırf karnımızı afiyetle doyurmak için gıda ve ziraat mevzularında yapılıp edilenleri nasıl görmezden geliyor ve önümüze konulanı habire midemize indirmeye gayret ediyorsak ruhumuzu doyurmak için elzem ehemmiyetteki kültür ve sanat sahalarında yapılıp edilegelenleri de aynen öyle, evsafına hiç bakmadan idrakimize boca ediyoruz. Bir yandan ithal kültür ürünlerini bilâistintak oburcasına ‘tüketiyoruz’, öbür yandan şeklen yerli ama aslen gayrımilli telmaşa kültür endüstrimizin çakma mamulâtını habire tıkınıyoruz.

Bir yandan ithal kültür ürünlerini bilâistintak oburcasına ‘tüketiyoruz’, öbür yandan şeklen yerli ama aslen gayrımilli telmaşa kültür endüstrimizin çakma mamulâtını habire tıkınıyoruz.
Bir yandan ithal kültür ürünlerini bilâistintak oburcasına ‘tüketiyoruz’, öbür yandan şeklen yerli ama aslen gayrımilli telmaşa kültür endüstrimizin çakma mamulâtını habire tıkınıyoruz.

Çoluğumuza ve çocuğumuza da bu ithalinden bin beter güya yerli kültür ve sanat nesnelerini takdim etmekten geri durmuyoruz. Hâlbuki kültür ve sanat sahalarında son yüzyılda sefaletten ve rezaletten başka ortaya ne koyabildik ki? Öte yandan sayıları pek az sahici yazarlarımızı da, şairlerimizi de, müzisyenlerimizi de, mimarlarımızı da, yönetmenlerimizi de, hasılı zehre ilâç demeyen ne kadar zihnimiz varsa hepsini ya yaşarken ademe mahkûm ettik yahut öldükten sonra şöhrete boğarak kıymetini öldürdük.

  • Kültür ve sanat mevzuatında ak koyun ile kara koyunu birbirinden ayırt etmemize imkân tanıyacak bir mihenkten mahrum kaldığımız müddetçe bu hususun değişeceği de yok.

Doğrusu herkes hâlinden memnun. Zehre ilâç dedirten ithalâtçı firma da, dağıtımcı da, perakendeci de, çiftçi de ve en çok tüketici de gidişattan nasıl memnunsa kültür ve sanat sahalarında da aynı memnuniyeti fazlasıyla görebilmekteyiz. Düşünsenize, ruhumuza seslenen bu sahalarda da zehre zehir diyen çıkarsa birçoğunun takkesi düşmez mi?

İlâhi-Arabesk mi dediniz?

Yerli ve milli âddedilen birçok kültür ve sanat hadisesinin, yüz kızartıcı suç mahiyetindeki kalitesizliğini bir tarafa bırakalım, aslen tıpkı gıda mahsûllerindeki gibi bazen ithalinden beter zehirler barındırdığını ayırt etmemizi sağlayacak bir anlayışa kavuşabilsek.

İsmiyle gayri müsemma ve hayalin zerresinden nasiplenmemiş fantezi müzik denilen bu tür, tam da bittti-bitiyor derken... O da ne? Tür hiç ummadığımız, asla bekleyemeyeceğimiz bir yerde çıktı karşımıza: Müslüman mahallesinde! Ama “Aşkından yandım, bittim, kül oldum.” nev’inden ifadeler yerini dini bir mündericata bırakmıştı.

Yıllarca meyhanelerde söylenip çalınmış en kaba arabesk şarkıları ile adinin bayağısı fantezi müzik parçalarının ezgilerinin üzerine, şiiriyetten pek uzak dini bir muhteva boca edilmiş ve Müslüman mahallesinde satılır olmuştu.

20 sene önce ‘ilâhi-arabesk’ adını taktığım, sözleri ilâhiyi andırır, ‘müziği’ ya arabesk veya taverna ezgili bu tür, yazık ki hâlen daha revaçta; hususen de dindar gençlerimizin nezdinde.

Mikyas Mahrumiyeti

  • Eline her kalem alanın yazar, siyasi bağlantıları icabı televizyon erkanlarında baş gösteren herkesin işinin ehli zannedildiği; üzerinde öyle yazıyor diye her abuklamanın edebiyat itibarı gördüğü bir başka ülke gösterebileceğinizi mi zannediyorsunuz? Boşuna aramayın, bu mikyasta bir gdo’lu kültür-sanat alemini başka hiçbir yerde bulamazsınız.

Şu güya bizi yansıttığı iddia edilen dizilere bakınız. Veya din soslu filmlere. Kızların başı kapalı, erkeklerin sakalı veya icabında bıyığı varsa bizden; o da ancak aralarından birkaçının.

Hikâyemiz de aynen böyle, romanımız da.

Dikkatinizi çekerim, “Kültür ve sanat sahalarında hiçbir kıymetli eser veremiyoruz.” demiyorum. Maksadım şu: “Bu sahalardaki mahsulâtın sahtesi ile sahicisini birbirinden ayırt edebilme imkânından mahrumuz.”

Mehdi beklentimizin milyonda birini münekkid beklemeye hasredebilseydik...

“Lisan bir pharmakondur.” der Sokrates. Ne garip tecellidir ki Yunanca pharmakon hem ilâç demek, hem de zehir.

Demek ki bırakalım işin bedeni tarafını, zihnen ve hissen zehirlenmişliğimizin devası da gene lisan meselesinde.