Türkçeye bulaştırılan veba ve tedavisi

 Türkçeye bulaştırılan vebanın bir mikrop olduğunu kimseye kabul ettiremiyoruz. Gazetelerin musahhih kadroları olurdu. Yayınevlerinde bu ‘düzeltmen’e dönüştü. Tashihe ‘düzelti’ musahhihe ‘düzeltmen’ diyorlar.
Türkçeye bulaştırılan vebanın bir mikrop olduğunu kimseye kabul ettiremiyoruz. Gazetelerin musahhih kadroları olurdu. Yayınevlerinde bu ‘düzeltmen’e dönüştü. Tashihe ‘düzelti’ musahhihe ‘düzeltmen’ diyorlar.

“Bir gün Çankaya’da içki masasında Türkçe üzerine konuşuluyor ‘ticaret’ kelimesine Türkçe karşılık aranıyor. Ben de etraftaki dalkavukların buldukları karşılıkları beğenmedim, kabullenmedim, muhalefet etmekten de sıkıldım, önümdeki kâğıda ‘te’ ve ‘cim’ harfleri yapıyordum. Mustafa Kemal birden seslendi: “Ne yapıyorsun çocuk?” Gayri ihtiyari dedim ki: “Te ve cim harfleri yapıyorum.” O zaman Ata masaya vurarak dedi ki: “Ticaret kelimesinin karşılığı bulunmuştur ‘tecim’ tüccar ise ‘tecimer’ olacak!”

Yıllar evvel Wilhelm Reich’in ‘Kanser’ adlı kitabını almıştım. Kitabın Türkçesi daha doğru ifadeyle rezilâne baskısı 1983 tarihini taşımaktaydı ve Payel Yayınevi tarafından neşredilmişti. Kitabı okuyamadım çünkü önce uydurukça bir lügat lazımdı anlamak için. Zira kitapta dirimsel, asaldirimsel, acunsal, yetke, gizil, görüngü, betim, orgon, örge, sağaltım şeklinde devam eden ve sürekli tekrarlanan rezalet karşısında okumayı bir türlü sürdürememiştim.

Bir İmam Hatipli olarak Arapçadan Türkçeye geçmiş mefhum ve kelimelere âşinâlığımız vardı ve biraz da eski kuşağı tanıma ve okuma imkânımız olmuştu. Bu bizim bir bahtımızdı lakin buna rağmen uydurukça salgınına biz de yakalanmıştık daha az da olsa. Zira severek okuduğumuz bazı kimseler bu vebaya çoktan yakalanmışlar ve bizlere de bulaştırmışlar virüsü.

Bir gün rahmetli Kadir Mısıroğlu üstad ile bir meseleyi konuşurken bu fakire, “sen git önce Türkçe öğren öyle gel. Şu ana kadar Türkçe zannederek kullandığın kelimelerin yarısı Kemalistlerin uydurduğu şeyler” dedi ve başladı saymaya… Her cümlesi tepemize balyoz gibi iniyordu…

Münevver kimselerin hassasiyetleri bir millet için özellikle de Türk için dilin ehemmiyetine vâkıf olmalarından ileri geliyordu ve ne söyleseler haklıydılar. Çünkü İslam harflerini yasaklayarak ve Türkçe bozularak en isabetli ifadeyle ‘sessizce(!) soykırım’ yapılmıştı.

Aziz Nesin notlarını eski Türkçe tutardı. El yazısıyla Nazim Hikmet'in soyağacı(üstte)
Aziz Nesin notlarını eski Türkçe tutardı. El yazısıyla Nazim Hikmet'in soyağacı(üstte)
  • Bu soykırımın ikinci sınıf fâillerinden Nurullah Ataç’ın “Evet, uyduracağız, bizim yaptığımız, uydurduğumuz kelimeler de yavaş yavaş halka işleyecek, eski Arapça, Farsça kelimelerin işlediği gibi. Onların yerini tutacak” cümlelerinde olduğu gibi uydurukça sözler zihinlere kazınmış ve gerçek kelimelerin yerini tutmuştu.

Bu soykırım dinden imandan uzak, İslâmî mefhumlardan bihaber kimselerin entelektüelleri ile İslâmî hassasiyete sahip münevverlerin çok azı istisna Kemalistlerin Öz Türkçe vebasına yakalanmasına yol açmıştı. İşin daha da kötüsü yakın zamana kadar hukukî tabirler yerli yerindeyken son yıllarda onlar da katliama maruz bırakıldı.

Nesin notları ve imzası
Nesin notları ve imzası

Daha da vahim olan ise olup bitenden Türkçemiz ve dolayısıyla hepimize bulaştırılan vebadan ya habersiziz yâhut da celladımıza karşı tutulduğumuz âşk gerçeği görmemize mâni oluyor hatta haz bile alıyoruz.

Hep birden dibe çekilmişiz

Büyük, derin, acıklı bir girdabın içerisindeyiz. Çıkmaya çalışmak şöyle dursun, kendimizi dibe çekmek için birbirimizle yarışıyoruz. Dindarı lâiki, sağcısı solcusu, yaşlısı genci, hocası talebesi, işçisi memuru, kadını erkeği, yöneteni teb’ası hâsılı herkes bu lânetlik müsabakanın bir parçası.

İstisnaları az, hem de sayabilecek kadar. Ezici çoğunluk 250-300 kelimeyle konuşuyor. Onların da yarısı uydurukça. Hâsılı ortada Türkçe diyebilecek bir şey kalmadı. Mesele sadece kelimelerin azlığı da değil, içine düşülen buhran.

Ezici çoğunluk 250-300 kelimeyle konuşuyor. Onların da yarısı uydurukça.
Ezici çoğunluk 250-300 kelimeyle konuşuyor. Onların da yarısı uydurukça.
  • 1 Kasım 1928’de çıkarılan 1353 sayılı "Yeni Türk harflerinin kabul ve tatbiki hakkında Kanun" ile birlikte bin yılı aşkın bir zamandır kullanarak dev bir medeniyet inşa ettiğimiz alfabemiz yasaklandı. ‘Arap alfabesi’ diyerek küçümsedikleri alfabenin yerine, çoğu hem kavmî, hem kültürel, hem gizledikleri inançları gereği Batılı olanlar, Müslüman Türk’e, düşmanı Latinlerin alfabesini zorla dayattı. Asıl gâye yabancılaştırmak… Yeniden büyük bir devlet olmanın ve içine düşülen buhrandan çıkışı engellemekti. İcbar ettikleri alfabeye “Türk harfleri” diyerek bir de alay ettiler.

Eklediğimiz yeni harflerle millîleştirdiğimiz, sayısız eser ürettiğimiz ve üzerine düşman çatlatan dev bir Türk-İslam Medeniyeti inşa ettiğimiz, Türkçeleştirilmiş alfabemiz katledilmekle kalmayıp, İslam’ı hatırlatan her türlü kelime yasak edilerek, yeni türedi bir millete çevrilmeye çalışılıyorduk.

CHP Edirne Saylavı (mebusu/milletvekili) Şeref Aykut, Kamalizm (1936) isimli kitabında “Alfabe ve Dil devrimi... Bütün devrimlerin en büyüğüdür” diyordu.
CHP Edirne Saylavı (mebusu/milletvekili) Şeref Aykut, Kamalizm (1936) isimli kitabında “Alfabe ve Dil devrimi... Bütün devrimlerin en büyüğüdür” diyordu.

CHP Edirne Saylavı (mebusu/milletvekili) Şeref Aykut, Kamalizm (1936) isimli kitabında “Alfabe ve Dil devrimi... Bütün devrimlerin en büyüğüdür” diyordu. “Alfabe devrimi” diyerek yasakladıkları şey, İslam öncesinde yazı olarak pek kullanılmayan, gelişmemiş bir alfabe olan, Kur’an-ın nüzulü ve ardından İslam’ın yayılması ile muazzam bir gelişme sağlayan alfabeydi. Pek çok tarihî şahsiyet bu alfabeye “Arap alfabesi” denilmesinin doğru olmadığını belirterek kavimlerden bağımsız olarak “İslam alfabesi” demektedir.

Söz konusu değişikliğe gidenler de bunun farkındaydılar. Maksat toplumun İslam’la ilişkisini kesmek, İslam alfabesinden kurtulmak ve kelimeleri de uydurdukları zırva şeylerle değiştirmekti.

Mesele sanıldığı gibi Osmanlı’nın Türkçeye uygun yeni harflerle zenginleştirdiği alfabenin yazımının zor olması falan da değildi. Aksine zor olan Latin alfabesinin kendisiydi. Bu alfabenin zorluğundan söz edenlerin hemen hepsi notlarını, Osmanlı İslam alfabesi ile tutmaya devam etmekteydiler. Bunun belki en son örneklerinden biri Aziz Nesin, Kenan Evren ve Bülent Ecevit idi.

Aziz Nesin 1915, Kenan Evren 1917, Ecevit ise 1925 doğumlu ve eğitimlerini Latin alfabesiyle yapmalarına rağmen, neden Osmanlı İslam alfabesini öğrenme ihtiyacı hissettiler diye sormaz mı insan?

‘Türk kafasını Arap kafasından koparacağız’

Mâlum şahsiyet Fâlih Rıfkı Atay şöyle diyor kitabında: “Arap yazısı, Türk yazısı değildir. Arapçaya ne kadar uygunsa, Türkçeye o kadar aykırıdır. Türk kafasını Arap kafasından koparıp kendi özgürlüğüne kavuşturmak için çırpınmıştır. Latin yazısı bu yüzden alınmıştır. Dil Kurumu bunun için kurulmuştur.”

Velev ki ‘Arap Alfabesi’ olarak isimlendirilsin, İslam alfabesine düşman olanlar sanırsınız ki, yerine Türk alfabesi getirmişlerdir. Getire getire Batı’nın bir bölümünün kullandığı Latin alfabesini getirdiler. Gizlemedikleri gâyeleri ise milletin tarihiyle, inancıyla ve medeniyetiyle bağını kesip atmaktı.

Devamla şöyle diyor Atay:

  • “Mustafa Kemal bu işi de başardı. Ankara’da bir komisyona yeni bir yazı alfabesi yapmak vazifesini verdi. Herkes düşünüyordu: Bir millet yazısını nasıl değiştirebilir? Ne kadar zamanda değiştirebilir? Nitekim alfabe projesini Mustafa Kemal’e ben getirmiştim… Ne kadar sürede geçeriz hususunda beş yıl diyen var, on beş yıl diyen…

Yüzüme baktı: ‘Çocuğum’ dedi, ‘bu ya üç ayda olur, ya hiç olmaz.’

Mustafa Kemal, 1932 Temmuzunda Türk Dil Kurumunu dil araştırmaları hizmetine verdi. Osmanlıcayı tarihe gömecek, yazı dilimizi de konuşma dilimiz gibi Türkçeleştirecektik. Atatürk dil hareketi ile son nefesine kadar uğraştı.”

Atay, yaptıkları cinayetleri “Yazı ve dil devrimleri, Türk kafasını Arap kafasından ayırıyordu” diyor. Arap kafası dediği şeyse; İSLAM!

Türk’ün kafasını, İslam ve mâzisi ile ilişkisini böyle koparmışlar

Gâyeleri kendilerinden saymadıkları, ama devlet olunabilmesi için mecburen ihtiyaç duydukları ve dahi kendilerine benzetmek istedikleri milletin İslam ve mâzi ile bağını koparmaktı. Çünkü ‘kelime’ mefhumu; kelâma, Kelâm-ı kadime, Kelâm-ı resule, akâide yani İslam’a ulaştırmaktaydı.

Kelime zenginliği tefekküre, mefkûre ise kişiyi Allah’a götürürdü. Milletin dinsizleştirilmesi için lisanın/dilin sekülerleştirilmesi gerekirdi. Yani Arapça ve Farsça düşmanlığını körükleyip, Öz Türkçeçilik dalaveresiyle tevhidden, İslâmî olandan uzaklaştırmak…

Hz Peygamber (s.a.v.) çirkin ve kötü mânâsı olan isimleri güzel ve iyi olanlarla değiştirirdi. Bunlar ise ne kadar iyi varsa kötü ile değiştirdiler. Lakin haklarını yemeyelim, Batı menşeli kelimelere dokunmadılar aksine çoğalttılar. Mesela ‘Diriliş Ertuğrul’ isimli başarılı dizide bile ‘şeref buldum’ yâhut ‘şerefyab oldum’ demek varken sık sık ‘onur duydum’ dedirtmeyi başardılar.

İyiyi kötüyle, güzeli çirkinle nasıl değiştirdiklerini yine işin fâilinin itiraf cümlelerinden okuyalım.

“Bir gün Çankaya’da içki masasında Türkçe üzerine konuşuluyor ‘ticaret’ kelimesine Türkçe karşılık aranıyor. Ben de etraftaki dalkavukların buldukları karşılıkları beğenmedim, kabullenmedim, muhalefet etmekten de sıkıldım, önümdeki kâğıda ‘te’ ve ‘cim’ harfleri yapıyordum. Mustafa Kemal birden seslendi: “Ne yapıyorsun çocuk?” Gayri ihtiyari dedim ki: “Te ve cim harfleri yapıyorum.” O zaman Ata masaya vurarak dedi ki: “Ticaret kelimesinin karşılığı bulunmuştur ‘tecim’ tüccar ise ‘tecimer’ olacak!”

Kur’an-ı bile Türkçe’ye çevirmek istediler

Merhum Turgut Cansever’in babası Dr. Hasan Ferit Bey, Kemalistlerin din değiştirme düşünceleri hakkında şunları nakleder: “Halk Partisi’nin hususî sohbetlerinde Hıristiyanlaşma fikirleri yaygınlaşmıştı. Bir gün onlara dedim ki: ‘Hıristiyanlığa dönmek istiyorsunuz. Fakat burada durmayacaksınız, Yahudiliğe dönmek isteyeceksiniz. İyisi mi şimdiden Yahudiliğe dönünüz. Mesele böylece halledilmiş olur. Bence Hıristiyanlığa iltica hareketinden ise Yahudiliğe dönme hareketi daha esaslı olur.’”

“Osmanlı Milliyetçiliği bir din milliyetçiliği idi. Tarihçiler bu milliyetçiği, Müslüman - gâvur kavgası olarak görmektedir. En ehemmiyetlisi, Türk kafasını köklerine kadar Arap kaynaklarından sökecek ve millî kılacaktık” diyen Fâlih Rıfkı, devamla şunları nakleder: “Din devrimi de gelmek üzere idi. Ezan gibi ibadet de Türkçe olacaktı. Bir defasında da Türk Ocağı’nda bulunuyorduk. Hazır olanlar arasında Kâzım Karabekir de vardı. Kur’an’ın Türkçeye çevrilmesinden söz ediliyordu.

  • Karabekir: (M. Kemal) Paşa hazretleri, Kur’an-ı Azimüşşan Türkçeye çevrilemez, dedi.
  • - Neden çevrilemezmiş, paşam?
  • - Meselâ elif - lâm - mim, dedi.
  • - Ne demektir elif - lâm - mim?
  • - Meçhul efendim.
  • - O halde karşısına bir “SIFIR” koyar, tercümeye devam edersiniz.”

Kur’an için bunu söyleyenler, kendi Nutuklarında yaptıklarını geri çevirmişler. Atay diyor ki: “Sonraki nutukta, Türkçeleşme çabası ile bazı zorlama deyimlere de yer verilmişse de, 1938’deki nutkunda tabii konuşma diline dönülmüştür.”

Mustafa Kemal hata ettiğini mi düşünüyordu?

Fâlih Rıfkı’nın nakillerinden ve Paşa’nın 1935 sonrasında uydurukça kelimelerden bir nebze sıyrıldığına dair emareler nedeniyle, Ali Fehmi Karamanlıoğlu gibi bazı kimseler, Paşa’nın ‘Güneş Dil Teorisi’ gibi tartışmalardan nedamet ettiğini söylerler.

Mustafa Kemal’in metinlerini sadeleştirmeden, daha doğru ifadeyle uydurukçaya çevrilmeden anlayabilecek bir Kemalist bile kalmadı memlekette.
Mustafa Kemal’in metinlerini sadeleştirmeden, daha doğru ifadeyle uydurukçaya çevrilmeden anlayabilecek bir Kemalist bile kalmadı memlekette.

İsmet İnönü’nün "Dil öyle bir hâl aldı ki, artık kimse kimseyi anlamıyor" itirafı gibi, Fâlih Rıfkı uydurukçusu dahi çâresiz kalmıştır. Bir gün Paşa’nın huzuruna çıkıp bir şeyler söylemek ister ama bir türlü diyemez. Paşa’nın “çocuğum söyle” demesine rağmen hiçbir şey diyemez. Çünkü kurtarıcı bir kelime olan “şey”in denilmesi bile Arapça olduğu için yasaktır.

Kurtarıcı bir kelime olan “şey”in denilmesi bile Arapça olduğu için yasaktır.
Kurtarıcı bir kelime olan “şey”in denilmesi bile Arapça olduğu için yasaktır.

Devamını Rıfkı’dan dinleyelim: “Atatürk, sofra bittikten sonra, benim yanı başındaki iskemleye oturmamı emretti: “Dili bir çıkmaza saplamışızdır’ dedi; sonra, ‘Bırakırlar mı dili bu çıkmazda? Hayır! Ama ben de bu işi başkalarına bırakmam. Çıkmazdan biz kurtaracağız’ dedi. … Dağıldıktan sonra, dostum Abdülkadir yanıma geldi; kendisi bir defa demişti ki: “…ben Asya Türklerinin çoğunun lehçelerini biliyorum. Sizin ve Yakup Kadri’lerin lehçesini de anlıyorum. Benim aklımın ermediği bir lehçe varsa, o da Türk Dil Kurumu’nun lehçesi…”

Fâlih Rıfkı bile bu itiraflarda bulunurken, kraldan çok kralcılar türer bir de. Bunlardan biri de Ömer Âsım Aksoy’dur. 1973 TDK yayını olan “Özleştirme Durdurulamaz” adlı kitabında “Atatürk, Fâlih Rıfkı Atay’a “Dili bir çıkmaza sokmuşuz, onu bu çıkmazdan kurtaracağız” demiş olabilir. Gerçekten Atatürk bir ara yüzde yüz Türkçeyi denemiş iken daha sonraları tutumunu yumuşatmıştır. Bunu, Atatürk özleştirmeden vazgeçmek için, hile-i şeriye olarak yorumlamak ona karşı saygısızlık olur” demektedir. (cümledeki hatalar kendisine aittir)

Hâsılı Mustafa Kemal’in fikirlerinden dönüp dönmemesinin veya sonra ne yaptığının bir ehemmiyeti de yok. Zira netice ortada. Mustafa Kemal’in metinlerini sadeleştirmeden, daha doğru ifadeyle uydurukçaya çevrilmeden anlayabilecek bir Kemalist bile kalmadı memlekette.

Ne yapmalı?

Kemalistler bir yana, memlekette ‘sel’siz, ‘sal’sız cümle kurabilecek bir ilahiyatçı, edebiyatçı ve yazar kalmadı ne yazık ki. Varsa da bir elin parmağı kadar ya var ya yok. Kitaplar, dergiler, gazeteler ve televizyonda kullanılan dil fâcia. Televizyon ve dizilerde kullanılan sözde Türkçe, Türkî Cumhuriyetler ve Balkanların Türkçesini de bozdu. Yeni kanun metinlerindeki felaket ise ağlanacak bir hâl aldı.

Hepsinden de kötüsü, Türkçeye bulaştırılan vebanın bir mikrop olduğunu kimseye kabul ettiremiyoruz. Gazetelerin musahhih kadroları olurdu. Yayınevlerinde bu ‘düzeltmen’e dönüştü. Tashihe ‘düzelti’ musahhihe ‘düzeltmen’ diyorlar.

Gelinen noktayı, Murat bardakçı şöyle yorumluyor: “Bugün konuşulan Türkçe, fakir ve tatsız bir hâl aldı. TDK’ya bugün düşen vazife ise hâlâ kelime uydurmak değil, eski günahlarını temizlemek ve dildeki tahribatı durdurmaya çalışmaktan ibarettir. Kurumun eski âdetini devam ettirdiğini, yabancı bir kelimeye karşılık bulunacağı zaman kelimenin kökenine ve asıl anlamına değil, o söz ile kastedilen işin nasıl ve ne şekilde yapıldığına baktığını farkedersiniz... Diyelim ki, orijini yabancı olan kelimelerden değil, Türkçe sözlerden bile, meselâ "gözlük"ten de sıkıldık ve dilimizi geliştirmek için yeni bir karşılık bulmak istiyoruz... Gözlük ne işe yarar? Takıp görmeye değil mi? İşte, size yepyeni bir kelime: Takgör!”

Türkçe’nin işgalden kurtarılması şart. Bunun için millî bir seferberlik gerek. Sadece Recep Tayyip Erdoğan’a değil, hepimize düşen vecibeler var. İşe kanun metinlerinden, siyasi konuşmalardan, mektep/medrese adlarından, ders kitaplarından başlamak icap ediyor. Edebiyatçılar, yazarçizer takımımın da kendine gelmesi gerek.

  • Tavsiye almak isteyen hangi dal ve seviyede olursa olsun talebelerden birinci talebim; Osmanlı Türkçesi yani gerçek ve doğru Türkçeyi öğrenmeleri olmakta ve olacaktır.

Mes’ûliyetimiz büyük. Türkçeyi vebadan kurtarmak, Türkiye’yi kurtarmak ve yeniden Medeniyet dili yapmaktır. Kim ki bunu yapar veya bul yolda çaba harcarsa, tarih de, millet de onu hayırla yâd eder. Kim de sırtını dönerse, vebadan da vebalden de ona nasip vardır.