Ayna hatıra gözler ve sevmek

Elbette kadın işçilerin karşılaştığı tek sorun dil değildi. Kadın olduklarına bakılmaksızın pis ve ağır işlere gönderiliyor, sudan sebeplerle ücretleri kesiliyor, iş yerlerinde ayrımcılığa, hakarete uğruyorlardı.
Elbette kadın işçilerin karşılaştığı tek sorun dil değildi. Kadın olduklarına bakılmaksızın pis ve ağır işlere gönderiliyor, sudan sebeplerle ücretleri kesiliyor, iş yerlerinde ayrımcılığa, hakarete uğruyorlardı.

Kadın hep “geride kalan”, yol gözleyen, sabır ve metanetle kocasını bekleyendir. Oysa yarım asrı deviren göç hikâyesinin tam ortasındadır kadınlar; tek rolleri beklemek değildir. Avrupa’nın türlü fabrikalarında, atölyelerinde, kimi zaman çok ağır işlerde çalışıp ömür çürüten; aynı zamanda evine kol kanat geren, dört duvarı yuva yapan, tencere kaynatıp çocuk büyütendir. Onlar da en az erkekler kadar bu göç hikâyesinin kahramanlarıdır.

  • “Son yıllarda Alman işverenleri erkek işçiden çok kadın işçi ister oldular. Alman işverenlerin bu isteği hemen duyuldu. Anadolu’nun haritada yeri olmayan köylerine kadar ulaştı. Kendileri gitmekten umutlarını yitirmiş olan erkekler karılarını Almanya’ya yolcu etmeye başladılar. Kolay olmadı bu iş! İstenen kadınlar gençtiler… Gaz lambalarının altında nice tartışmalar oldu. Bir eksik eteğin bir başına ‘gavur’ içlerine gitmesi! Olabilir miydi bu? Oldu. Yoksulluk daha ağır bastı. Gelenekler para karşısında geriledi ve Almanya’ya giden trenler erkekten çok kadın taşımaya başladı.”

Göçmen kadınların öyküsü pek bilinmez. Gurbete giden kocasının arkasından çaresizce el sallayan; kucağındaki çocuğuyla gözyaşı döken bir kadın tahayyülü vardır hep aklımızda. Göç filmleri arasında kült olmuş Dönüş filminde Türkan Şoray’ın canlandırdığı Gülcan, kocası İbrahim’in arkasından yaşlı gözlerle bakıp, iç çeker, “Babamız, tez zamanda dön inşallah” der; küçük Hasan’ı bağrına basıp, biçare köyün yolunu tutar. Bu film için bestelenen ve Seha Okuş’un o kadife gibi sesinde hayat bulan “Hasretinle Yandı Gönlüm” de aynı şeyi anlatır. Çileyle, dertle sevdiceğini bekleyen kadınların hikâyesidir bu. Filmlerde, kitaplarda, gurbete yakılan şarkılarda ve türkülerde durum çoğunlukla böyledir: Kadın hep “geride kalan”, yol gözleyen, sabır ve metanetle kocasını bekleyendir. Oysa yarım asrı deviren göç hikâyesinin tam ortasındadır kadınlar; tek rolleri beklemek değildir. Avrupa’nın türlü fabrikalarında, atölyelerinde, kimi zaman çok ağır işlerde çalışıp ömür çürüten; aynı zamanda evine kol kanat geren, dört duvarı yuva yapan, tencere kaynatıp çocuk büyütendir. Onlar da en az erkekler kadar bu göç hikâyesinin kahramanlarıdır.

Göçmen kadınların öyküsü pek bilinmez. Gurbete giden kocasının arkasından çaresizce el sallayan; kucağındaki çocuğuyla gözyaşı döken bir kadın tahayyülü vardır hep aklımızda.
Göçmen kadınların öyküsü pek bilinmez. Gurbete giden kocasının arkasından çaresizce el sallayan; kucağındaki çocuğuyla gözyaşı döken bir kadın tahayyülü vardır hep aklımızda.

O yıl, Türk kadınlarının yoğun olarak yurt dışına gitmeye başladığı yıldı. Takvimler 1965 yılını gösteriyordu. Almanya başta olmak üzere birçok Avrupa ülkesi kalifiye kadın işçiler arıyordu. Çağrı çok çabuk yanıt buldu. Tophane’deki Alman İrtibat Bürosu’nun önünde erkeklerden oluşan işçi kuyruğunun yanına bir de kadınlar kuyruğu eklendi. Sınavları ve sağlık kontrollerini geçen kadınlar bavullarını, bohçalarını omuzlayıp yollara düştü. Erkek işçi yurtlarının karşısına kadın yurtları açıldı. Demir ranzaların üzerinden beyaz dantelli yatak örtüleri sarkıyor, pencere önlerine menekşeler diziliyor, memleketten getirilen konservelerle yapılan yemeklerin kokusu koridorlara yayılıyordu. Türk kadınları gelmişti!

Neredeyse tüm göçmen işçilerin karşılaştığı zorluklar onları da bekliyordu. Dil, en büyük sorunların başındaydı. İzmirli Seyhan Turan, Hollanda’da kendisini büyük bir boşlukta, yapayalnız hissettiğini söylüyordu: “Ne onları anlıyor, ne de onlara bir söz söyleyebiliyordum. Konuşabiliyordum ama dilsizdim, duyuyordum ama sağırdım.”

  • Almanya’ya iş umuduyla gelen Selma Öğretmen de Almanca bilmediği için çok sevdiği mesleğini yerine getiremiyordu. Kaderin cilvesi olacak, ilk bulduğu iş bir okulun temizlik işiydi, okulda öğretmen olarak çalışmak yerine temizlikçilik yapıyordu. 45 sınıf, 5 merdiven ve tüm koridorları 3,5 saatte tek başına temizlemek zorundaydı.

Elbette kadın işçilerin karşılaştığı tek sorun dil değildi. Kadın olduklarına bakılmaksızın pis ve ağır işlere gönderiliyor, sudan sebeplerle ücretleri kesiliyor, iş yerlerinde ayrımcılığa, hakarete uğruyorlardı.

“Bana bir amortisör fabrikasında çalışacağım söylenmişti ama kendimi küçük pis bir araba tamirhanesinde buldum. 15 dakikada yüz parça yapmamı istiyorlardı. Ben durmaksızın çalışarak ancak yarım saatte yapabiliyordum. Ustabaşı bana o hâlde ekmeğini katıksız yersin diyordu. Yanına gidip hamile olduğumu, bu kadar ağır işlerde çalışmamam gerektiğini söylediğimde bana inanmadı bile. Günde altı saat boyunca, dev boyutlu, neredeyse elli kiloluk amortisörleri yirmi metre öteye çektirdi, üstelik yedi ay, tüm hamileliğim boyunca. Bu ağır iş yüzünden kim bilir kaç kez hastaneye gitmişimdir. İş yerinde çocuğumu masanın altında doğurmam gerektiğini söyleyip bana gülüyorlardı.”

Elbette kadın işçilerin karşılaştığı tek sorun dil değildi. Kadın olduklarına bakılmaksızın pis ve ağır işlere gönderiliyor, sudan sebeplerle ücretleri kesiliyor, iş yerlerinde ayrımcılığa, hakarete uğruyorlardı.
Elbette kadın işçilerin karşılaştığı tek sorun dil değildi. Kadın olduklarına bakılmaksızın pis ve ağır işlere gönderiliyor, sudan sebeplerle ücretleri kesiliyor, iş yerlerinde ayrımcılığa, hakarete uğruyorlardı.

Nermin Özdil’in Almanya’nın Uelzen şehrindeki çileli hayatı işte böyle başlamıştı. Onun gibi niceleri benzer çileler çekti. Türkiye’den çok sayıda kadın işçi isteyen Berlin’deki bir fabrika, onları çiçeklerle karşılamış, beyaz çarşaflı tertemiz yataklar hazırlamış ancak iş hayatları boyunca kanserojen maddeye maruz kalacaklarını onlara söylememişti. Ağır iş koşulları ve aşağılamalara rağmen Türk kadınları çalışmaktan ve mücadele etmekten vazgeçmediler.

Hollanda’nın Almelo şehrinde bir konserve fabrikasında çalışan Türk kadınlarının mücadelesi bugün dahi unutulmuş değil. Düşük ücret ve ağır iş koşulları yüzünden greve giden 130 Türk kadını günlerce fabrika önünde eylem yapmış ve sonunda fabrikayı dize getirmişti. Ücretlerine zam yapılmış, mesai saatleri düzenlenmiş, çalışma koşulları iyileştirilmişti. Türk kadınlarının herkese örnek olan hak arayışı günlerce konuşulmuştu.

  • Çalışmak ve biriktirdikleri parayla birlikte memleketlerine geri dönmekten başka bir beklentileri yoktu aslında. Sayılı gün değil miydi? Çabuk geçerdi. Ancak o beklenen gün bir türlü gelmedi. Yeni dertler, yeni ihtiyaçlar, başka yetirmeler çıktı ortaya. Daha fazla çalışıyor, tatil günlerinde bile izin kullanmıyorlardı. 70’lerin başından itibaren aile birleşimleri başladı. Tıpkı erkek işçiler gibi kadın işçiler de memleketteki eşlerine davet gönderdi. Heyecanlı ve umut dolu bir bekleyiş başladı. Aylarca aynaya bakmayan kadınlar, bavullarından kemik taraklarını ve el aynalarını yeniden çıkardı. Yara bere içindeki eller, yeniden taramaya başladı asbestten keçe gibi olmuş saçları… Birçok yuva gurbette yeniden kuruldu. Yurtlarda, pansiyonlarda kalanlar çıktı; mahallelere, evlere karıştı. Avrupa’nın duvarları rutubetten patlamış, banyosuz ve tuvaletsiz, tek odalı köhne evleri birçok Türk ailenin yeni yuvası oldu.

Karı koca sırt sırta verip çalışmaya başladılar. Sabah ve akşam olmak üzere her gün çifte mesai yapan; birbirlerini ancak vardiya değişiminde, metro istasyonunda görebilen çiftler vardı. Zaman akıp gidiyordu. Gurbetin yükünü daha da ağırlaştıran şeyse memleketteki çocuklara duyulan hasretti. Çocukları getirmek için ayrıca izin almak gerekiyordu. Getirseler evde onların bakımıyla kim ilgilenecekti? Annelerin işten ayrılması gerekecek, eve giren para azalacak ve memlekete dönüş süresi biraz daha uzayacaktı. “Diğerleri gibi, biz de bir an önce geri dönmeyi istiyorduk. Çocukla bunun olamayacağını düşündük. 13 aylıkken Gediz'i anneme bıraktım. Öyle büyük bir acı ki anlatılmaz. Günlerce ağladım” diyordu Seyhan Turan. Ancak aylar, yıllar geçtikçe çekilen hasret çileye dönüştü. Çocuklarını geride bırakıp gelenlerden biri de İlmiye Öztürk’tü:

Zaman akıp gidiyordu. Gurbetin yükünü daha da ağırlaştıran şeyse memleketteki çocuklara duyulan hasretti.
Zaman akıp gidiyordu. Gurbetin yükünü daha da ağırlaştıran şeyse memleketteki çocuklara duyulan hasretti.

“26 yaşımda geldim Almanya’ya. Biri 5 diğeri 2 yaşında olan iki kız çocuğumu geride bıraktım. Kocam Rasim önceleri razı olmadı ama birkaç ay sonra sen de gelirsin deyince çaresiz ikna oldu. Augsburg’da bir tekstil fabrikasında işbaşı yaptım. Rasim’in gelmesi de çok uzun sürmedi. 8 ay sonra aynı fabrikada çalışmaya ve aralarında büyük demir kapılar bulunan karşılıklı yurtlarda yaşamaya başladık. Ona hazırladığım ilk kahvaltıyı o demir kapının önünde ikram edebildim. Çocuklarımızın hasretini bağrımıza basıp işe koyulduk. Aylarca durmaksızın çalıştık. Bir yılımız dolmamıştı ki çocuklar için izin çıkarabildik. Küçük bir ev bulup yerleştik. İçim içime sığmıyordu. Çocuklarıma kavuşacağım o anı sabırsızlıkla bekliyordum. Bir hostes nezaretinde çocuklar İstanbul’dan yola çıktılar. 1969 yılının mayıs ayının son günleriydi. Büyük kızım beni gördü, ta uzaktan tanıdı, koştu, kucaklaştık. Ağlaştık. Ama küçük kızım benim tanımadı. Kucağıma gelmedi, kendisine dokundurmadı. Haftalarca babasının elinden yemek yedi, onun koynunda uyudu, bana hiç yanaşmadı. Onun annesi bir gün trene binip, çok uzaklara gitmişti.”

Yıllar geçti, o çocuklar büyüdü; orada okuyup, orada ekmek sahibi oldular. Dönmek artık o kadar kolay değildi: “Yalnızca iki yıl demiştik. Çalışacak ve biriktirdiğimiz parayla memleketimize dönecektik. İki yıl sabredecektik. Döneceğimiz o günü iple çekiyorduk. Ama olmadı. Öylece kalakaldık burada. Dönemeyeceğimi anlayınca memleketteki evimde kullanmak için sakladığım yemek takımımı, tencere setlerimi, ipek yatak örtümü ve diğer eşyalarımı birer birer kutularından çıkarıp kullanmaya başladım. Ama elim ona hiç gitmedi, eşimin ilk hediyesi, telkâri işlemeli el aynamı bavulumdan hiç çıkarmadım. Elim bir türlü ona varmadı…”

İşte böyle anlatıyordu bir göçmen kadın yaşadığı büyük hayal kırıklığını… Henüz gençliğinin baharında gurbeti mesken tutmuş, gözlerinin içi gülen, umut dolu o kadınlar çok eskilerde kaldı. Gurbetin çilesine, kahrına göğüs geren; bir umudun peşinde koşan o kadınlar aynalara küstü. Belki yabancı kalmaktan korkuyorlardı simalarına, ya da yıllar önceki o gencecik hâllerini saklıyorlardı hatıralarında kim bilir? Ama o aynalar o bavullarda kaldı.

Hani gurbete giden o ilk trenin kalkışından birkaç yıl önce Üstat Sezai Karakoç’un kaleminden dökülen şu dizeler gibi…

  • Saçlarını kimler için bölük bölük yapmışsın
  • Saçlarını ruhumun evliyalarınca örülen
  • Tarif edilmez güllerin yankısı gözlerin
  • Gözlerin kaç kişinin gözlerinde gezinir
  • Sen kaç köşeli yıldızsın
  • Evlerinin içi ayna döşeli
  • Ayna hâtıra gözler ve sevmek
  • Benim aşkım bin bir köşeli ah bin bir köşeli
  • Bir köşe gidince bin köşe yeniden gelecek
  • Ayna hâtıra gözler ve sevmek
  • (Köşe, 1954)

Fotoğraf ve hikâyeler: DiasporaTürk Arşivi, Lebensläufe von Türkischen Gastarbeitern in Augsburg, Van Turkse Gastarbeidertot Stadsgenoot, Alamanya Beyleri ile Portekiz’in Bahçeleri, Geldiler ve Kaldılar, Bitmeyen Göç, Almanya’yı Temizliyorum, İsmail Yıldız ve Muhammet Sağlam’a teşekkürler.