Melek Zeynep Bulut’un ‘Open Monuments’ serisi: Design Museum’da yeni kamusal alan deneyimi

Bir kentin kalbi bazen meydanlarda değil, o meydanların nasıl kullanıldığına dair sorularda atar. Kamusal alanın gerçekten “kamusal” olup olmadığını belirleyen şey, oraya yerleştirilen yapıdan çok, insanların o yapıyla kurduğu ilişki olur. Melek Zeynep Bulut’un Open Monuments (Açık Anıtlar) serisi bu soruların merkezine yerleşiyor: Bir anıt ne işe yarar? Bir nesne, şehirle ilişkimize nasıl yön verebilir? Ve en önemlisi: Kamusal alan gerçekten kime ait?

The Design Museum’un girişine yerleştirilen bu monolitik yapılar, anıtın alışıldık, ağır, dokunulmaz görünümünü yumuşatarak başka bir ihtimale kapı açıyor. “Open Monuments”, London Design Festival kapsamında 1–14 Aralık 2025 tarihleri arasında ziyaret edilebiliyor.
Anıt, geçmişi kutsayan bir yapı olmasıyla beraber; geleceği birlikte kurduğumuz bir performansa dönüşebilir. Bulut’un parçaları bu yüzden “görülmek” için değil, “deneyimlenmek” için var. Kentteki sabit heykellerden çok, ritim tutan bir enstrüman gibiler. Üzerine oturulabilir, dokunulabilir, etrafında dolaşılabilir. Her birinin anlamı, onları kullanan insanlarla birlikte şekilleniyor.
Bu yaklaşım, anıt fikrinin kendisini de sorguluyor.
Kültürel hafıza, sadece bronz bir figürle temsil edilmek zorunda mı?
Ya hafıza, fiziksel bir nesneden çok ilişkilerin, karşılaşmaların, bedenlerin bıraktığı izlerden oluşuyorsa?
Geometriyle kurulan bir şehir: Başlangıcı olmayan çizgi
Bulut’un çalışması temel geometrik biçimlerden; nokta, çizgi, kare, daireden oluşuyor. Bu yalınlık tesadüf değil. Kentin karmaşasını oluşturan tüm biçimler, eninde sonunda bu dört temel forma geri dönüyor. Open Monuments bu kökensel dili yeniden kuruyor. Parçalar hem tekil varlıklarını sürdürüyor, hem de yan yana geldiklerinde ortak bir bütün oluşturuyor. Aynı bir şehir gibi… Ayrı ayrı evler, meydanlar, yollar; ama bir araya geldiklerinde bir yaşam alanı.
Ziyaretçi esere dahil olduğunda ise bambaşka bir şey oluyor. Kent, soyut bir tasarım değil; insanlar tarafından sürekli yeniden yazılan bir hikayeye dönüşüyor.


Eser mi, kent mobilyası mı, performans mı? Hepsi ve hiçbiri
Bulut’un bu serisi, nesnenin sınırlarını bulanıklaştırmayı seviyor. Oturulabilen bir anıt… Dinlenilebilen bir heykel… Kendini her seferinde yeniden düzenleyebilen bir mekan… Bu hibrit yapı, kamusal alana şöyle bir soru yöneltiyor: Neden şehirdeki nesneler sadece işlevsel olmak zorunda? Neden sanatsal olan yalnızca bakmakla sınırlı?
Bu sorular özellikle Londra gibi çok katmanlı bir kentte güçlü bir karşılık buluyor; çünkü şehir, anlamını nesnelerden değil, o nesnelerle kurduğumuz etkileşimden alıyor. Open Monuments tam da bu nedenle “açık”: Yoruma açık, kullanıma açık, yeniden şekillenmeye açık.
Karanlıkta parlayan bir hafıza
Gündüz, ziyaretçilerin etkileşimiyle değişen bir sahne sunan eser, gece olduğunda hafif bir ışıkla başka bir bedene bürünüyor. Işığın bu yumuşak dokunuşu, nesneleri sadece görünür kılmıyor; kente başka bir zaman hissi ekliyor. Hafıza gündüz oluşuyor, gece parlıyor gibi…
Neden önemli? Çünkü şehir artık yalnızca bir fon değil

Bugün kentler, hız, tüketim, yalnızlık ve devinim arasında sıkışmış durumda. Bulut’un çalışması kamusal alanı yeniden hatırlatıyor. Kent, sadece geçip gittiğimiz bir fon değil; aramızdaki bağların kurulduğu bir sahne.
Açık Anıtlar tam da bu yüzden sadece bir sergi değil; kamusal alanın geleceği üzerine bir düşünme alanı. Anıtı, hafızayı, kamusallığı, estetiği, hatta sosyalliği yeniden tanımlayan bir deneyim. Ve belki de en önemlisi: Şehrin bize değil; bizim şehre nasıl dokunduğumuzla ilgili bir hikaye.