Yakınlaşma nasıl başladı, nasıl ilerliyor?

Selman bin Abdülaziz el-Suud, Trump ve Sisi dünya küresine ellerini koydu.
Selman bin Abdülaziz el-Suud, Trump ve Sisi dünya küresine ellerini koydu.

Körfez ülkelerini “kendi göbeğimizi kendimiz keseriz” noktasına getiren en önemli faktörlerden biri de hiç şüphesiz ABD’nin bölgede giderek azalan varlığı ve Washington’a duyulan güvenin zedelenmesi. Bunun son müşahhas ve çarpıcı göstergesi ise Afganistan’da yaşananlar oldu. Bölge ülkeleri, bilhassa Joe Biden dönemiyle birlikte ABD’nin Ortadoğu ilgisinin giderek azalacağının ve öncelik olmaktan çıkacaklarının farkına iyice varmış, dış politikalarında buna uygun adımlar atmaya başlamış durumda.

Bir fotoğraf karesi, bazen bin kelimeye bedeldir. Ortadoğu’da son dönemde krizlerin yumuşamasına ve gerilimlerin azaltılmasına yönelik birbiri ardına diplomatik hamleler geldi.

Kriz ve kriz sonrası süreci aslında bölgeyi takip edenlerin muhtemelen hafızalarına kazınmış olan iki kare üzerinden okumak mümkün.

İlki; ABD’nin eski başkanı Donald Trump’ın, 2017 yılı mayıs ayında Mısır Cumhurbaşkanı ve Suud Kralı ile kristal bir küre üzerinde ellerini birleştirdiği ve âdeta bir gerilim filmi sahnesini andıran kareydi. Bu meşhur fotoğrafın hemen ardından Mısır ve Körfez ülkelerinin Katar’a yönelik üç buçuk yıl sürecek ambargosu başladı.

2021 yılı Eylül ayına ait ikinci fotoğraf ise bu gerilim dolu karenin tam zıttıydı: Suudi Arabistan Veliaht Prensi, Katar Emiri ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) Ulusal Güvenlik Müsteşarı, Kızıldeniz’den oldukça sıcak ve samimi bir ‘tatil’ pozu ile “buzları erittik” mesajı verdi.

‘Barış değil kriz yönetimi’

Dört yıl ara ile çekilen bu iki kare, bölge çalışanların çerçeveletip duvara asacağı türden; zira her ikisi de şüphesiz bölgede yeni bir döneme işaret ediyor.

“Bölgede yeni bir döneme giriyoruz; belki tam anlamıyla bir barış değil ama krizlerin daha iyi yönetileceği bir döneme…”

Suudi Arabistan kraliyet âilesine yakınlığıyla bilinen, hatta bir dönem Muhammed bin Selman’ın ABD’deki PR kampanyasını (imaj çalışmasını) yürütmüş Suudi analist ve yazar Ali Şihabi, bölgedeki gerilimlerin azalmasına dair süreci bu ifadelerle tanımlıyor.

“Bu sürecin ilk adımı, hiç şüphesiz 2021 yılının hemen başında Suudi Arabistan’ın el Ula kentinde yapılan kritik Körfez Zirvesi ile atıldı. Mısır ile Suudi Arabistan, BAE ve Bahreyn’in Katar’a uyguladığı ambargo bu zirve sonrasında sona erdi ve Körfez’in yakın tarihinde yaşanan en büyük krizlerden biri böylece aşılmış oldu.

Mısır, Suudi Arabistan ve BAE’nin Katar ile yeni bir sayfa açması, Suudi Arabistan ve İran arasında devam eden müzakereler, Suud ve BAE yönetimi ile Ankara arasındaki yakınlaşma -ve hatta Suriye’de Şam rejimi ile normalleşme adımları, bölgesel krizlerin diplomatik yollardan çözümü yolunda atılan en önemli adımlar arasında.”

Ali Şihabi’nin “yeni bir döneme” işaret ettiği son yazısında da vurguladığı gibi, Körfez ülkelerinin kendi aralarındaki anlaşmazlıkları tamamen aştığı iddia edilemez, ancak bölgeye dair ve küresel ölçekte yaşanan birtakım gelişmelerin “anlaşmazlıklar üzerinde anlaşma” (agree to disagree) ihtiyacını dayattığı aşikâr.

Çatışmadan uzlaşma, düşmanlıktan ittifak aşamasına geçilmesinde şüphesiz her ülkenin hem ortak hem de kendine has sebepleri, motivasyonları var. Ancak bu yazıda daha çok, önde gelen Körfezli analistlerin değerlendirmelerini de göz önüne alarak Körfez perspektifine odaklanacağız.

Kazanını olmayan kavga

Körfez perspektifinden bakıldığında krizleri çözmeye ve düşmanlıkları bir nihayete erdirmeye yönelik en büyük itici güçlerden biri, söz konusu krizlerin ve düşmanlıkların kimseyi bir yere ulaştırmaması oldu. Başka bir ifadeyle, irili ufaklı gündelik kazanımların ve bunlar üzerine içeride ve dışarıda inşa edilmeye çalışılan algının ötesinde, kavganın bir kazananı olmadı.

Suudi Arabistan’ın maddî mânevî büyük yatırım yaptığı Yemen iç savaşı ve Suriye’de devam eden savaş, yine aynı şekilde İran ile sürekli gergin seyreden ilişkiler bir yarar sağlamadığı gibi genellikle zarar ile sonuçlandı.

Kâr-zarar tablosunun en müşahhas örneklerinden biri, aslında Katar’a uygulanan ambargoydu. Üç buçuk yıl süren abluka ve ambargonun, taraflara elle tutulur bir kazanım sağladığını iddia etmek naiflik olur. Tersine, gerek ambargo gerekçelerine, gerekse ambargonun kendisine bakıldığında kazanım değil kayıp getiren bir dönem yaşandı.

Suudi Arabistan ve BAE’nin o dönem ambargo gerekçeleri arasında “Katar’ın İran’la yakınlığı” yer alırken, bugün gelinen noktada Riyad ve Abu Dabi’nin İran’la diyaloğa yönelmiş olması düşündürücü. Buradaki en belirleyici unsur şüphesiz Krallığın Yemen’de içine düştüğü, çıkışı olmayan bataklıktan çıkma ihtiyacı.

Bunun yanı sıra Trump’ın İran konusunda “maksimum baskı” politikası yerine, yeni başkan Joe Biden’ın müzakere ve diyaloğa dayalı diplomasi tercihi de bölge ülkelerinin ABD’deki yeni dönem sonrası politika adaptasyonunda etkili oldu.

Selman bin Abdülaziz el-Suud ve Suudi Veliaht Prensi Muhammed bin Selman.
Selman bin Abdülaziz el-Suud ve Suudi Veliaht Prensi Muhammed bin Selman.

Körfez’de bölge güçleriyle ilişkileri yeniden dizayn etme stratejisi, elbette İran ile birlikte Türkiye’yi de kapsıyor. Nitekim Riyad ve Abu Dabi ile Ankara arasında, Katar ablukasının kalkması sonrası başlayan yakınlaşma tam mânâsıyla meyvelerini vermeye başlamasa da gelecek açısından umut vaat ediyor.

Ancak burada diğerlerinden farklı olarak İran’la yakınlaşma konusunda ihtiyatlı davranmak ve bir parantez açmak gerekiyor. Körfez’in âdeta ezeli rakibi, hatta düşmanı olarak gördüğü İran ile geçmişe tamamen sünger çekmesi, yepyeni bir sayfa açması ve anlaşmazlıklarını tamamen bir kenara bırakması gerçekçi değil. Devam eden müzakereler, diyalog süreci ve retorikte yaşanan olumlu değişim, rekabetin ortadan kalkacağı ve taraflar arasında bir uzlaşı veya ittifak olacağı şeklinde okunmamalı. Aslında Körfez ülkeleri Suudi Arabistan ile BAE, Katar ve Türkiye gibi ülkelerle ikincil sayılabilecek anlaşmazlıkları bir kenara bırakarak “öncelikli tehdit” olarak gördükleri İran tehdidine daha fazla odaklanacak denebilir.

ABD'nin çekilmesi/ azalan güven

Körfez ülkelerini, “kendi göbeğimizi kendimiz keseriz” noktasına getiren en önemli faktörlerden biri de hiç kuşkusuz ABD’nin bölgede giderek azalan varlığı ve Washington’a duyulan güvenin zedelenmesi. Bunun son somut ve çarpıcı göstergesi ise Afganistan’da yaşananlar oldu.

Bölge ülkeleri, bilhassa Joe Biden dönemiyle birlikte ABD’nin Ortadoğu ilgisinin giderek azalacağının ve öncelik olmaktan çıkacaklarının farkına iyice varmış, dış politikalarında buna uygun adımlar atmaya başlamış durumda.

Nitekim gerek BAE’li gerekse Suudlu pek çok analist, Körfez’de ABD’ye duyulan güvenin “en dip seviyesinde” olduğunu dile getirirken, “ABD’nin bölgeye olan ilgisini kaybettiği anlaşıldıkça bölgesel iş birliğinin çok daha önemli hale geldiği” görüşünde.

Körfez ülkelerini, “kendi göbeğimizi kendimiz keseriz” noktasına getiren en önemli faktörlerden biri de hiç kuşkusuz ABD’nin bölgede giderek azalan varlığı ve Washington’a duyulan güvenin zedelenmesi.
Körfez ülkelerini, “kendi göbeğimizi kendimiz keseriz” noktasına getiren en önemli faktörlerden biri de hiç kuşkusuz ABD’nin bölgede giderek azalan varlığı ve Washington’a duyulan güvenin zedelenmesi.

Son on yıla damgasını vuran gerilim ve çatışmanın yerini yavaş yavaş uzlaşının almasında etkili olan diğer faktörler arasında, Arap Baharı’nın ilk dönemlerine kıyasla azalan İhvan tehdidinin de yer aldığını iddia etmek mümkün. Buna, kovid-19 sürecinin tüm dünyada olduğu gibi bölge ekonomileri üzerindeki yıkıcı etkisinin çatışmayı değil bilhassa ekonomik iş birliğini dayatması da eklenebilir.

Netice olarak bölgede bir süredir devam eden uzlaşı havasının mevcut tabloda -sonsuza dek sürmese bile- hiç değilse bir dönem daha devam edeceğini öngörmek hayalperestlik olmayacaktır. En azından ABD’nin bölgeden çekilmesi sürecinde ve sonrasında ülkeler kendilerini yeni döneme; Amerika- sonrası döneme daha hazır hissedene dek bu tür bölgeye yönelik ittifakların, kavga ve çatışma ortamından çok daha akılcı olduğu artık şüpheye yer bırakmayan bir gerçek…