Adab-ı muaşeret: Osmanlı’dan Cumhuriyet’e "medenileşme" serüveni

Osmanlı on dokuzuncu yüzyılda adab-ı muaşeret öğrenmeyi alafranga muaşeret olarak tanımlamış ve belirli bir zümreyle sınırlandırmıştı. Toplumun geri kalanının zaten kendi muaşeretini bildiği varsayılmıştı. Cumhuriyet ise büyük ölçüde Avrupa referanslı olarak tanımladığı muaşereti estetik bir kaygıdan ziyade herkes için bir mecburiyet olarak gördü.
Osmanlı on dokuzuncu yüzyılda adab-ı muaşeret öğrenmeyi alafranga muaşeret olarak tanımlamış ve belirli bir zümreyle sınırlandırmıştı. Toplumun geri kalanının zaten kendi muaşeretini bildiği varsayılmıştı. Cumhuriyet ise büyük ölçüde Avrupa referanslı olarak tanımladığı muaşereti estetik bir kaygıdan ziyade herkes için bir mecburiyet olarak gördü.

Yeni muaşeret anlayışı herkesi kapsadığı gibi hayatın sadece belirli alanlarını değil her anını kapsıyordu. Safveti Ziya’ya göre adab-ı muaşereti salonlara, balolara ve müsamerelere münhasır zannetmek hataydı. Medeni hayatta terbiyeli adamların günlük münasebetleri, konuşmaları, hareket tarzları önceden belirlenmiş, her yerde ne suretle davranması gerektiği kararlaştırılmış ve bir nizam tesis edilmişti.

Yaklaşık son iki asırdır “Kimler, nasıl ve ne kadar adab-ı muaşeret öğrenmeli?” sorusuna cevap arıyoruz. On dokuzuncu yüzyıl dünyada “nezaket yüzyılı” olarak tanımlandığından bu yana bir şekilde, ucundan ya da köşesinden biz de medenileşme sürecine dâhil olma gayreti içerisindeyiz.

Erasmus
Erasmus

Avrupa’da on üçüncü yüzyıldan on dokuzuncu yüzyıla değin görgü kurallarının nasıl değiştiğini inceleyen Norbert Elias, toplumların onayladıklarının ve yasakladıklarının standardının zamanla değiştiğini ve nezaket standartlarına uyma yönündeki baskının sürekli olarak arttığını ifade ediyor. Nitekim Erasmus’un 1530’larda çocuklara yönelik hazırladığı kitabının akabinde çok sayıda görgü kitabı yayınlanıyor ve aristokrasiye özgü kabul edilen davranış biçimleri zaman içerisinde şehirli orta sınıf tarafından kabul görüyor. On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısı ise görgü kitaplarının cep kitaplarına dönüştüğü ve çerez gibi satıldığı yıllar. Öyle ki, sahiciliği arttırmak için yazar ismi olarak “Üst Sınıf Bir İngiliz Hanımefendisi” veya “Bir Aristokrat” gibi isimler kullanılıyor. Bu kitapların rehberliğinde artık herkes bir hanımefendi ya da centilmen olma imkânına sahip oluyor.

Osmanlılar da yüzyılın sonlarına doğru medenileşme sürecine dâhil olmanın bir mecburiyet olduğunun farkına varmışlardı. Nitekim Avrupalı güçler, kendilerini üstün kıldığını düşündükleri modern medeniyet, Hristiyanlık ve bilimsel rasyonellik adına gayri-medeni ya da yarı-medeni olarak tanımladıkları milletleri sömürgeleştirme hakkını kendilerinde bulmuşlardı. Durumun idrakinde olan Osmanlılar kendi metot ve araçlarıyla modernleşme ve medenileşme sürecine dâhil olma yolunu seçtiler. Medeni dünyanın adab-ı muaşeretini öğrenmenin iki yolu vardı: matbuat ve tedrisat.

  • Yüzyılın sonuna doğru Osmanlılar matbuata ağırlık verdiler ve yayımlanan çok sayıda adab-ı muaşeret kitabıyla sürece dâhil oldular. Ancak bu kitapların birçoğunun alafranga yaşam tarzını aynen Osmanlı hayatına uyarlamak ya da toplumun tamamına bu hayat tarzını benimsetmek gibi bir gayesi yoktu. Çok açık bir şekilde Avrupalılar ile karşılaşma ihtimali bulunan zabitan ve zarifkesanın hayatın her alanında değil sadece belirli ortamlarda uygulamak üzere alafranga muaşereti öğrenmesi gerektiğini, Osmanlı toplumunun ahlak temelli tarz-ı maişetini muhafaza etmesi gerektiğini düşünüyorlardı.

Öte yandan Cumhuriyet’in ilk yıllarında Osmanlı’nın benimsemiş olduğu esnek ve eklektik adab-ı muaşeret anlayışı eleştirildi. Dönemin adab-ı muaşeret yazarları kişinin mevkiine, servetine ve hiyerarşi esasına dayandığını iddia ettikleri Osmanlı muaşeret anlayışını seçkinci olmakla suçluyordu. Onlar kitaplarında belirli bir zümreyi değil, Türk vatandaşı olan herkesi muhatap kabul ediyordu. 1927’de yazan Safveti Ziya’ya göre eşitlik, demokrasi ve vatandaşlık kavramları sayesinde artık medeni hayatın adab-ı muaşeretini öğrenen herkes serveti, sosyal statüsü ya da rütbesi fark etmeksizin saygı ve hürmeti hak etmekteydi. Çünkü artık sınıf farkı önemli değildi, sadece tahsil ve terbiye farkı vardı.

Safveti Ziya, Salon Köşelerinde
Safveti Ziya, Salon Köşelerinde

Yeni muaşeret anlayışı herkesi kapsadığı gibi hayatın sadece belirli alanlarını değil her anını kapsıyordu. Safveti Ziya’ya göre adab-ı muaşereti salonlara, balolara ve müsamerelere münhasır zannetmek hataydı. Medeni hayatta terbiyeli adamların günlük münasebetleri, konuşmaları, hareket tarzları önceden belirlenmiş, her yerde ne suretle davranması gerektiği kararlaştırılmış ve bir nizam tesis edilmişti.

İlk bakışta Cumhuriyet’in ilk yıllarında benimsenen bu adab-ı muaşeret anlayışı kapsayıcı, çoğulcu ve dinamik gibi gözüküyordu. Fakat nizam ve intizam üzerine kurulmuş bu yeni muaşeret anlayışı koşulsuz ve liberal değildi. Örneğin Cahid Sahir, şapka kanununu aynen yayımladığı görgü kitabında, medeni hayatın bir vecibesi olarak herkesin şapka giymesi gerektiğini ifade ediyordu. Üstelik kendisinden önceki adab-ı muaşeret kitapları genellikle tavsiye dilini kullanırken, o, “Yapmaya mecbursunuz! Zorunlusunuz!” tarzında emir ve mecburiyet bildiren bir dil ve üslup kullanıyordu.

Erken Cumhuriyet dönemi adab-ı muaşeret yazarları eşitlikçi bir muaşeret anlayışına sahipmiş gibi gözükse de, aslında onlar toplumun tamamını belirli bir tarzda giyinmeye ve davranmaya zorluyor, hürmet etmek ve edilmek için önceki koşulları ortan kaldırmış gibi gözükmelerine rağmen paradoksal olarak yerine yenilerini getiriyorlardı. Bu yeni adab-ı muaşeret telakkisi belirli adab-ı muaşeret kurallarına riayet eden medeni kimseler ile bunlara uymayan “gayri-medeni” kimseler arasında bir hiyerarşi kuruyordu.

  • Doğu ile Batı, alaturka ile alafranga arasında kalan geç dönem Osmanlı adab-ı muaşeret anlayışının aksine, Cumhuriyet dönemi adab-ı muaşeret kitapları seçimlerini büyük ölçüde netleştirmişti. Seçenekler arasında ara bir yol bulmaya çalışan Osmanlı adab-ı muaşeret yazarlarının yerini, kafası daha az karışık ve adab-ı muaşereti aşağı yukarı aynı perspektiften tanımlayan Cumhuriyet dönemi adab-ı muaşeret yazarları almıştı. Cahid Sahir, “Türkün dini, imanı kalbindedir. Zira kisve ile hiçbir şey değişmez. Ya temeddün ve terakki edeceğiz. Veyahut ölüp gideceğiz!” diyerek medenileşmeyen bir topluma hayat hakkı tanımıyordu.

Osmanlı on dokuzuncu yüzyılda adab-ı muaşeret öğrenmeyi alafranga muaşeret olarak tanımlamış ve belirli bir zümreyle sınırlandırmıştı. Toplumun geri kalanının zaten kendi muaşeretini bildiği varsayılmıştı. Cumhuriyet ise büyük ölçüde Avrupa referanslı olarak tanımladığı muaşereti estetik bir kaygıdan ziyade herkes için bir mecburiyet olarak gördü. Günümüzde ise kimlerin ne kadar ve nasıl adab-ı muaşeret öğrenmesi gerektiği sorusunun tek bir cevabı yok. Bilinen bir gerçek var ki, o da her geçen gün biraz daha hızlanan gündelik hayat zarafet ve estetik bir yana, asgari koşullarda adab-ı muaşeret pratiklerini dahi imkânsız hâle getiriyor. Nitekim bundan on yıl kadar önce İstanbul Büyükşehir Belediyesi, ev ortamında, apartmanda komşularla, ziyaretler esnasında uyulması gereken asgari muaşeret kurallarının kaleme alındığı İstanbul’da Görgülü Yaşamak isimli cep boy bir kitap hazırladı.

Günümüzde bazıları ise adab-ı muaşeret eğitimini bir sektör hâline getirmiş durumda. Çocuklar için değerler eğitimi çerçevesinde muaşeret eğitimi veren okullar, reklam düzeyinde de olsa diğerlerine fark atıyor. Yetişkinler için ise CV’lere yazmalık zarafet eğitimi adı altında gerçekleştirilen sertifikalı programlar var. Görünen o ki, hâlâ kendimize özgü, içinde biz ve bizim değerlerimiz olan, zamanın ruhunu yakalayan bir adab-ı muaşeret tanımı ve anlayışı geliştirebilmiş değiliz.