Gitmek ve kalmak arasında mekânsal kimlik

Bir düşünsenize anlattığınızın duyulmadığı bir ev ne kadar güvenlidir?
Bir düşünsenize anlattığınızın duyulmadığı bir ev ne kadar güvenlidir?

Peki ya insanın evi neresidir? Evi diğer mekânlardan özel ve azade kılan nedir? Aslında bir evi yuva yapan şeylerden birisi de orada kurduğumuz ilişkiler ağıdır. Bu ilişkiler yolunda giderse evler yuva olur, aksi durum ise malum... Bir düşünsenize anlattığınızın duyulmadığı bir ev ne kadar güvenlidir?

İki kişi aynı mekânda olsa dahi onu farklı biçimlerde algılayabilmektedir.
İki kişi aynı mekânda olsa dahi onu farklı biçimlerde algılayabilmektedir.

Yersiz yurtsuz insanın evi neresidir? İnsanı bilinmez yerlere gitmeye ikna eden şey nedir? İçimizde çekişip duran iki temel arzu: gitmek ya da kalmak. Yazar Tarık Tufan Aşıklara Yer Yok isimli romanında, gitmek ve kalmak arasında salınan duygu dünyamızın ağırlığını hafifletmek için suçu dışarıda arayışımızı şu cümleleriyle ifade ediyor: “Kader, bizi bir yere çağırdığında buna karşı koyacak gücümüz kalmıyordu ve genellikle gitmeyi arzu etmediğimiz yerlere yazgımızın zoruyla gidiyorduk. Gerçekten böyle miydi? Yoksa arzularımızın peşinden gittiğimiz hâlde, sonunda acılarla karşılaşınca sırf suçu üzerimizden atmak için bizi oraya kaderin çağırdığını mı iddia ediyorduk?” Suçu dışarıya atan insan, seçmemeyi seçer. Çünkü seçmek, sorumluluk almaktır. Bir seçim yapınca eylemlerimizin faturasını ödemekle yükümlü oluruz. Seçim yapmayınca hesap verecek kimse de olmaz.

Tüm bunların peşinden insanın zihnine şu soru geliyor: Peki bizi bir yerden bir yere götüren mekânsal özellikler midir? Yoksa bizim o mekâna yüklediğimiz beklentiler, arzular zinciri midir? Bir mekânı diğerinden üstün kılan, onun fiziksel özellikleri midir ya da orada biriktirdiğimiz anılar mıdır? Çevre psikolojisinin ilgi alanı olan kent algısı ve kentsel imajlara ilişkin modellerde bu ve benzeri sorulardan hareketle çalışmalar yapılmaktadır. Bu alanda çalışmalar yapan Tversky’e göre insanın çevresiyle etkin bir etkileşim kurarak eylemde olabilmesi için o mekânın zihinsel temsillerine sahip olması gerekir. Bu temsiller sonucunda nesneleri sınıflandırırız ve nesneler arasında oluşan ilişkilere göre mekânı algılarız. Bir çevreyi algılama sürecinde zihnimizde dört tür mekân oluşur: bedenin mekânı, çevresinin mekânı, yön bulma mekânı ve grafik mekân. 1 Tversky’nin de altını çizdiği üzere bir mekânı algılarken onu, kendi zihin dünyamızda bulduğu karşılık ile yapılandırırız. Bu sebeple iki kişi aynı mekânda olsa dahi onu farklı biçimlerde algılayabilmektedir. Aynı şehirde yaşayan insanların aynı sembolleri bilseler de bunlara dair getirdiği yorumlar -benzerlikler gösterse bile- farklı olabilir. Nitekim Milgram’ın 1976 yılında Paris’in mekânsal kimliği üzerine yaptığı araştırmanın verileri de dikkat çekicidir. Bahsi geçen araştırmada, Paris’in 20 ayrı bölgesinden 218 katılımdan Paris’e dair akıllarına gelen tüm ögeleri gösterecek bir harita çizmeleri, bu haritada çizdikleri ögeler arasındaki ilişkileri belirleyebilmek amacıyla bir işaret noktası vermelerini ve nesneleri bu noktaya en yakın-en uzak şeklinde göstererek aralarında bağlantı kurmalarını istenmiştir. Gençler haritalarında daha modern yapıları gösterirken, yaşlılar yeni ögelere yer vermemiştir. Etoile, Notre Dame, Concorde Alanı, Chaillet Sarayı, Seine Nehri, Eiffel Kulesi gibi semboller en çok betimlenen yerler olmasına rağmen görkemleri ve tarihsel anlamlarıyla ilişkileri vurgulanmamıştır. 2 Bir diğer ifadeyle herkes aynı sembollere baksa da hepsinin gördüğü farklı şeylerdir. Tıpkı kerpetenin bir çivi sökme aracından öte algılanışı gibi... Kerpeten kimisi için dişçi koltuğunda yaşadığı acılı bir anının sembolü iken, bir başkası için pazar sabahları babasını saatlerce meşgul eden bir tamirat anısının taşıyıcısıdır.

Paris, Eyfel kulesi.
Paris, Eyfel kulesi.

Her ne kadar Eiffel Kulesi’nin mekânsal kimliğine ilişkin yorumlar kişiler arası farklılık gösterse de bu kule orada yaşamayanlar, hatta hiç gitmeyenler için bile Paris’i düşündürmektedir. İtalyan yazar Calvino Görünmez Kentler isimli eserinde bu durumu şöyle ifade eder: “Kent düşünmen gereken her şeyi söyler, kendi sözlerini yineletir sana ve sen Tamara’yı gördüğünü düşünürsün, oysa tek yaptığın kentin tüm parçalarıyla kendisini anlatmada kullandığı adları belleğine yazmaktır.” İnsan her ne kadar zihninde bir kent inşa etse de kentin mekânsal ve sembolik bir dili vardır. Gördüklerimiz aslında başka anlamlar yüklenmiş şeyler dizisidir. Homosemioticus, bir diğer ifadeyle “anlamlandıran insan” çevresinde bulunan nesnelerin ve diğer insanların kendisi için ifade ettiği anlamları kavramaya çalışan kişidir. Homosemioticus, bilinçli biçimde dikkatini yoğunlaştırdığında göstergeler arası farklılıkları bilir. 3 Böylelikle göstergeler hem üretilmiş nesneler hem de yeniden üretim için kendisine sunulmuş ögeler hâlini alır. Bir diğer ifadeyle homosemioticus, verili hikâyenin üzerine kendi hikâyesini yazar ve göstergeleri büyüterek onları yeniden inşa eder. Bireysel öyküsünün yanı sıra başkalarının hikâyelerini de görüp alarak devam eder hayat yolculuğuna. Bu sebeple etrafımızdaki mekânlar, yerleşik ve canlı anı biriktiricileridir. Moda’da, Cihangir’de, Sultanahmet’te, Ayasofya’da, Balat’ta, Eyüp’te, Süleymaniye’de, Nişantaşı’nda algıladıklarımız ve hislerimiz farklılık gösterebilir. Çünkü her semtin zihin dünyamızda karşılık bulan kendine has bir ruhu vardır.

Peki hareketli bir mekân olarak treni, uçaktan farklı kılan nedir? Tren yalnızca birbiri ardına dizili metal vagonlar dizisi midir? Yoksa trene bakınca ayrılıklar, kavuşmalar, göçler, savaşlar ve bir dolu hikâyeyi mi görürüz? Uçakları trenlerden daha az duygusal kılan yalnızca bilet fiyatları arasındaki ayrım ya da kullanılan yapı malzemelerinin farklı türde olması mıdır? Özünde ikisi de ulaşım aracı olsa da bir gösterge olarak tren uçaktan farklıdır.

Tren yalnızca birbiri ardına dizili metal vagonlar dizisi midir? Yoksa trene bakınca ayrılıklar, kavuşmalar, göçler, savaşlar ve bir dolu hikâyeyi mi görürüz?
Tren yalnızca birbiri ardına dizili metal vagonlar dizisi midir? Yoksa trene bakınca ayrılıklar, kavuşmalar, göçler, savaşlar ve bir dolu hikâyeyi mi görürüz?

Tren yolculuğu yaptığımız ve kompartımanı paylaştığımız kişiyi, uçakta beraber yolculuk ettiğimizden farklı kılan nedir? Yaptığımız yolculuğu orada yaşadıklarımız farklı kılıyorsa, acaba yoldaşı mı seçeriz yoksa yolu mu? “Aynı güzergâhta gitmek aynı yolu gitmek değildir” der Tarık Tufan. Zira, aynı yolu giden kişiler olsak da aynı hayal dünyasıyla ilerlemeyiz. Hatta defalarca aynı yolu gitsek de her seferinde başka bir ben olarak yolculuk yaparız. Her gün başka bir gerçeğe doğarız ve hiçbiri dün var olanın aynısı değildir. Aslında bütün araçlar gitme arzumuzun taşıyıcısıdır, tren ya da uçak…

Italo Calvino, Görünmez Kentler.
Italo Calvino, Görünmez Kentler.

İsimleri değişse de özünde tüm mekânlar birbirinin benzeridir. Yazar Calvino mezkûr eserinde, Venedik’li Marco Polo’nun gidip gördüğü kentleri anlattığı metinleri evrenin bir simgesi olarak nitelerken tüm mekânlarda paylaşılan ortak özelliklere işaret eder. “Mikro modeller” olarak tanımladığı bu özellikler, anılar, arzular, göstergeler, takas, gözler, adlar, ölüler ve gökyüzü ile kurdukları ilişkide incelik, süreklilik ve gizlilik kazanıp tam beş kez çoğalarak kristalin güven mimarisinde bütünlük ararlar. Bir diğer ifadeyle kent, onu oluşturan mekânsal özelliklerin içinde yaşayanların ya da oraya gelenlerin anıları, arzuları, orada yaptığı takaslar, hikâyesi olan obo adları, gökyüzüyle kurulan ilişkiyi ve bir dizi anlam yüklü göstergeleri içerir. Zira içimizde yaşayan ancak dışarıda görünmeyen kentler, mekândan ve tarihten aridir. Şehrin geometrik ussallığı ile hayal dünyamızın sezgiselliği arasında bir yerde yaşatırız bu görünmez kentleri. Bu sebeple kaybolduğumuz mekân, içimizde kaybettiklerimizi bulduğumuz yerdir ve konumumuz konuşlanacağımız yere dair ipuçları taşır.

Aslında bir evi yuva yapan şeylerden birisi de orada kurduğumuz ilişkiler ağıdır.
Aslında bir evi yuva yapan şeylerden birisi de orada kurduğumuz ilişkiler ağıdır.

Peki ya insanın evi neresidir? Evi diğer mekânlardan özel ve azade kılan nedir? Aslında bir evi yuva yapan şeylerden birisi de orada kurduğumuz ilişkiler ağıdır. Bu ilişkiler yolunda giderse evler yuva olur, aksi durum ise malum… Bir düşünsenize anlattığınızın duyulmadığı bir ev ne kadar güvenlidir? Böylesi bir evde sözcükler elçimiz midir yoksa bizi hapseden zindanın muhafızları mı? İnsan anlaşılmayınca gitmek ister. Ancak bir şeyi gözden kaçırır, gitmek için istemek yetmez zira insan kendinden kaçamaz.

Ezcümle, ister hareketli isterse mukim olsun, gitmek ya da kalmak iç içedir ve tüm mekânların özüne sinmiştir. Gitmek, ardında bıraktığı kalmaktan güç alarak yoluna devam eder; kalmak ise gitmenin yokluğunda kendine yer bulur.

Bu ikisi arasında bir yerde mekânlar var olur. Tıpkı insanın her sabah yeni bir güne doğması ile dün yeni dediğinin geçmiş olarak kristalleşmesi arasında geçen ömür yolcuğunda dünyayı kendine “mekân” kılışı gibi…

1. Melek Göregenli, Çevre Psikolojisi İnsan Mekan İlişkileri, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul: 2015, s. 19. 2. Milgram, S. (1976). “Psychological maps of Paris”, H. Proshansky vd. (eds.), Environmental Psychology, New York: Holt, Rinehart and Winston ss. 105-124. 3. Mehmet Rifat, Metnin Sesi, YKY, İstanbul: 2011, s. 27.