Yavaşlamanın estetiği: Tren yolculukları sanat deneyimini nasıl değiştiriyor?

Tren yolculukları sanat deneyimini nasıl değiştiriyor?
Tren yolculukları sanat deneyimini nasıl değiştiriyor?

Son yıllarda sanatla buluşmak için yapılan yolculukların çoğu, uçak biletlerinin soğuk pratikliğine sıkışmış durumda. Bir sergiyi “yetişirsem görürüm” telaşı, bir bienalin başına hızlıca uçup aynı gün geri dönme alışkanlığı… Sanatla karşılaşmanın ritmi neredeyse tamamen hızın kurallarına teslim oldu. Oysa trenle yapılan bir yolculuk, sanat deneyiminin parçası olabilecek bir düşünme alanı.

Uçağın bize sunduğu şey zamansızlık: havalimanlarının steril bekleyişi, bulutların üstünden kayıp giden rotalar, varış noktasıyla arasında neredeyse boş bir alan. Yolculukla bağımız kopuk. Ama tren yolculuğu böyle değil. Tren, manzarayı bir çizgi gibi önümüzden akıtır; şehirleri, kırsalı, insanları, kısacası hayatı bize göstere göstere ilerler. Belki de bu yüzden sanat tarihinde trenin bir anlatısı vardır, uçağın ise yoktur. Van Gogh, Turner, Daumier…Hepsi trenle değişen dünyayı resmetti. Çünkü tren, insanın dünyayı görme biçimini değiştiren bir icattı; tıpkı sanat gibi.

Bugün yeniden trenle sanat arasındaki bu bağı düşünmemiz için güçlü bir sebep var: iklim krizi. Uçak yolculuklarının küresel ısınmadaki payı artık tartışma götürmeyecek kadar net. “Bir yolculuk daha yaparım, ne olacak?” düşüncesi bizi yanıltıyor; çünkü veriler açık. Dünyadaki uçuş kaynaklı emisyonların büyük bölümü, nüfusun çok küçük bir kesimi tarafından üretiliyor. Ve sanat dünyası, farkında olsak da olmasak da, bu kesimin içinde. Bienaller, fuarlar, açılışlar… Hepsine sürekli uçan bir kitle var. Bu durum, sanatın dile getirdiği toplumsal ve çevresel duyarlılıkla derin bir çelişki yaratıyor.

Tam da bu noktada tren; yavaşlamanın, yolu deneyimlemenin, etrafı görmenin, karşılaşmanın önemini geri çağırıyor. Bir eseri görmek için trenle yola çıkmak, o esere bir anlamda zihinsel olarak hazırlanmak demek. Manzaralar değişirken insanın içi de değişiyor, beklentisi şekilleniyor, merakı derinleşiyor. Brâncuși’nin Târgu Jiu’daki Endless Column heykeline ulaşmadan önce günlerce trenle yol almak, heykelle kurulacak bağı dönüştürüyor. Yolculuk, eserin bir parçasına dönüşüyor.

Elbette tren her zaman pratik değil; zaman istiyor, sabır istiyor. Ama belki de tam da bu yüzden değerli. Çünkü sanat dediğimiz şey de sabırla, dikkatle, hızdan uzak bir görme biçimiyle kavranıyor. Tren yolculuğu ile sanat arasında bu kadar doğal bir bağ olmasının sebebi bu: ikisi de bizi yavaşlatıyor, odaklanmaya zorluyor, etrafımıza yeniden bakmamızı sağlıyor.

Yolculuğun kendisinin bir hikâyesi yoksa, gördüğümüz şey tam olarak bir karşılaşma oluyor mu? Bir bienalin sokaklarına, bir müzenin avlusuna, bir heykelin gölgesine trenle varmak, o mekânı daha derinden anlamamızı sağlıyor. Hız, deneyimi yüzeyselleştirirken; tren adım adım bir bağ kuruyor.

Uçak bizi varışa fırlatır; tren ise varışın anlamını inşa eder. Yavaşlık burada bir eksiklik değil, sanatın bize yıllardır hatırlattığı şeyin bizzat kendisi: Bakmanın zaman istediği. Merakın zaman istediği. Dönüşmenin zaman istediği.

Trene binmek bu yüzden sadece çevresel bir tercih ya da romantik bir jest değil; sanatla kurduğumuz ilişkiyi yeniden düşünmeye davet eden bir eylem. Yolculuğun ritmi, eserin ritmine yaklaşır; manzaranın akışı, bakışımızı derinleştirir. Belki de artık asıl soru şudur:

Sanatı hızla tüketmek mi istiyoruz, yoksa ona gerçekten varmak mı? Eğer cevap ikincisiyse, tren çoktan yola çıkmış durumda.