Aydınlanma Çağı: Bireycilik insanı maneviyattan nasıl uzaklaştırıyor?

Aydınlanma Çağı, bireyi özgürleştirme iddiasıyla insanı yalnızlığa, ahlaki belirsizliğe ve bencilliğe sürükleyen; aklı mutlaklaştırarak maneviyatı arka plana iten zihinsel bir mirastır.
Aydınlanma çağı ve bireycilik

Aydınlanma Çağı okullarda tarih derslerinde bir bölüm başlığı olarak üzerinden geçilen ve bir daha da dönülmeyen bir konudur. Sanki tarihî süreç içerisinde bir dönemden ibaretmiş gibi algılanmaktadır. Oysa Aydınlanma Çağı, zihinsel olarak varlığını sürdürmekte ve bugün karşımıza çıkan her olayın, olgunun ve durumun müsebbibi konumundadır.
Burada Aydınlanma Çağı’nın tarihini, bütün fikri yönlerini ele almayacağım. Bilmemiz gereken tek şey, 17. yüzyılın son çeyreğinde dünyanın, dolayısıyla insanlığın yeniden şekillendirildiği ve bugün biz farkında olsak da olmasak da o şekillendirilme işlemine göre bir zihne sahip olduğumuz gerçeğidir. Newton ve Locke’un attığı tohum bugün dahi meyvesini vermektedir.
Aydınlanma Çağı’nın öne sürdüğü bireyciliğin esasında hümanizm olduğu safsatası beyinlerde yer etmiş, karşılık bulmuştur. 18. yüzyıldan itibaren dünyada “Tanrı” sahne kenarına “atılmış”, başrole “insan” çıkmıştır. Çıkan insan, insan olma aşamasına geçememiş bir beşerdir. Nitekim “Tanrı” faktörü olmadan beşerin insanlık seviyesine erişemeyeceği bir gerçektir, kaldı ki dünyanın 2024 yılında geldiği soykırım olayları erişilemediğinin de en canlı göstergesidir.
Kant, “gerçek aydınlanmaya vahye ve inancın dogmalarına başvurmakla değil, sorunlara akli ve felsefi yöntemleri uygulamakla ulaşılacağını” söylemiştir. Aynı şekilde Hibben de mistisizmi karanlık, aklı ışıkla özdeşleştirmiştir. Başrolde insan olduğunda ve doğruya ulaşmanın yolu da insanın “aklı” olduğunda ulaşılan sonuçlar, insanlığın çöküşüne sebebiyet vermiştir. Beşer olmaktan insan olmaya yol yürünemediğinde beşerin aklı, nefsani ve bencil bir sahada çalışmış ve üretmiştir. Adına bireycilik denilen mefhumun gelinen noktada bencillikten ibaret olduğu aşikâr edilmiştir.
Mevcut düşünceye göre insan olmak, birey olmakla mümkündür ve birey, kendi karakterini şekillendirmede yalnız başınadır. Çünkü bireyin elinden “Tanrı” alınmıştır. Mevcut psikoloji biliminde dahi bireyin doğruya ulaşması için yalnız başına yola çıkması, yolda karşısına çıkan bataklıklardan korkmaması, kirlenmeden temizlenemeyeceği düşüncesi baskındır. Birey yalnızsa ve insanın üstünde konumlanacak hiçbir güç yoksa, doğal olarak birey mutlak manada özgürdür. “Yanlış” addedilen her kavram, olay, âdet ve günah, suç gibi kavramlar bireyin kendi iç dünyasında yeniden ele alınacak, hepsi yeniden anlamlandırılacak ve ahlak gibi mefhumlar bireyden bireye değişebilen esnek hâle bürüneceklerdir. Ahlak, bireyseldir; esas olan özgürlüktür.
- Özgürlüğün sınırının olmadığı bir dünya, nihayetinde Gazze’de soykırıma, birçok ülkede çocukların ergenlik yaşlarında zorla cinsiyetlerinin değiştirilmesine sahne olmak zorunda kalmıştır.

Aydınlanma Çağı düşünürlerine göre bireyin vizyonu, gücü, yaratıcılığı ve cesareti kendi ruhundan gelmektedir, bireye dair her şey ruhunda saklıdır ve birey ruhunu tanımalıdır. Ancak tanıma eyleminde yalnız olması, onun rehbersiz olması anlamına gelmektedir. Aydınlanma Çağı’na kadar hangi ırktan, milletten ve dinden olursa olsun, insanlar kendi üstlerinde bir Tanrı otoritesine inanmakta ve âlim, hoca, şeyh, guru, Buda, papaz, usta, üstad gibi bir rehberin varlığını zorunlu olarak görmekteydiler. Nitekim sınırsız özgürlük ve bireycilik/bencillik insan ruhunu değil, insan ruhundaki karanlık kısmı harekete geçirmiş, kalp değil nefsin arzuları tatmin edilmiş, bütün düşünürler ve sanat akımları dahi sadece buraya hizmet eder hâle gelmiştir.
Tradisyonalistler özellikle sanat konusunda geleneksel ve modern akımları karşılaştırarak bu gerçeğe işaret etseler de çabalasalar da modern dünya onların sesinin duyulmasını engellemiştir.
Modern insan, kafa karışıklığı içindedir. Sanatın kötüyü göstermesi ile özendirmesi arasındaki çizgi kaybolmuş, sanat esas mefhumunu kaybetmiştir. Bireyin ruhunun karanlık yönlerini keşfetmesi, tek otoritenin kendisi olması, içine düştüğü karanlığı görmesine perde teşkil etmiştir. Barda gibi filmler beğeni almış, “Ben kadınları seviyorum ve te*avüz stratejim” gibi şarkı sözleri insanları rahatsız etmemiş, mevcut sanatın suçu artırıcı yönü konuşulmamıştır bile. Çünkü eğer Tanrı yoksa, ahlak bireyselse ve aslolan bireyin kendi yolculuğu ise her şeye, her zaman bir açıklama bulunabilmektedir.
İslam’ın kardeşlik tesisi ve ötekini öncelemesi

Aydınlanma Çağı’nın bireyciliğine karşın, İslam, ümmet olmayı öncelemiştir. Hz. Peygamber (sav) “Tüm müminler kardeştir.” buyurmuştur. Bir başka hadisi şerifinde de “Müslümanlar bir bedenin azaları gibi birbirine duyarlı, bir binanın tuğlaları gibi birbirine destekçi ve bir tarağın dişleri gibi yan yana olmak durumundadır.” demiştir.
Nitekim Hz. Peygamber (sav) Yesrib’i Medine yaparak orayı bir İslam şehrine döndürmüş, daha sonra kardeşlik tesis etmiştir. Ensar ile Muhaciri birbirine kardeş ilan etmiş, birbirilerinden sorumlu kılmıştır.
Şeriatın hükümleri dahi insanı mükellef kılarken diğerlerini güvende tutmayı amaçlamıştır. Örneğin hırsızlığın haram olması sadece kişinin Müslüman olduktan sonra hırsızlık yapamayacağını göstermez. Bu aynı zamanda bir insana “Sen Müslüman toplumunda yaşadığın sürece kimse sana ait bir şeye el uzatmaz, güvendesin.” demektir.
Yalan söylemenin günah olması, kişinin Müslümanlarla yaşadığı süre boyunca duyduğu her sözün doğru olacağına işarettir. Fitnenin, adam öldürmekten daha büyük günah olması, kişinin arkadaş ortamında sohbet ederken bile insanları, toplumu gözeterek konuşması, cümlelerini dikkatle kurması anlamına gelmektedir.
Tarikatlarda dahi mürid, diğer müritlere “ihvan” ismini takmakta, yani onlarla manevi bir kardeşliğe dahil olmaktadır.
İslam fıkhında “hak” kavramı başlığı altında sayfalarca hüküm işlenmiştir. Kocanın karısına hakkı, kadının kocasına hakkı, kardeşlerin hakları, ana babanın evladı üzerinde hakkı, evladın ana babası üzerinde hakkı, komşuluk hakkı, miras hakkı, yöneticilerin halk üzerinde hakkı, halkın yöneticiler üzerinde hakkı, amirin altı hakkında hakkı, memurun üstü hakkında hakkı gibi “hak” çerçevesinde kurallar belirlenmiştir, liste daha da uzayabilir.
Hz. Peygamberimiz (sav) “Komşusu açken tok yatan kimse iman etmiş olmaz.”, “Sizden biri kendi için istediğini din kardeşi için istemedikçe tam iman etmiş olmaz.”, “Şerrinden komşunun emin olmadığı kimse cennete giremez.” ve “Allah katında arkadaşların en hayırlısı, arkadaşlarına karşı en iyi olandır; komşuların en hayırlısı ise, komşularına karşı en güzel davranandır.” buyurarak bencilliğin önüne geçmiş, her zaman kardeşini öncelemeyi emretmiştir.
Öyle ki iman dahi inanmakla elde edilmemiş, kişi kendisi için istediğini din kardeşi için istemedikçe tam iman sahibi olamamıştır. Din kardeşi vurgusu da oldukça mühimdir. İslam, kardeşliği kan bağından çıkararak meseleye toplumsal bir boyut kazandırmıştır.
Modern düşünce bireyin yolculuğunu salimen sürdürebilmesi için onun bütün bağlardan soyutlanmasını, geleneğinden ailesinden akrabalarından çıkmasını, yalnız başına yürümesini salık vermektedir. Modern düşünce ile yetişmiş insan bencil olacağından kardeşlik, akrabalık, aile olmak gibi değerler onun nezdinde geleneğin zorladığı yüklerdir ve gelişim açısından zararlıdır, kişinin önünde engeldir. Peygamberimiz (sav) ise “Akrabalarla ilişkiyi kesen, cennete giremez.” buyurmuştur.
Dışarıda yemek yemek

Bir rivayete göre Allahutaala ile kulu arasında kıyamet günü şöyle bir konuşma gerçekleşir:
“Ey Ademoğlu! Ben acıktım, bana yedirmedin.”
“Sen âlemlerin Rabbisin, sana nasıl yedirebilirim?”
“Senin Müslüman kardeşin acıktı. Ona yedirmedin. Eğer ona yedirmiş olsaydın, bana yedirmiş sayılırdın.”
Ne yazık ki günümüzde farkında olmasak da seküler bir zihni yapıya sahibiz. Modern eğitimden geçmiş, modern dünyanın öğretileriyle büyümüş insanlar olduğumuz için neleri kanıksadığımızın farkında olmayabiliyoruz. İslam’ın “hak” üzerinden biçtiği hassas terazi, bugün yerini bireyin kendini merkeze alarak yaşamasına, kendi menfaatini temin etme gayesiyle hareket etmesine dönüşmüş durumdadır.
Modern şehirler insanın tüketmesi ve eğlenmesi amacıyla dizayn edilmektedir. İslam’ın şehir anlayışı unutulmuştur. Bugün şehirlerin en işlek yerleri kapitalist çarkın öğüttüğü ve insanın kaybolduğu bir tabelalar yığınıdır. Caddeler ve ara sokaklar dahi kafeler ve restoranlarla dolmuştur. Şehirlerin kalabalık olması, insanların evinde az dışarıda çok bulunması, tüketimin rutin hâle gelmesi işletmelerin içerisinin yeterli gelmemesine yol açmış ve neredeyse her restoran dışarıya da masa açmıştır. İçeride yer yoksa veya hava güzelse insanlar dışarıda yemeyi tercih etmektedir.
Hiç kimse yemek yiyen insanların yanından yürüyüp gitmeyi yadırgamamaktadır. Restoran içinde bulunan herkes zaten ya yemek yemekte ya da yemeğinin gelmesini beklemektedir. Ancak dışarıda yemek yiyen biri, yanından geçen onlarca insanın o anki durumunu bilememektedir. Kendimizi bir an düşünelim: Restoranın dışarıya açtığı bir masadayız, doğal olarak bir yolun da kenarındayız. Yemek yiyoruz. Hemen dibimizden insanlar gelip geçmekteler. İçlerinden beş tanesinin aç ve parasız olduğunu varsayalım. Tam lokmayı ağzımıza götürürken görüyorlar bizi. Canları çekiyor ama gelip bir şey diyemezler. Onların rahatsız olmasına gerek yok. Bu durumun daha doğrusu bu ihtimalin bizi rahatsız etmesi gerekmez mi?
Çocukluğum köyde geçti. Çocuklarla oyun oynardık, acıkınca birimizin evine girerdik. Annelerimiz ekmeğe salça sürerdi, ne kadar çocuksak o kadar ekmek hazır dilimi hazır olurdu, hepimizin yediğinden emin olurlardı. Daha toplanmamışsak, oyun oynamaya gitmeden önce annem bir şeyler yedirirdi, elimdeki bitmeden dışarı çıkmam yasaktı. Dışarıda yemek ayıptı.
Modern şehirler kendi dinamiğini oluşturdu, dışarıya masalar atıldı, elde yemekler çıktı, elde yemek için sarıp verdiler ve hepimiz yürürken bir yandan da aldığımızı yedik. Bu dönüşümün nasıl gerçekleştiğinden haberimiz yok. Şehirde bu normal, dendi ve kabullendik.

Artık “bir vücudun azaları gibi birbirimize duyarlı” değiliz. Moderniz, bireyiz, benciliz, aklımızın mevcut yetersizliğini umursamadan gösterdiği yolda ilerliyoruz. Bir de, son yüzyılda soykırıma uğramayan Müslüman bir belde yok. Ve bizi ilgilendiren, gündemimize giren konu ise “mültecilerin alınıp alınmaması”.
Bu yazının başlığı yazardan bağımsız editoryal olarak hazırlanmıştır.