Adaletin önündeki tek engel hafıza mıdır?

Sleeping Dogs’u (2024) afişinde Russell Crowe’u gördüğüm için izledim. Yanılmamışım. Filmi daha çok Russell Crowe’un oyunculuğu kurtarıyor. Yönetmen Adam Cooper da bunun farkında ki filmin neredeyse bütün sahnelerinde Russell Crowe’u görüyoruz.
Oyunculuğunun ne kadar iyi olduğunu şuradan da anlayabiliriz: 1 saat 50 dakika boyunca kilo almış, yavaş hareket eden, gizemli konuşan, kendince bir çıkış yolu arayan Roy Freeman rolündeki Russell Crowe izleyiciyi sıkmıyor, bunaltmıyor. Yönetmen, Roy Freeman’ı öyle hâller içine sokuyor ki izleyici ister istemez, onunla birlikte düşünmeye ve ortaya konulan problemi çözmeye çalışıyor. Filmin başarısı da başarısızlığı da burada.

Filmin tamamını izlemeden konuyu kavramak mümkün değil. Yönetmen bu güç işin altından çok iyi kalkmış. Fakat bu yöntemin büyü bozulduktan sonra, filmin hatalarını ele vermesi gibi bir dezavantajı var. 1999 yapımı The Sixth Sense filminde gerçek ortaya çıktıktan sonra hikâyenin zayıflaması, kolayca unutulması gibi benzeri bir durum vardı. Bu yüzden filmin etkileyiciliği de ortadan kalkıyor. Şöyle ki, film saatler boyunca tek bir sırrın üzerinde ilerliyor. İzleyici saatler boyunca bu sırrı çözmekle uğraşıyor. Daha doğrusu karakter ve olaylara anlam vermeye çalışıyor. Oysa film bu! En fazla üç saat sürer ve izleyici en fazla üç saat boyunca bu soruları sorar, düşünceye dalar. Düşünceye dalar diyoruz ama aslında düşünmeye vakti yoktur. Ardı ardına kareler geçer; diyalogdan diyaloga, olaydan olaya geçiş yapmak, bu arada sorduğu sorunun cevabını aramak durumundadır izleyici. İşte bu arada gerildikçe gerilir. Çünkü her yeni diyalog ve hareket sorduğu sorulara cevap olmaktan ziyade, onun daha da bilinmez hâle gelmesine hizmet eder. Bilmece iki bilinmeyenden dört bilinmeyene doğru ilerler. Sonra pat, cevap yapıştırılır. Büyü bozulur. Filmin sonuna gelinmiştir. Bir anda önceki iki saatin bütün düğümleri çözülür. Film izleyicisini ne kadar çok gererse, rahatlama da o oranda olur. Ve film bu yüzden çok başarılı sanılır. “Çok etkilendim!” moduna girer bazıları. Bazıları ise, “Ben zaten beşinci dakikada anlamıştım.” diye hava atar.

Beşinci dakikada sorunu çözenler de filmi sonuna kadar izlemek zorundadır, zira haklı çıktığını görmek ister. Aslında o da her ne kadar sırrı çözmüş olsa da, filmin sonuna kadar benzer bir düşünsel döngü içinde debelenip duracaktır. Nihayetinde tahminini destekleyen diyalog ve hareketleri yakalamak ister. Yakaladığında rahatlar, yakalayamadığında gerilir. Acaba yanlış mı düşünmüştür? Acaba tahmini doğru çıkmayacak mı? Söylemeye çalıştığım; filmden çok etkilenenler de, senaristle zekâ yarışına girenler de paçayı kaptırmıştır. Zaten yönetmen de bunu hedeflemiştir. Bu tür filmlerde yönetmenin en çok ihtiyaç duyduğu şey inandırıcılık, daha da önemlisi merak uyandırmak olduğu için profesyonel bir oyuncuyla çalışılmalıdır. The Sixth Sense’de Bruce Willis bu işi kotarır, Sleeping Dogs’ta ise Russell Crowe.
Sleeping Dogs’ta aslında en başından sonuca yönelik bolca bilgi verilir. İzleyici olarak konuyu anlarız ve sırrı çözeriz. Sonra ortalık karışmaya başlar. İzleyici bu durumda ulaştığı sonuçtan şüphe duyar. Katil şu mudur, bu mudur diye düşünür. Sonuçta hafızasını kaybetmiş bir karakterin çevresinde düğümlenir olaylar. Öyle ki kahramanımız vefat eden eşini bile unutmuştur. Senaristlerin (Bill Collage, E.O. Chirovici, Adam Cooper) oyunlarından biridir bu. Kahramanımızın eşini özellikle hikâyenin sonunda ortaya çıkarırlar ki, en başından ulaştığımız sonucu doğrulayıp izlemeyi bırakmayalım. Zaten bir filmde, ortaya serilenden çok serilmeyenler önemlidir. Asıl etki, açıklanandan çok açıklanmayanla sağlanır. Bir de anlamsız karakterler vardır. Sleeping Dogs’un anlamsız karakterleri: Wayne ve Jimmy Remis.

Bu iki karaktere neden anlamsız diyorum? Çünkü tuhaf hâller içindedir ikisi de. Ve filmin sonunda neden bu tuhaf hâller içinde olduklarını anlayamayız. Anlamsızdır çünkü. Sahi neden Wayne, emekli komiser Roy Freeman’a o kadar sıcak davranmış ve bütün sorularına tatmin edici cevaplar vermişken, ertesi gün onu öldürmeye kalkışmıştır? Önce Laura Baines diye tanıdığımız, sonra karşımıza Elizabesth Westlake diye çıkan, filmin en esrarengiz karakteriyle Wayne arasında nasıl bir ilişki vardır ki Wayne onun işaret ettiği kişileri öldürür? Bu soruların cevapları yoktur. Araya tabii bir de biyografi kitabı yazmaya çalışan, hırslı, aldatılmışlık duygusu içinde çırpınıp duran Richard Finn karakteri sokulur. Finn çok yaşamaz, öldürülür. Bu ikinci cinayet, filmin gizem oranını yükseltir. Peki Roy Freeman’ın hem mesai arkadaşı hem de sıkı dostu Jimmy Remis’in tuhaf hâllerine ne demeli? Senaryonun yumuşak karnı bu karakter ve onun hikâyesidir. Yönetmen, asıl suçlu dışındaki herkesi şüpheli göstermek için bu acı gün dostunu fena harcamıştır. Filmin sonunda, onun fedakarlığına üzülür fakat gereksiz gizemli hâllerine gıcık oluruz.
Filmde kahramanımız Roy Freeman’dan ve suçsuz olduğu hâlde on yıl hapis yatan, bir ay sonra da asılacak olan Isaac Samuel’den başka hiçbir karakter doğruyu söylemez. Neden peki? Jimmy Remis’in bahanesi hazır: Dostunu korumak. Peki filmde fazlasıyla “şeytansı” gösterilen, bütün şüphelerin üzerinde toplandığı Elizabesth Westlake neden sürekli yalan söyleyip durmaktadır? Katilin kim olduğunu bilmektedir. Yayımladığı kitabın da kendine ait olduğundan emindir. Bu soruların da bir cevabı yoktur. Elizabesth’in cinayetten dolayı kendini suçlu hissettiği için böyle davrandığı düşünebiliriz. İtiraf et o zaman ve kurtul değil mi? Hayır, o yalan söylemeye devam ediyor. Büyük ihtimal Richard Finn cinayetinde de parmağı var, onun ortaya çıkmasından korkuyor. Geçirdiği kaza neticesinde alzheimer olan Roy Freeman ise filmin en dürüstü ve cesuru. Hafızası yerinde olsa bu kadar dürüst ve cesur olur muydu bilmiyoruz. Fakat fazlasıyla vicdanlı. Suçsuz yere birinin asılacağını anladığında harekete geçiyor.
Roy Freeman’ın harekete geçmesinin tek sebebi vicdanı değil. Zihnini çalıştırdığı için de on yıl önce işlenmiş bir cinayet üzerine düşünmeye ve yeniden araştırma yapmaya başlıyor. Bu, ona iyi geliyor. Doktoru zaten kendini oyalaman, zihinsel egzersiz yapman gerekli demişti. Fakat aklını çalıştırmaya başladığında, kendi kuyusunu da kazmaya başlıyor. Sadece kendi kuyusunu değil Elizabesth, Richard Finn, Jimmy Remis ve Wayne’nin de kuyusunu. Özgürlük, dürüstlük ve cesaret suçluları haklıyor, suçsuzları serbest bırakıyor. Filmin ana teması, temel felsefesi bu. On yıl sonra da olsa adalet yerini buluyor. Buna karşı tek düşmanımız hafızamızdır. Hafıza, suçların saklanmasını sağlıyor. Hafıza olmadığında çocuk saflığına dönüyor ve cesaret, dürüstlük ve vicdanla donanıyoruz.
Gerçekten öyle mi? Hafızamızı yitirince “freeman” yani “özgür adam” mı olacağız? Sleeping Dogs’ta izleyicinin düşünmesi istenilen soru budur. Kendi mantığı içinde bu fikir doğrudur. Belki de hani tuhaf hâller içine giren, suçunun bedelini ödeyen, fedakâr dost Jimmy Remis de bu yüzden Roy Freeman’ın onca sorusuna rağmen doğruları söyleyememiştir. Ne belli?