"Bir dönüşümün eşiğinde değiliz"

Prof. Dr. Mehmet Ali Büyükkara, akademik çalışmalarını Şehir Üniversitesi'nde sürdürüyor. (Fotoğraf: İsmail Çağılcı)
Prof. Dr. Mehmet Ali Büyükkara, akademik çalışmalarını Şehir Üniversitesi'nde sürdürüyor. (Fotoğraf: İsmail Çağılcı)

İslâm dünyasını yakından takip eden Prof. Dr. Mehmet Ali Büyükkara’yla Müslümanların ahvalini, bugünü ve geleceğe dair perspektifleri konuştuk. Şehir Üniversitesi’nde görev yapan Prof. Dr. Büyükkara, “Çağdaş İslâmi Akımlar” adlı son kitabında İslâm dünyasının siyasi-fikrî panoramasını da ortaya koymuş bir isim aynı zamanda. Prof. Dr. Büyükkara’ya göre, herkesin hayalini kurduğu o “büyük dönüşüm süreci”nin henüz uzağındayız; kadere de pay bırakarak, sabırla çalışmaya devam etmek en doğru strateji.

“Çağdaş İslâmi Akımlar” kitabınız çok beğenildi, hâlâ da ilgiyle okunuyor. Buradan başlayalım müsaadenizle. “İslâmi Hareketler” veya “İslâmi Akımlar” dediğimizde anlamamız gereken çerçeve nedir?

Ben kitabın başlığını “İslâmi Akımlar” olarak koydum. “İslâmi hareket”le “İslâmi akım” arasında şöyle bir farktan söz edebiliriz: Hareket bizzat organize, teşkilatlı yapılardır genellikle. Müslüman Kardeşler Teşkilâtı (İhvân-ı Müslimîn) veya herhangi bir siyasal İslâmcı parti buna örnektir. Hamas gibi kurtuluş örgütleri ya da bir eğitim hareketi yine “İslâmi hareket” tanımına örnek olabilir. “İslâmi akım” dediğimizde ise, birtakım özelliklerini düşünerek, genel manzara içinde o hareketlerin nereye düştüğünü kastederiz.

Kitabımı kaleme alırken, İslâm dünyasındaki hareketliliği değerlendirirken, kabataslak üç ana akıma ulaştım: Gelenekçilik, Islahatçılık ve Modernizm. Daha birçok akıma ve tasnife ulaşılabilir. Ben kolaylık olsun diye böyle bir tercih yaptım. Peki, bu ayrıma nasıl ulaştım? Zihnimde bazı sorular vardı. Mesela: Dinin ana kaynaklarına nasıl yaklaşıyorlar? Dini geleneğe dönük tavırları nasıl? Din-siyaset ilişkilerinde nerde duruyorlar? İslâm âleminin bugünkü ana meseleleri hakkındaki tespitleri ve teklifleri neler? Teşkilât yapıları nasıldır? Liderlik tipolojileri nasıldır? Muhatap kabul ettikleri kesimin niteliği nasıl? Odaklandıkları faaliyet biçimleri ve üretim çeşitleri neler? Batıya karşı tavır alış şekilleri nedir?

Prof. Dr. Mehmet Ali Büyükkara, İslâm dünyasının günümüzde karşı karşıya kaldığı problemler üzerine çalışıyor. (Fotoğraf: İsmail Çağılcı)
Prof. Dr. Mehmet Ali Büyükkara, İslâm dünyasının günümüzde karşı karşıya kaldığı problemler üzerine çalışıyor. (Fotoğraf: İsmail Çağılcı)

Tüm bu soruları sorduğumda, tabii bir tasnif ve ayrışma gerçekleşiyor. Bu üç ana akımı tespit ettikten sonra, altına farklı hareketler girebiliyor. Hatta bir akım, kendi içinde çatışan alt akımlara da bölünebiliyor. Gelenekçilikte olduğu gibi mesela.

O zaman İslâmi akım dediğimizde, bir çatı tasavvur ediyoruz.

Evet, aynen öyle. Gelenekçilik başlığı altında “Selefiyye Gelenekçiliği”, “Tarikat Gelenekçiliği” ve “Medrese Gelenekçiliği” şeklinde birbiriyle rekabet eden akımlar bulunabiliyor. Ve bu akımların altında da, dünyanın pek çok yerinde farklı teşkilâtlar veya hareketler ortaya çıkabiliyor. Benzer örnekler diğer akımlar için de verilebilir. Böylesi bir tasnif bana daha kullanışlı geliyor.

Sizce bir İslâmi hareketin temel hedefi ve ilkeleri neler olmalı?

Bugüne baktığınızda, her İslâmi hareketin belli hedefleri var. Bu hedefleri de belli ilkeler etrafında tespit etmişler. Mesela bazıları “Toplumu İslâm ekseninde dönüştüreceğiz” diyor. Bazıları devleti İslâm adına teslim almak istiyor. Bazısı, bulunduğu coğrafyaya göre işgalcilere karşı savaş veriyor. Bazıları bir İslâmi geleneği ihya etmek istiyor. Bazıları bidatlerle mücadeleyi odağına alıyor. Bir kısmı “İslâm’ı modern saldırılara karşı daha korunaklı hale getireceğiz” diyor. Bunu daha da çeşitlendirmek mümkün. Böyle onlarca hedef ve amaç var. Ama hepsi de İslâm adına hareket ediyor. Bu durum karşısında yapılabilecek bir şey yok. Herkes eksik gördüğü şeyi tamamlamaya çalışıyor.

19’uncu yüzyılda Müslümanların başına malum felâket gelip de Batı karşısında hezimet başlayınca, “Biz bu hale nasıl düştük?” sorusuna farklı farklı cevaplar verilmiş. “Yiğit düştüğü yerden kalkar” mantığıyla, kimisi eğitim alanına eğilmiş, kimi siyasete yönelmiş…

“İslâmi hareket” deyince benim anladığım şu:

Allah, müminlere bir vecibe yüklüyor; iyiliği emredip kötülüğü yasaklamak. Hatta biz ümmet olarak, bu amaç için çıkarıldık. Ayette böyle ifade ediliyor. Bulunduğumuz yere ve şartlara göre, bunu nasıl yapabileceğimize kafa yoracağız. Hadis de bunu açıklıyor zaten. Bir kötülük gören mü’min bunu eliyle yok etmeli. Buna gücü yetmiyorsa diliyle uyarmalı. Bunu da yapamıyorsa, kalbiyle buğz edecek. Bir Müslüman hareket, bulunduğu yere göre, tarihsel, coğrafi, siyasi, ekonomik şartlara göre bunu yapmakla mükellef. İyiliği emredecek, kötülüğü de önleyecek. İslâmi ilkeler belli olduğuna göre, mensup bulunduğu akımın hareket tarzı çerçevesinde, bu görevi yerine getirecek. Öte yandan, insanlar farklı farklı olduğundan, herkesi de bir akımın içine dâhil edivermek kolay değil.

Büyükkara'ya göre, İslâm dünyasında şu anda mevcut olan çeşitli akım ve hareketlerin çoğu, hakikatin tek temsilcisi oldukları iddiasında. (Fotoğraf: İsmail Çağılcı)
Büyükkara'ya göre, İslâm dünyasında şu anda mevcut olan çeşitli akım ve hareketlerin çoğu, hakikatin tek temsilcisi oldukları iddiasında. (Fotoğraf: İsmail Çağılcı)

Bu görevi ne kadar bütüncül şekilde yerine getirebilirsek o kadar iyi. O ünlü fil kıssasında olduğu gibi, hakikatin bir noktasını alarak genellemeye gitmek, bizi yanıltır. Herkes kendi gittiği yolu tek gerçek olarak gösterirse, doğru bir şey değil. Çatışmalar da buradan doğuyor zaten. Fıtrata ve bakış açısına göre ayrışmak normal; ama temel hedef, iyiliğin emredilip kötülüğün önlenmesi olmalıdır. Dünyevi çıkarlar, mümkün olduğunca işin içine karıştırılmamalı.

Bir önceki soruyla bağlantılı olarak, günümüzdeki hareketleri nasıl değerlendirirsiniz? Birbirinden kopuk ve bağımsız, hatta birbirine düşman hareketler, aynı hedefe hizmet ediyor mu gerçekten?

Herkes kendi durduğu yeri ve tuttuğu yolu hakikatin ta kendisi olarak görüyor. Her bir grup, neyi önceliyorsa o alanda çalışmaya başlıyor. Diğerlerini de küçük görüyor, hatta zaman zaman engel olarak değerlendiriyor. Mesela siyasetçiler kültürel çalışmalara vakit israfı olarak bakarken, kültürü öncelikli hedef seçenler de siyasete süfli bir iş yakıştırmasında bulunabiliyor. Bir gelenek içinde bulunanlar bir başka geleneği “Gayri İslâmi” addedebiliyor. Mesela Selefiyye geleneği, İslâm’ın en az Selefiyye kadar eski olan bir başka geleneğini, tarikat geleneğini İslâm dışı ilân edebiliyor. Oysa bunlar bizim gerçeğimiz. Peygamber Efendimiz vefat eder etmez bu farklılaşmalar başlamış. Bu da tabii bir şey. Bunu yok saymamız bizi bir yere götürmez.

Buradan hareketle, “İslami siyaset” şeklinde bir kavramlaştırma mümkün mü?

İslâmi bir siyaset var mıdır? Vardır. Her ne kadar, bazıları bunu inkâr etse de, Peygamber Efendimizin gayesinin sadece ahlâki öğütler vermek olduğu söylenemez. Kur’ân’a baktığımızda, siyasi hedeflerin olduğunu da zaten görüyoruz. Bundan kaçmak mümkün değil. İslâmi siyaset yapmanın ilkeleri olmalı. Bunlar da İslâm’ın genel prensipleri olarak karşımıza çıkar: Ehliyet, liyakat, adalet, eşitlik, toplumsal refah gibi… Bu ilkeler doğrultusunda Müslümanlar siyaset yaparsa, buna tabii ki İslâmi siyaset diyebiliriz.

Bugün İslâm dünyasındaki manzaraya baktığımızda gördüğümüz iki ana tablo var: 1) Silahlı mücadele yoluyla hak arama iddiasında bulunanlar, 2) Seçimler vb. yoluyla demokratik süreç içinde kalanlar. Silahlı hareketlere karşı askeri operasyonlar düzenlenirken, demokrasi yoluyla iktidara gelmeye çalışanlara da türlü tuzaklar kuruluyor. Sizce çıkış nerede?

Aklın önerdiği tek bir çözüm yok. Bunların dışında kültürel çalışmalar yapanlar zaten hep var olmuş. Bu iki kutup arasında benzer farklı çizgileri görmekteyiz. Herkes bir şeyler yapmak ve mevcut durumdan kurtulmak istiyor. Bunun böyle gideceğini düşünüyorum doğrusu. Bir yer işgal altındaysa, Müslümanların da silahlı mücadele yoluyla işgali sona erdirme umutları varsa, buna kimse engel olamaz. Önemli olan, bu mücadelenin İslâm’ın ana ilkelerine göre yapılıp yapılmadığıdır. Buna bakılır. Mesela biz Sovyetler Birliği 1979’da Afganistan’ı işgal ettiğinde, cihadın ne kadar başarılı gittiğini yakından müşahede ettik. Gerçekten başardılar. Moro’daki Müslümanlara “Siz neden silahlı mücadele yapıyorsunuz?” deme hakkımız yok. Direndiler ve başardılar. Bunun mümkün olmadığı yerlerde de Müslümanlar demokratik yollara tevessül ediyorlar. Oralarda da önleri kesiliyor, ama başarılı oldukları yerler de var. Mesela Tunus’ta bir başarı hikâyesi var. Genelde İslâmi hareketlerin bir mottosu vardır: Zaferle değil, seferle sorumluyuz. Bu doğrudur. Kur’ân’ın ana temasında baktığınızda da aynı şeyi görürsünüz. Bu süreç devam edecektir. Başarı sadece İslâmi hareketlerin kendi çabalarıyla da gelmiyor aslında. Çoğu kez düşmanları güçten düşüyor ve sıra kendilerine geliyor. Aktif mücadele verenlerin dışında kalan Müslüman kesimler güçlendikçe, hareketlerin de başarı şansı artar.

"İyiliği emredip kötülükten alıkoymak, Müslüman bireylerin de İslâmi hareketlerin de temel misyonu olmak zorunda" (Fotoğraf: İsmail Çağılcı)
"İyiliği emredip kötülükten alıkoymak, Müslüman bireylerin de İslâmi hareketlerin de temel misyonu olmak zorunda" (Fotoğraf: İsmail Çağılcı)

Belki, silahlı hareketlerle demokratik hareketleri birbirlerine rakip ve alternatif olarak da görmemek lazım. Farklı coğrafyalarda farklı ihtiyaçlar söz konusu. Hatta bazen aynı coğrafyanın farklı zamanlarında farklı üsluplar gerekebilir. Veya bu ikisi birlikte de var olabilir. Tümüyle zamana ve zemine göre değerlendirmek gerekiyor.

Siz Suudi Arabistan’ı özellikle çalışmış bir isimsiniz. Suudi Arabistan’ın bugününe ve geleceğine dair neler söylersiniz? Gelecekte Arap Yarımadası’nın parçalanacağına dair öngörüler var, bunlar katılır mısınız?

Suudi Arabistan’daki mevcut devlet, ülke tarihindeki üçüncü Suudi devleti. Kendileri, tarihlerini öyle tarif ve tasnif etmişler. Suudi Arabistan şu anda yakın tarihin önemli kavşaklarından birinde bulunuyor. Kurucu Kral Abdulaziz’in oğullarının yaşlanması ve artık tahta geçme sırasının torunlara gelmeye başlamasıyla birlikte, karşımıza bir figür olarak Veliaht Prens Muhammed bin Selman çıkıyor. Ben henüz yolun sonuna geldiğimiz kanaatinde değilim. Muhammed bin Selman henüz tahta bile çıkmadı. Neler olacağını bilmek mümkün değil. Fakat görünen, bir kavşak noktasında bulunduğumuz. Devletin kurucu ideolojisi konumundaki Vehhabiliğin zayıflatılacağı anlaşılıyor. Tümüyle laik bir kimliğe dönülüp dönülmeyeceğini hep birlikte göreceğiz.

Prof. Dr. Büyükkara'nın "Çağdaş İslâmi Akımlar" kitabı, İslâm dünyasındaki fikri ve siyasi manzaraya dair ayrıntılı bir perspektif sunuyor. (Fotoğraf: İsmail Çağılcı)
Prof. Dr. Büyükkara'nın "Çağdaş İslâmi Akımlar" kitabı, İslâm dünyasındaki fikri ve siyasi manzaraya dair ayrıntılı bir perspektif sunuyor. (Fotoğraf: İsmail Çağılcı)

Arabistan’ın parçalanması konusuna gelince… Arabistan zaten parçalanmaya başladı. Osmanlı sonrası zaten paramparça olan Arap Yarımadası, 2000’li yıllarda yeniden kendi içinde ayrışmaya ve bölünmeye başladı. Kuzeyde Suriye’nin güneyde de Yemen’in durumu ortada. Katar’da darbe yapmaya çalışıyorlar. Tarihi tecrübe, her parçalanmanın sonrasında toparlanmanın geleceğini gösteriyor. Tabii bu yakın vadede olacak bir şey değil. Arap Yarımadası’nın toparlanması için ne Arapların içinden ne de dışından herhangi bir aktör ortalıkta görünmüyor.

Bugün Suudi Arabistan dendiğinde akla gelen bir kavram da Vehhabilik. Vehhabiliğin İngilizler tarafından kurdurulup İslâm dünyasına enjekte edildiği yorumunu nasıl değerlendirirsiniz? Vehhabilik sıfırdan “kurdurulmuş” yapay bir ideoloji mi? Yoksa Arap toplumunda kökleri ve temelleri olan bir yorum biçimi mi?

Vehhabilik, tamamen Arapların kendi içlerinden çıkmış, doğal bir hareket. Muhammed bin Abdilvehhab, Hanbeli bir kadı’nın oğlu. Hareketin doğuş yeri olan Necd’de zaten yaşayan bir Ehl-i Hadis geleneği mevcut. Bir âlim kendisine bir misyon biçmiş. Tevhidin yozlaştığını düşünerek, bir şeyleri düzeltmek için yola çıkmış. Kararlı, inatçı bir adam. Talihi de yaver gidiyor bu arada. Suudi ailesini arkasına alıyor. Derken, 250 yıl içinde bugünkü tablo ortaya çıkıyor. Vehhabilik, tamamen kendi doğal seyri içinde oluşmuş bir hareket. Dışarıdan empoze edilmiş bir şey değil.

Ancak 19’uncu yüzyılın ikinci yarısıyla 20’nci yüzyılın başında, Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılma sürecinde İngilizlerin devreye girip Vehhabiliği kullandığını biliyoruz. Ama ondan öncesi yok. 1700’lü yıllarda, Vehhabilik hareketi ilk çıktığında, İngilizlerle irtibat kurulduğuna dair hiçbir delil ve kanıt yok. Onların kurdurduğu şeklindeki iddia da, herhangi bir ilmî delile dayanmayan, komplo teorisi diyebileceğimiz bir durum. Sonrasında ise İngilizlerin bir dizayn yapmaya kalkıştıklarını rahatlıkla söyleyebiliriz. Bunun tarihi belgeleri şu anda elimizde. Ama gidişat, İngilizlerin istediği gibi de olmamıştır, onu da söyleyeyim. Mesela İngilizler Mekke ve Medine’yi kapsayacak bir Hicaz devleti arzu ediyordu, bu olmadı.

“İslâm dünyası” diye bir şeyin olmadığını iddia edenler var. Siz bu yorum hakkında ne düşünüyorsunuz?

İslâm dünyası olmaz olur mu? Müslümanların yaşadığı her yer, İslâm dünyasının sınırları içindedir. Müslümanların azınlıkta bulunduğu yerler dâhil. ABD’deki Müslümanlar da İslâm dünyasının parçasıdır, Güney Amerika’dakiler de, Asya’dakiler de. İslâm dünyası diye bir şeyin olmadığını savunanlar, Müslümanların paramparça olmasından hareketle bunu söylüyor. Ama bu iddianın sosyolojik bir karşılığı yok.

"Tarihteki değişim ve dönüşümler 1000'er yıllık periyotlar halinde sıralanmış. Ancak bu dönüşümün çok hızlı olacağını beklememek gerekiyor." (Fotoğraf: İsmail Çağılcı)
"Tarihteki değişim ve dönüşümler 1000'er yıllık periyotlar halinde sıralanmış. Ancak bu dönüşümün çok hızlı olacağını beklememek gerekiyor." (Fotoğraf: İsmail Çağılcı)

Müslümanların geleceğine dair neler öngörüyorsunuz? Her yeni 1000 yılın bir dağılma ve yeniden toparlanış süreci olduğu, günümüzde de buna şahit olduğumuz şeklindeki okumaya ne dersiniz?

Tarihe baktığımızda, gerçekten de 1000 yıllık evrelerde bir güç şişkinliğinin olduğunu, adeta enerji birikiminin yaşandığını görüyoruz. Ama bugün Batının güç şişkinliğinin devam ettiği bir ortamda, talihin artık Müslümanlara döneceğini ve Batının yok olacağını söylemek için de henüz erken diye düşünüyorum doğrusu. Ben böyle bir dönüşümün eşiğinde olduğumuzdan emin değilim. Fakat 100 yıl öncesinden çok daha iyi durumda olduğumuz da su götürmez bir gerçek.

Güç şişkinliği ve zafer-hezimet döngüsü, sadece Müslümanların ahvaliyle ilgili bir durum değildir. Kur’ân’da buyurulduğu gibi, zafer ve hezimet günleri insanlar arasında döner durur. İşin kader boyutu da var. Ben buna inananlardanım. Tabii bizim de burada, özgür irade sahibi bireyler olarak gidişata katkımız olacaktır. Ümitsiz olmamak gerekiyor.