Yüzyıllık horultu

Bir asırdır uyuyoruz. Bu kadar gaflet bize yeter de artar bile. İyi ama niye bir türlü uyanamıyoruz? Bize zehirli ninni söyleye söyleye bir asırdır uyutanların ninnileri yerine bizi dürtüp de uyandırmaya çalışan ahvalin ihtarlarına niçin kulak kabartmıyoruz? Doymadık mı bu alilleştiren uykuya? Bezmedik mi bu zelilleştiren horultudan? Bizi yücelere taşıyan sancağı düştüğü yerden kaldırıp niçin yüceltmiyoruz? Niçin onu yücelttikçe kendimizi de yüceltmiyoruz? Boyunduruklarımızdan ne vakit kurtulacağız? Ümmet bizi bekliyor ama biz kimi bekliyoruz? Neyi bekliyoruz? Bekliyor muyuz? Bizi Gazze uyandıramıyorsa ne uyandıracak? Sûr’un sesi mi?
Bir millet düşününüz; yerinde duramayan, durdurulamayan.
Bir yandan çığ gibi büyüyen, öbür yandan da içine kattığı ne kadar ecnebi unsur varsa hepsini bihakkın kendine katan ama gene de asliyetinden hiçbir şey kaybetmeyen, mozaikleşmeyen bir bünye. Gitmediği yer, yaşamadığı muhit, mührünü vurmadığı diyar bırakmıyor ama gittiği her yerden bir şeyler almasını da beceriyor. Başkaları gibi hak bildiği dava uğruna bile etrafındakileri bozmuyor; nerede, kimlerle ve ne kadar yaşarsa yaşasın, kendisi de bozulmuyor. Asliyetini muhafaza endişesi taşıdığı müddetçe elbette. Aksi takdirde yozlaşma sefaleti de, tez vakitte düşmanına dönüşme rezaleti de yaşadığı badirelerden.
Değiştiğinde de tam değişen: tanınmazlaşan! Tam manâsıyla kendisi olmaktan çıkan.
Henüz Sibirya bozkırlarında at koştururken de, Altay Dağları’nda alageyik avlarken de, Çinü Maçin’le fasılasız harbederken de, yoktan yere birbirleriyle kapışırken de; konarken de, göçerken de ve hatta kıtaları aşarken de, ne büyük bir davadan haberdardır ne de o davaya lâyık bir ahlâktan pay almıştır. Etrafındaki milletlerden bir millettir ama gene de nice vasıf bakımından onlardan ayrı, apayrıdır. Duruşu başkadır, bakışı başka; kavrayışı, hissedişi ve tavrı bambaşka.
Herkes hayatta kalmaya çabalarken o adeta gizli bir ‘yadı beyza’ itelemesiyle istikbâle, uzak atideki vazifesine hazırlanmakta.
Maarifi göklerde çizilmiş
Adeta ilâhî bir istihale maksadına matuf bir şekilde, asırlar süren bir vetire silsilesi boyunca habire o büyük mükellefiyete safha safha hazırlanan; adım adım yaklaştırılan bir millet. Ata binmenin künhünü, ok atmanın sırrını, kılıç kullanmanın âlâsını bilen. O yüzden de harbi toy belleyen. Harbettikçe kuvvetlenen, kuvvetlendikçe kuvvetini mazlumdan yana ve zalimin karşısında vaziyet aldırmayı vazife belleyen.
Dinsizle de, imansızla da, kitapsızla da harbettirilen ve harbettirildikçe de yavaş yavaş o büyük harbe, büyüklerin büyüğü davaya doğru terbiye edilen.
Maarifi göklerde çizilen bir millet.
Vakti-saati geldiğinde göğün yedinci katından meleklerin ellerinde yeryüzüne inen ferman, bu milletin boynuna bir yafta gibi geçirilir.
Dâvâ bellidir: İlâyı Kelimetullah!
Nişan bellidir: İslâm’ın sancağı!
Asırlarca taşıdı bu millet İslâm’ın mübarek sancağını; izzetle ve haysiyetle. Esas vazifesi belliydi: Ümmeti gâvurun belâsından muhafaza ve nefsin hilesinden müdafaa. Vazife lâyığıyla yerine getirildiği müddetçe sancak daha yukarı çekildi; sancak yukarı çekildikçe milletin ilâhî mertebesi yüceldi. İslâm’ın nasıl bir din olduğu da onlardan sorulur hâle gelmişti, ümmetin nasıl bir kardeşlik olduğu da.
Asırlar asırları kovaladı; İslâm sancağını elinden bırakmayan bu millet kâh şahlandı, kâh tereddiye düştü ama sancağı asla yere düşürmedi. İzzetin bayraktarı oldu; şahsiyetin nümûnesi.
Dünyanın iğvasına kurbanlık
İslâm’ın sancağını taşıdığı müddetçe o günkü dünyanın ya tamamının veya mühim bir kısmının efendisi bu millet, İslâm’ı yücelttikçe kendisinin de yüceldiği safahatın akabinde yazık ki gene vakti-saati denk düştüğünde, belki gene düşmana galip geldi ama nefsine mağlûp olmaya başladı; dünyanın iğvasına kandı. Hâlâ elinde tutmaya devam ettiği sancağın hakkından uzaklaşmaya başladı. Sancağın hakkı, ilimde, fende, fikirde, sanatta ve elbette cihadda küffara galebe çalmak iken, gün geldi, artık küffarın arkasından nal toplamaya başladı. Hele askerlik fenninde geri düşmek, evvelâ toprak kaybetmek gibi elim neticeleri doğurdu, sonra da haysiyet ve itibar enkazını.
Bir vakitler gâvurdan katbekat üstün bu millet, artık gâvurun ağzının içine bakar hâle geldi. Muharebe meydanında gittikçe daha fazla kaybetmeye başladı. Çâreyi bir hayli uzaklaştığı İslâm’da aramaktansa işe yaramaz tedbirler almakta aradı; aradı, aradı ama bir türlü bulamadı. Topraklar kaybedildikçe itimadı nefs yitiriliyordu; haysiyet zayıfladıkça da İslâm’dan uzağa düşülüyordu. O eski mutantan günler mazide kalmıştı. Bütün bir cemiyeti her nevi ihtilâç sarmıştı. Pabuç bırakılmayan Frenk’in çizmeleri İslâm Diyarı’nı baştanbaşa çiğnemeye başlamıştı. Ulema başka bir telden çalıyordu, fukaha başka; münevveran bambaşka.
Horlama hakkımız engellenemez
Asırlardır tepeden baktığımız Avrupa kâfirinin tepemizde dikilmesine ve bize akıl hocalığı etmesine göz yumar hâle geldik. Çok geçmeden birbirimizi yemeye başladık. Koynumuzda beslediğimiz yılanlar her birimizi teker teker ısırmaktaydı. Bu sefer de çâreyi İslâm’da arayacağımıza, İslâm’ın dışındaki her yerde ve şeyde aramaya başladık. Dışımızdaki çıyanlar içimizdeki yılanlarla işbirliği etti; tez vakitte vatanımız, resmen yahut fiilen, adım adım işgâl edildi.
Neticede son bir şahlanışla ve can havliyle vatanımızın küçücük bir parçasını muhafaza edebilmiştik ki bir de baktık, dün çıyanlarla işbirliği eden şu içimizde besleyip büyütüp şahmaranlaştırdığımız yılanlar, bize efelik taslamaya başlamış. “Ne oluyoruz?” demeye kalmadan ne kadar ulema, füzelâ ve eşraf zevat varsa her birini ya ipte sallanırken gördük yahut naaşını kurşuna dizilmiş ve bir çukura itilmiş bir hâlde bulduk.
Dışımızdaki düşman tarafından mağlûp edilmenin acısını çekemeden, bizden görünen, bizim lisanımızı konuşan ve bizimle benzer isimleri taşıyan bu iç düşmanlar, bütün şahsiyetimizi, ahlâkımızı, terbiyemizi; askeriyemizi, ilmiyemizi, fenniyemizi... hasılı elimizde ne var, ne yoksa hepsini teker teker ya bozdu veya sahtesiyle değiştirdi.
Bu feci hezimetimizin hicabı bizi hasta etti. Hastalığımız bizi dipsiz uykulara sürükledi.
O hasta hâlimizle düşmanın çizmelerinden pis çizmelerle böğrümüzde küffarınkinden şedit tekmeler yemeye başladık. Dünkü beslemelerimiz başımıza efendi kesilmişlerdi. İşgal ordularından görülmeyecek zulmü, kendi ordumuzdan görmekteydik. Koynumuzda büyümüş yılanların kumanda ettiği kendi çocuklarımız tarafından itildik, kakıldık; tartaklandık. Yeri geldi, güngörmemiş eziyet de çektik, işkence de gördük.
Ya gafletin sonu ya ümmetin
Dinimizle alay edildi!
Ezanımız yasaklandı!
Kıraatimiz cezalandırıldı.
Her türlü fuzuliyatla uyutulduk. Biz uyudukça onlar semirdi; onlar semirdikçe biz horlamaya geçtik.
Sonra içimizden çıkma ve bizimle aynı dili konuşan zevatın eliyle daha bir derin uykulara yatırıldık. Horultularımız Merih’ten duyulur hâle geldi. Bizi dürtenlere, bu gafletten uyandırmaya çalışanlara kızdık, ısrar ettiklerinde öfkelendik. Kimsenin bizim horultumuzu kesmeye hakkı yoktu.
Horlama hakkımız engellenemezdi.
Tam yüzyıldır horul horul horluyoruz.
Mesele açık: Bu derin gafletten, bu uyuşturucu uykudan, bu bitimsiz sızmışlıktan ve bu yüzyıllık horultudan uyanacak mıyız? Gönül şöyle bir ağız dolusu, dağı-taşı inletircesine “Evettt!” diye haykırmak istiyor ama insan gene de sormadan edemiyor: “İyi ama nasıl?”
Madde bakımından bütün şartlar hazır. Bir asırdır uyuyoruz; bu kadar gaflet bize yeter de artar bile. İyi ama niye bir türlü uyanamıyoruz? Bize zehirli ninni söyleye söyleye bir asırdır uyutanların ninnileri yerine bizi dürtüp uyandırmaya çalışan ahvalin ihtarlarına niçin kulak kabartmıyoruz?
Doymadık mı bu alilleştiren uykuya?
Bezmedik mi bu zelilleştiren horultudan?
Bizi yücelere taşıyan sancağı düştüğü yerden kaldırıp niçin yüceltmiyoruz? Niçin onu yücelttikçe kendimizi de yüceltmiyoruz? Boyunduruklarımızdan ne vakit kurtulacağız?
Ümmet bizi bekliyor ama biz kimi bekliyoruz?
Neyi bekliyoruz?
Bekliyor muyuz?