Başka bir yol: Tövbe edip marjinalleşmek

​Başka  bir  yol:  Tövbe  edip   marjinalleşmek
​
​Başka bir yol: Tövbe edip marjinalleşmek ​

Türlü reçetelerle cedelleşirken isyan ediyoruz bazen, üzerimize giydiğimiz ve her yerimizi boşluk kalmamacasına örten kuru, akli örtü boğuyor bizi

İki dünya arasında bir yer tayin edilmiş bizlere. İfrata gidince boğulan, tefritte ise dışarı atılan hakikatimizi vasatta bulacağız çünkü. İki âlem: ahiret ve dünya… Dünya içinde iki âlem: gerçek ve kurgu… Kurguda iki menzil: akıl ve zihin…

Ve bunları açan birçok anahtar. Bir tanesi ise “ne”. Varlığa kayıtsız kalamayız ve fakat ısrarla “ne” diyerek de yaklaşamayız ona. Neden mi?

Çünkü kendimizi unutuyor, araya araya da bulamıyoruz, ifrata varan bir soruşta. Yunus Emre, kendinin bir yerlerde olduğunu düşünerek arıyordu, biz “modernler” ise nerede olmadığımızı işaretlemek için arıyoruz.

Bu da aramaktan çok kaybolmak demek. Sanki derdimiz aramak değil de aramamak, bulmak değil de bulmamak. Üzüm yemeyi çoktan unuttuk, bağcıyı döverek öldürdük, sıra kendimize geldi… Benliğimizi mütemadiyen bir şeylerle ilişkilendirerek ifade ederiz.

Benim vücudum, benim duygum, benim düşüncem gibi. Bazen bu söyleyişi iradem, ruhum gibi kullansak da oradaki “m” ilişkilendirmenin henüz devam ettiğini gösterir. Bir şeylerle nitelemeden ben dediğimizde ise karşımıza can sıkıcı bir fluluk çıkar.

“Ben ne” diyerek hırsla arayışa geçtiğimiz her seferde, temiz bir asfaltla başlayan yol, belli belirsiz bir patikaya, oradan yolsuzluğa ulaşır. Takatimizin bittiği yerde bizi bekleyen şey ise şüphe.

Bu cendereden kurtulmak içinse “Şüphe ettiğimizden de şüphe edemeyiz” der, “Düşünüyoruz, o hâlde varız” diye ekleyerek yavaşça kaçarız.

Tuhaftır, benimizle türlü işler görürüz. Arkadaş edinir, düşünür, gezeriz… Beni çalıştırmakla ilgili bir sorunumuz yok yani. “Böyle yaparsak böyle olur” der, sıkıntı çekmeden yola devam ederiz. Dolayısıyla meselemiz “nasıl”la ilgili değil, bizim sorunumuz “ne” ile alakalı. Şu hâlde nasıl davranacağız? Kendimize ve şeylere dönük bilgiyi nasıl elde edeceğiz? Yolda...

Yürürken öğrenmek

Bir şeylerin karşısına geçip ısrarla “ne” diye sormadan, hayatın olağan akışı içinde de bilgileniriz. Biriktirilen bilgidir bu. Doğal öğrenme biçimi. Örneğin, iş yerine atletle geldiğimizde bir arkadaşımız, “Böyle işe mi gelinir şaşkın!” dediğinde öğreniriz çalışan olmanın mahiyetine dair bir şey. “Ah” der, utanarak alnımıza vurur, belki de gülüp geçer, devam ederiz.

Yürürken düşünmek
Yürürken düşünmek

Tövbedir yani yapılan. Soyut bilgimizin en başına, çalışan olmanın ne olduğuna dair biriktirdiğimiz müktesebatın ilk noktasına geri dönmeyiz dolayısıyla. Hatayı ardımızda bırakır, yürüyüşe devam ederiz. Gün içinde türlü sıfatlara temas ederiz; evde eş, otobüste yolcu, sokakta vatandaş, mağazada müşteri…

Onlarca sıfatı tutar ve bırakırız. Çoğu defa mezkûr sıfatların gerektirdiği davranışları hatasız yerine getirsek de bunların ne olduğuna dair bir formüle sahip değilizdir. Çünkü hepimiz biliriz; iş yerine iç çamaşırı ile gidilmez. O yüzden bir elbise geçiririz üstümüze.

Akış içinde öğrenilmiş bir bilgidir bu. “Personel nedir?” diye sorup karşımıza almamışızdır sıfatı. Almamalıyız da. Aldığımızda, hele de bunu meleke hâline getirdiğimizde bizi bekleyen şey parçalanmak çünkü…

Sıfatlar ve biz

Son dönemde ülkemizdeki boşanma oranlarında muazzam bir artış gözlenmekle beraber, kişisel gelişim kitabı satışlarında da bir ivme var. Özellikle aile olmak, annelik, babalık ile ilgili olanlar peynir ekmek gibi satılıyor. Peki, bu çok tuhaf değil mi? Neden böylesi boşanmanın arttığı bir dönemde insanlar bu kitapları alıyor?

Elbette ailelerini kurtarmak için. Madem ailelerini kurtarmak istiyorlar, o hâlde neden boşanıyorlar? Neden çocuk yetiştirme ile ilgili metin satışlarında patlama olurken aileler, evlatlarına laf geçirememekten şikâyet ediyor?

Tek sebep bu olmasa da problemin ana kaynağı, sıfatlarla kurduğumuz doğal ilişkinin kopmasında yatıyor. Burada eski zamanlar güzellemesi yapmaya çalışmayacağım fakat evvelce, rollerin sindirilmiş oluşu hayatın olağan şekilde akmasına müsaade ediyordu.

Aile, anne, baba gibi sıfatlarla kurulan ilişki daha sağlıklıydı. Nasıl iş yerine giderken türlü zihnî gelgitler yaşamadan bir kıyafeti üstümüze geçirebiliyorsak önceden de aile kurmak, anne, baba olmak bu derece kolay ve normaldi.

Kimse “Personel nedir?” diye bir şablon kullanmadığı gibi, “Annelik nedir?” şeklinde bir formüle de sahip değildi. Elbette olağan akışın içinde kalarak bir şeyler öğreniyorlar ve elbette hata yaptıklarında kendilerini düzeltiyorlardı.

Oysa şimdi sürekli soruyoruz: “Annelik nedir? Çocuk nasıl yetiştirilir? Ailenin sorumlulukları nelerdir?” Dolayısıyla bir kusur işlediğimizde tövbe edip yola devam edemiyoruz artık. Her hata bizi tanımın en başına götürüyor.

Çünkü sıfatlara hırsla “ne” diyerek yaklaştığımız için olağan akışının dışına atıldık. Böyle olunca ise varlıkla kurabileceğimiz yegâne ilişki ise soyut, kuru bir akıl yürütme oldu. O yüzden sormadan edemiyoruz: “Babalık nedir?”

Hep onu arıyoruz; mükemmel tanım, kuşatılmış, steril bir alan… Her kusur sonrasında pişmanlıkla başa dönüyor ve formülümüzü revize ettikten sonra yeniden, sıfırdan başlıyoruz. Olan ise parçalanmış benlikler.

Münafıklığın ötesinde bir şey bu. Sıfatlara temas edip kopan ve her yere bizle birlikte gelen bir benimiz yok artık. Belki sadece çok yakın arkadaşlar arasında, belki de ancak yalnız kaldığımızda kendimiz olabiliyoruz. Çünkü anne olmanın formülünde bize yer yok.

Bir fazlalığız artık, hatta kusur. Lakin kendimizden tam olarak da kurtulamıyoruz bir türlü. Türlü reçetelerle cedelleşirken isyan ediyoruz bazen, üzerimize giydiğimiz ve her yerimizi boşluk kalmamacasına örten kuru, akli örtü boğuyor bizi. Baba olmaya tahammül edemiyoruz bir vakit sonra. O yüzden kaçıyoruz biz de. Çocuğumuzdan, eşimizden, ailemizden…

İthalat malları

Ne sorusunun beraberinde getirdiği bir diğer problem ise bizzat tanımlarla alakalı. Formüller kime ait? Annelik, babalık cetvellerini kim çizmiş? Uzmanlar. Ah, o uzmanlar. Unvanlılar, fikir sahipleri…

Hepsi bize tanımlarını dayatıyor. Güçlü kimse onun reçetesi dolaşıma giriyor. Başka kıtalardan, Avrupa’dan, Amerika’dan geliyor şablonlarımız. Eğitim sistemi bunu fısıldıyor mütemadiyen kulağımıza. Aksi tanım ise dışlanmaya neden oluyor.

Damgalanıp marjinalleşmeyi netice veriyor. Aile içindeki bağlar zedelenirken, evvelindeki süreç de sarsıntı geçirmeye başladı. Kendileriyle huzur bulmaları için yaratılan kadın ve erkek birer rakip oldu. Diğerini çekmesi gereken farklı kutuplar eşitlendi.

O yüzden mıknatıs misali birbirimizi itiyoruz artık. Lakin sorunumuz bununla sınırlı da değil. Ötekiyle kurulan sapkın ilişkiler dahi normal kabul ediliyor artık. Çok değil, elli yıl evvel tüm dünyada azgınlık olarak gözüken eşcinsellik, günümüzde saygı duyulması gereken bir şey. Karşı koymak nafile. Çünkü olağan akış kırıldı.

Israrla “İnsan nedir? Cinsiyet nedir? Cinsellik nedir?” diye sorduruldu bize… Lakin bunlara cevap vermekten ıraktık biz.

Cehaletimizden de kaynaklanmıyordu bu ıraklık hâli. Kaderdi. Anlamın karşısında ancak yorumlayandık zira.

Mutlak olarak onun sahibi olamıyorduk. Çünkü ne, boğduğumuz varlığın dışına atıyordu bizi. Benimizi dahi bulamıyor, kendimize yabancılaşıyorduk.

Bu soru bildiklerimizi sarsıyordu yani. Sarsılınca ise manipülasyona açık hâle geliyorduk. Geldik de… Her yönden bir bombardıman başladı sonra.

Son on yıldır müzikten sinemaya, tiyatrodan yazıya, okullardaki müfredata kadar her yerde eşcinsellik güzellemesi yapıldı. Uzmanlar çıktı programlara. Asırlar boyu kullandığımız tanımlar köhneleştirildi. Geleneğimiz kınandı.

Şimdi ise başka bir şey oluyor. En yakın hassalarımızdan biri olan cinsiyetimiz sorgulanıyor. Eşcinsellik gibi sapıklıklarla ötekiyle kurduğumuz ilişki dumura uğradıktan sonra, şimdi de kendimizle olan rabıta parçalanıyor.

BTS
BTS

BTS gibi cinsiyetsizliğin bayraktarlığını yapan müzik grupları çocuklarımızın zihnini iğfal ediyor. Son iki senedir çıkan filmlerin çoğunun bir yerinde “Cinsiyetimi sorma, her cinsiyete eşitim” gibi abuk replikler duyulmaya başlandı.

Böyle devam ederse ileride aile tamamen parçalanıp, çocuklar evlat olmaktan çıkacak, birer ürüne dönüşecek. Mekanik bir üretim.

Robotlar insanlaşacak, insanlar robotlaşacak. Hepimiz “Ben nedir?” diye soracak ve fakat “Düşünüyoruz, o hâlde varız” diye sıvışıp, olağan akışa dönemeyeceğiz bu defa. Yeniden ben tanımı yapılacak zira.

Birileri yapacak. Biz de elimize tutuşturulan şablona uygun davranmaya çalışacağız. Bunalacak, biteviye sıfır noktasına dönecek, nihayetinde ise kendimizden kaçacağız.

Tövbe etmemiz lazım… Belki Yunus’un menziline ulaşamayacağız. Belki üzümün tadına da varamayacağız. Ancak yine de tövbe etmemiz lazım. Vasatımızdan çok uzaklaştık. Mevcut yolun her adımı bizi selametten uzaklaştırıyor.