'Yeşil Devrim'in karanlık yüzü ve makyajlanmış yeni hali

Yeşil Devrim 1940'lar ile 70'ler arasında dünya genelinde gözlenen tarımsal üretim artışını ifade eden bir terimdir.
Yeşil Devrim 1940'lar ile 70'ler arasında dünya genelinde gözlenen tarımsal üretim artışını ifade eden bir terimdir.

Yeşil Devrim, bütün kadim kaynakları tarumar edip kirletmekle kalmadı, insanın gıdasını büyük ölçüde petrole bağımlı hale getirdi. 1940’lardan beri modern dünya tarımının verimliliği de devamlılığı da petrokimyasal böcek ilaçlarının, gübrelerin ve adeta mazot içen devasa makinelerin elinde artık. Üretimin her aşamasındaki enerji ihtiyacı fosil yakıtlardan sağlanıyor.

Dünyaya zirai üretimi artıracak, açlığa son verecek, çiftçiyi ihya edecek “Yüksek Verimli Tohumlar” müjdesiyle duyurulmuştu. Oysa laboratuvarda geliştirilen tohumları, Ademoğlunu derin bir gayya kuyusuna hapsedecek hipnozdu. Kadim olanın genetiğine müdahale edilmiş, tabiiliği, saflığı, besleyiciliği ve temizliği çalınmıştı.

Bu iddialı yalanın ardındaki gerçek yıllarca saklandı, sonrasında ise muğlaklaştırıldı. Öyle ki onca yılın ardından hibrit tohum için hâlâ “sağlık açısından karşı çıkılacak bir noktası yok. Yüzyıllardır çiftçilerin yaptığını, akademisyenlerin, mühendislerin daha profesyonelce yapmasıdır. Genetik yapıyla oynanması gibi bir durum yok” diyebilenler var.

“Yeşil Devrim”i başarılı kılan sadece genleriyle oynanmış, kısırlaştırılmış tohumlar değildi elbette. Yüksek verimli çeşitlerin olmazsa olmazları vardı. Mesela ilan edilen verimliliğin gerçekleşebilmesi için yoğun sentetik gübrelerin ve kimyasal zehirlerin kullanılması şarttı. Bol sulama ve devasa mekanizasyonla da desteklenmeliydi.

Kendi kendine yetme hayali fos çıktı

Gıdada kendi kendine yeteceği hayaliyle Yeşil Devrim’i ithal eden her ülke, elinde avucunda ne varsa hem insanını, toprağını, suyunu, havasını hasta eden tohumlara ve kimyasallara hem de makineleşmeye harcadı. Yüksek verimler elde etme beklentisinin bedeli bu kadarla da kalmadı. Dışarıdan gelecek sözde ekonomik yardım paketlerine kapılar açılacaktı. Alınan kredilerin bakir tabiatı tahrip edecek devlet destekli büyük altyapı projelerine harcanması koşullardan bir diğeriydi. Ayrıca genetiği değiştirilmiş tohumların kullanılacağı geniş araziler açılacak, büyük tarımsal işletmeler kurulacak, mekanizasyona geçilecek, düşük ücretli işçiliğe erişim sağlanacaktı.

Büyük vaatlerle 1940 yılında Meksika’da başlatılan Yeşil Devrim, önce Asya ve Afrika’ya ardından bütün dünyaya yayıldı. Ford ve Rockefeller Vakfı, Meksika’daki ilk çalışmalardan itibaren her aşamasında yer aldılar. Bir milyardan fazla insanı açlıktan kurtardığı efsanesiyle 1970 yılında Nobel ile ödüllendirilen Norman E. Borlaug ise felaketin “Babası” ilan edildi. Temel prensipleri hibrit tohumların, sentetik gübrelerin ve pestisitlerin kullanımına, sulama altyapısının genişletilmesine, yönetim tekniklerinin modernizasyonuna dayanan sistem, zaman içinde tabii olan ne varsa zehirledi, tahrip etti. Yıllar sonra acı gerçeklerle karşılaşıldığında Meksika, Yeşil Devrim’in “doğduğu” yerden çok “öldüğü” yer olarak anılıyordu.

Geleneksel ziraat zengin ve farklı birçok besinsel değeri koruyan poli-kültürler içerirken, Yeşil Devrim monokültüre dayalı besin değeri düşük tahıllar üretiyordu.
Geleneksel ziraat zengin ve farklı birçok besinsel değeri koruyan poli-kültürler içerirken, Yeşil Devrim monokültüre dayalı besin değeri düşük tahıllar üretiyordu.

Yerel çeşitlerden daha verimli değil

Ayrıca yüksek verimli çeşitler gerçekte küçümsenen “yerel” çeşitlerden daha verimli değillerdi. Bu çarpıcı hakikat hep saklandı. Öyle ki bugün hâlâ işin mühendisleri dahi hibrid tohumla ilgili söze onların “yüksek verimli” olduklarını söyleyerek başlayabilmekte. Oysa yıllarca gelişmekte olan ülkelerde tahıl üretiminin iki katına çıkmasının sebebi “Yüksek Verimli” denilen tohumlar değil kimyasal gübreler, zehirler ve yoğun sulamalardı. Ata tohumlarına göre hibritler adeta nitrojen bağımlısıydı. Azota aç tohumlar gübre verildikçe coşuyor, boy atıyor, tane bağlıyordu. Aşırı boy atmanın hasat öncesi ekini eğip, verim kaybına yol açacağını düşündükleri için de tohum genomlarına “cücelik” genleri de dâhil edilmişti. Agro-ekolojinin öncüsü ve köylü savunucusu Miguel A. Altieri’nin, geleneksel tarım sistemleri ile Yeşil Devrim tarımı arasındaki karşılaştırmanın hiçbir zaman adil olamayacağını söylemesinin sebebi de buydu.

Geleneksel ziraat zengin ve farklı birçok besinsel değeri koruyan poli-kültürler içerirken, Yeşil Devrim monokültüre dayalı besin değeri düşük tahıllar üretiyordu.

Lakin bu gerçeğe aldırış eden yoktu. Üstüne söylenenin aksine milyarca insanın gıda güvenliğini de tehdit ediyordu. Farklı ürün desenli araziler, ihracat imkânı ve hayvan yemi derdine tahıl üretimine tahsis edildi. Bu, farklı besinsel içeriklere sahip birçok bitkinin yok olmasının sebebiydi. Hindistanlıların diyetinde kayda değer yeri olan bakliyat ürünleri için ayrılan araziler hızla bodur buğday çeşitleriyle kaplandıkça köylülerin beslenme alışkanlıkları da menfi yönde değişiyordu. Filipinler’de, Yeşil Devrim sonrası pirinç üretimine ağır böcek zehirlerinin girmesi, geleneksel olarak pirinç tarlalarında yetişen balıkları ve farklı sebzeleri zehirleyip öldürdü. Oysa pestisitlerin kullanılmasından önce o balıklar ve sebzeler birçok yoksul Filipinli çiftçi için önemli besin kaynaklarıydı.

Glüten i̇ntoleransı ve çölyak hastalığının sebebi̇

Gelişmekte olan ülkelerdeki beş yaşın altındaki çocuk ölümlerinin yetersiz beslenmeyle ilişkilenmesinin ardında “mama” olarak kullanılan hibrit buğday, pirinç ve mısır unlarının kalitesizliği yatıyordu. “Buğday Göbeği” kitabının yazarı Dr. William Davis’in bahsettiği Glüten intoleransı ve çölyak hastalığı gibi birçok yeni alerji ve hastalığın sebebi de Yeşil Devrim’in genetiğiyle oynanmış hibrit tohumlarıydı.
Gelişmekte olan ülkelerdeki beş yaşın altındaki çocuk ölümlerinin yetersiz beslenmeyle ilişkilenmesinin ardında “mama” olarak kullanılan hibrit buğday, pirinç ve mısır unlarının kalitesizliği yatıyordu. “Buğday Göbeği” kitabının yazarı Dr. William Davis’in bahsettiği Glüten intoleransı ve çölyak hastalığı gibi birçok yeni alerji ve hastalığın sebebi de Yeşil Devrim’in genetiğiyle oynanmış hibrit tohumlarıydı.

Yeşil Devrim, daha az insan açlıktan ölmesin derken temel mineral ve vitamin eksikliklerinden kaynaklanan yetersiz beslenme oranlarını da artırdı. Yeşil Devrim’in üretim şekli tahılların verimini artırmada başarılı olsa da beslenme kalitesini düşürmüştü. Yüksek verimli denilen hibrit tahıl çeşitleri gerçekte düşük kaliteli proteinlere sahiptiler. Temel amino asitlerden, vitaminlerden, minerallerden, dengeli yağ asitlerinden ve diğer kalite faktörlerinden yoksundular. Filipinler gibi yoksulluk içindeki Asya ülkelerine 1960’larda tanıtılan hibrit pirinç çeşitlerinin, yerli çeşitlerin aksine yapışkanımsı, lezzetsiz, daha az tuzlu ve besin değerlerinin düşük olduğu tespit edilmişti. Gelişmekte olan ülkelerdeki beş yaşın altındaki çocuk ölümlerinin yetersiz beslenmeyle ilişkilenmesinin ardında “mama” olarak kullanılan hibrit buğday, pirinç ve mısır unlarının kalitesizliği yatıyordu. “Buğday Göbeği” kitabının yazarı Dr. William Davis’in bahsettiği Glüten intoleransı ve çölyak hastalığı gibi birçok yeni alerji ve hastalığın sebebi de Yeşil Devrim’in genetiğiyle oynanmış hibrit tohumlarıydı.

Yeşil Devrim tarımının yayılması hem zirai biyo-çeşitliliği hem de yabanıl biyo-çeşitliliği olumsuz etkiledi. Üretim şeklinin sadece birkaç yüksek verimli çeşide dayanması, tarımsal biyo-çeşitliliği azaltıcı rol oynadı. Kullanılan ağır kimyasallar tarafından kontrol edilemeyen patojenlere duyarlı, binlerce yıllık geleneksel çeşitlerin değerli birçok genetik özelliği kalıcı olarak kayboluyordu. Consultative Group on International Agricultural Research (CGIAR) ve Internatıonal Food Policy Research Institute (IFPRI) gibi tohum bankalarının kurulma sebebi de Yeşil Devrim sonrasında kaybolan çeşitleri kurtarmaktı aslında. Yabanıl biyo-çeşitlilik üzerindeki etkisi de başka bir felaketti. Arazi bozulması ve toprak besin maddelerinin tükenmesi, geniş arazi arayan çiftçileri üretimi sürdürmek için ormanlık alanları temizlemeye zorluyordu. Yüksek alüminyum içeriğine sahip, asitli toprak koşullarına toleranslı buğday çeşitlerinin geliştirilmesiyle Brezilya ekosisteminin paha biçilemez Amazon yağmur ormanları dahi tarıma açıldı. Geniş arazi ve mono-kültür üretimi birçok hayvan türünün zarar görmesine, habitatlarının olumsuz etkilenmesine sebep olmuştu. 1992 yılında 189 ülke tarafından imzalanan Rio Antlaşması’nda, Biyo-çeşitlilik Eylem Planı’nın hazırlanmasının asıl sebebi endüstriyel tarımın neden olduğu biyolojik çeşitlilik kaybını önlemekti.

Kadim kaynaklar bitirildi

Yeşil Devrim, bütün kadim kaynakları tarumar edip kirletmekle kalmadı, insanın gıdasını büyük ölçüde petrole bağımlı hale getirdi. 1940’lardan beri modern dünya tarımının verimliliği de devamlılığı da petrokimyasal böcek ilaçlarının, gübrelerin ve adeta mazot içen devasa makinelerin elinde artık. Üretimin her aşamasındaki enerji ihtiyacı fosil yakıtlardan sağlanıyor.

Yeşil Devrim, daha az insan açlıktan ölmesin derken temel mineral ve vitamin eksikliklerinden kaynaklanan yetersiz beslenme oranlarını da artırdı.
Yeşil Devrim, daha az insan açlıktan ölmesin derken temel mineral ve vitamin eksikliklerinden kaynaklanan yetersiz beslenme oranlarını da artırdı.

Vaziyet böyleyken bugünlerde sardıkları “gıda krizi” ya da “kıtlık” senaryolarından fırsat bulup, petrole bu denli bağımlılığın ülkemizdeki ve dünyadaki gıda trafiğini nasıl etkileyeceğini pek konuşmuyorlar. Şimdinin kurtarıcısı olarak gösterdikleri “Sürdürülebilir Tarım”a bizi mecbur bırakanın bizzat Yeşil Devrim’in kendi kötü uygulamaları olduğu gerçeğini ısrarla göz ardı ediyorlar. Ne sağlıksız ve yararsız kısır hibrit tohumlardan ne de kaynaklarımızı kirleten kimyasal girdilerden vazgeçme gibi bir niyet yok. Yeni küresel çapanoğlu “iklim değişikliği” eşliğinde 80 yıllık Yeşil Devrim felaketinin makyajlanmış yeni halini bizlere “sürdürülebilir tarım” ya da “yeşil kalkınma” diye yutturmakla meşguller. Gözümüzün içine baka baka her şeyi sağlığımız, gıdamız ve tabiatımız için yaptıkları yalanını tekrar tekrar söylemelerine “pes” deseniz de nafile. Hiç utanmıyorlar.