Bebekler için yakın geleceğin mitosları

Bebekler için yakın geleceğin mitosları
Bebekler için yakın geleceğin mitosları

Aldous Huxley’in günümüzde hâlâ tartışılan distopik romanı Cesur Yeni Dünya’da Ford’dan sonra 652 yılı anlatılır. Bu dünyada insanlar, kapısında “Cemaat, Özdeşlik, İstikrar” yazan Londra Merkez Kuluçka ve Şartlandırma Merkezi’nde üretilmektedirler.

Kadınların döllenmesi yasak ve ayıptır ve bu yüzden “annelik” ve “babalık” kavramları tiksindirici ve pornografik bulunur.

Toplumsal istikrarı sağlamak için en temel yöntem “şartlandırma” yöntemidir ki bu da hipnopedya -uykuda eğitim- ile sağlanır. Bu sayede bu dünyada yaşayan herkes mutludur, mutlulukla çalışır ve eğlenir. Şayet romanı okumadıysanız bu satırlar bile böyle bir dünya tasavvurunun ürkütücülüğünü anlatmak için kâfidir. Bu ürkütücü dünya aynı zamanda biz okuyuculara uzak, yabancı ve yabansıdır...

Bu satırların yazarı, Huxley’in “vaat ettiği zamanların” çok da uzak bir gelecekte olmadığına, bebeklere yönelik teknolojinin ebeveynlik tanımlarını değiştirdiğine ve değiştireceğine ve hatta belki de Huxley’in dünyasına yaklaştıkça teknolojik gelişmelerin ebeveynliği tamamen ortadan kaldıracağına inanıyor.
Bu satırların yazarı, Huxley’in “vaat ettiği zamanların” çok da uzak bir gelecekte olmadığına, bebeklere yönelik teknolojinin ebeveynlik tanımlarını değiştirdiğine ve değiştireceğine ve hatta belki de Huxley’in dünyasına yaklaştıkça teknolojik gelişmelerin ebeveynliği tamamen ortadan kaldıracağına inanıyor.

Öyle midir sahiden? Huxley’in henüz 1932 yılında tahayyül ettiği bu dünya bize bu kadar uzak mıdır? Bu satırların yazarı, Huxley’in “vaat ettiği zamanların” çok da uzak bir gelecekte olmadığına, bebeklere yönelik teknolojinin ebeveynlik tanımlarını değiştirdiğine ve değiştireceğine ve hatta belki de Huxley’in dünyasına yaklaştıkça teknolojik gelişmelerin ebeveynliği tamamen ortadan kaldıracağına inanıyor.

O hâlde, J. G. Ballard’dan ilhamla, “Bebekler için Yakın Geleceğin Mitosları”na hoş geldiniz...

Ebeveynliğin yeniden icadı

Birkaç ay önce, bir restoranda yemek yerken yan masadaki genç çift, mama sandalyesine oturttukları 5-6 aylık bebeklerinin önüne telefondan açtıkları çizgi filmi koymuşlar ve böylece orada oturdukları süre boyunca bebekleriyle ilgilenmek zahmetinden kurtulmuşlardı.

Küçük bebek, henüz etrafındaki dünyayı tam manasıyla anlamlandıramaz, şeyleri, hisleri, sesleri, tatları tam olarak ayırt edemezken, başka bir dünyanın, çizgilerle bezeli ve oldukça renkli bir dünyanın kapısına bırakılmıştı ve bir hipnoz seansını canlandırmaya ceht etmiş gibi ifadesiz bir şekilde ekrana bakıyor, ancak çizgi film bittiğinde ya da araya reklam girdiğinde bu seansın devam etmesini istediğini işaret eden sesler çıkartıyordu.

İşte çocuklu aileler için durmaksızın yeni şeyler üreten “piyasa” bu oldukça “nahoş” duruma da bir çare bulmuş. Bebek arabasıyla bir yere gitmek zorunda olduklarında, yahut parkta gezerken bebekleri ile ilgilenmek zorunda kalmasınlar diye bebek arabası telefon tutacağını üretmişler.
İşte çocuklu aileler için durmaksızın yeni şeyler üreten “piyasa” bu oldukça “nahoş” duruma da bir çare bulmuş. Bebek arabasıyla bir yere gitmek zorunda olduklarında, yahut parkta gezerken bebekleri ile ilgilenmek zorunda kalmasınlar diye bebek arabası telefon tutacağını üretmişler.

Pek çoğumuzun gündelik hayatında aşina olduğu bu sahne, içimde bir yerlerde kıvrılıp uzanan “babaanneyi” uyandırdığından olacak hayret makamında kalakalmıştım.

Huxley’in uykuda telkin yöntemine karşın, uyanıkken çizgi filmlerle telkin edilen, uyurken YouTube’daki “pış pış sesi” videosunun ritmine emanet edilen küçük bebeklerin, teknolojik gelişmelerle birlikte ebeveynliğin de dönüştüğünün işareti olduğunu ilk o zaman idrak etmiştim.

Fakat bu dönüşümü en keskin şekilde idrak edişim, geçtiğimiz günlerde satışa sunulan “telefon/tablet” tutacaklı mama sandalyesi ile oldu. Bu mama sandalyesinin satışa sunulması, pek çok sosyal medya kullanıcısının gündemine dâhil oldu.

Sosyal medya kullanıcılarının bir kısmı bu mama sandalyesinin bebeklerin gelişimi için oldukça zararlı olduğunu söyleyerek satışının derhâl durdurulmasını talep ederken diğer taraftan da yeni nesil ebeveynliği sorguluyor ve dahi yargılıyordu; hâlihazırda böyle bir mama sandalyesine ihtiyaç duyan sosyal medya kullanıcıları ise onları yargılayanların “sınanmadıkları” bir konuda kendilerine ahkâm kestiklerini söyleyerek kendilerini savunuyorlardı.

Bebek sahibi olmak nevzuhur bir eylem olmadığı için, bu “sınanma” ancak bugüne doğan bebeklerin teknolojik ihtiyaçlarla dünyaya geldiği şeklinde yorumlanabilirdi elbette.

Fakat hâlihazırda günümüz bebeklerinin bir kısmının da teknoloji ile içli dışlı olmadan büyüdükleri gerçeğini göz önünde bulundurursak ortaya farklı bir tablo çıkıyordu.

Her ne kadar telefon tutacaklı mama sandalyesi ülkemiz için yeni bir tartışma konusu olsa da, ünlü bir bebek firmasının 2013 yılında ürettiği tablet tutacaklı bebek koltuğu Amerika’da yaşayan ebeveynlerin tepkisini çekmişti.

Bebeği koltuğa bağlayıp, önüne de tabletten çizgi film açıp kendi hâline bırakmaya yarayan bu teknoloji ebeveynler ile bebekler arasındaki ilişkiyi ve “bağımlılığı” azaltıyordu.

Buna benzer başka bir ürün ise arabalar için üretilen şeffaf bir kılıf içerisine yerleştirilmiş tablet tutacağı idi. Bu sayede arka koltuğa oturan bebeklerin yol boyunca huzursuzlanmaları engellenmiş oluyordu.

Bütün bu teknolojik ürünler bebekleri eğlerken, anne babaların da kendi işlerini yapmalarına olanak sağlıyor. Fakat anne babaların hem bebekleri ile mutlak surette baş başa kalacakları ve başka bir işle uğraşmalarının çok da mümkün olmadığı durumlarda ne yapmaları gerekiyordu?

İşte çocuklu aileler için durmaksızın yeni şeyler üreten “piyasa” bu oldukça “nahoş” duruma da bir çare bulmuş. Bebek arabasıyla bir yere gitmek zorunda olduklarında, yahut parkta gezerken bebekleri ile ilgilenmek zorunda kalmasınlar diye bebek arabası telefon tutacağını üretmişler.

Böylece bebek arabasını itme “vazifesini” yerine getiren ebeveynler telefonlarından sosyal medya hesaplarını takip edebilecek veya bir şeyler izleyebilecekler.

Peki bütün bu teknolojik gelişmeler bir arada düşünüldüğünde, en azından 2 yaşına kadar daima bir yetişkinin ilgilenmesi ve gözetiminde bulunması gereken bebeklerin kendi hâllerine bırakılmaları, ebeveynleri ile aralarında bir mesafe açılmasına sebep olmaz mı?

Dahası anne babasının değil, teknolojinin eğlediği bir bebek geleceğe dair ne söyler? Zuhur eden yeni bir ebeveynlikten bahsetmek mümkün müdür, teknolojik gelişmelerin “yeniden icat ettiği”, kuralları ve ilişki pratikleri farklı bir ebeveynlikten?

Ebeveynliğin profesyonelleşmesi

Fütürist Alvin Toffler, 1970 yılında yayımlanan Şok: Gelecek Korkusu kitabında, gelecekte birçok kişinin çocuktan vazgeçmesinin ve ailenin, en temel öğeleri olan bir erkek ve bir kadınla sınırlanmasının mümkün olabileceğini söyler.

Antropolog Margaret Mead ise anne ve babalığın asıl amacı çocuk büyütmek olan az sayıdaki ailelerle sınırlandırılmasının ve geri kalan insanların birey olarak davranmakta özgür sayılmalarının öngörüldüğü bir sistemden bahseder.

Her iki görüşün de isabetli bir gelecek tasavvuru olduğunu söylemek mümkün. Bununla birlikte günümüzde ebeveynliğin profesyonelleştiğini de söyleyebiliriz. Etkinlikçi anne babalar, ideal anne baba olma kılavuzları, paket programlar çocuk sahibi olmaya bir iş, anne babalığa da bir meslek payesi kazandırdı.

Toffler henüz 70’li yıllarda bu yeni “iş kolunu” şöyle tasavvur etmişti: “Eğer az sayıda aile çocuk yetiştirirse, çocuklar niye kendilerinin olsun? Niçin profesyonel anne babalar çocuk yetiştirme işini başkaları için yapmasınlar?

Şimdiden ana babalık sorumluluklarından vazgeçmekten mutluluk duyacak milyonlarca insan vardır. Bu davranışlarının nedeni sorumsuzluk ya da sevgisizlik değildir. Yalnızca bu görevi yerine getirebilecek yeterlilikte olmadıklarının bilincine varmışlardır. Çocuklarını yetkili profesyonel ana babaların eline severek teslim edecek olan biyolojik ana babaların davranışı gerçekte kötü değil, sevgi dolu bir girişimdir.

 Peki bebeği kendi başınalığa iten bu “ekran arkası ebeveynliğin” bir kırılma noktası olduğunu söylemek mümkün olabilir mi?
Peki bebeği kendi başınalığa iten bu “ekran arkası ebeveynliğin” bir kırılma noktası olduğunu söylemek mümkün olabilir mi?

Profesyonel ana babalar, çocuk yetiştirmekte görevlendirilmiş, iyi para kazanan aile birimleri olarak görev yapacaklardır. Böyle aileler geniş bir yapıda düşünülebilir. Sık sık yer değiştirmeleri de gerekmez. Geleceğin gazetelerinde genç evli çiftler için şöyle ilanlar çıkabilir: Ana babalık bağlarıyla niye bağlanmalı? Bırakın çocuğunuzu yarının başarılı büyüğü yapalım.

A sınıfı profesyonel aile şunları soruyor: Baba yaş 39, anne yaş 36, büyükanne yaş 67, 30 yaşında ve yarım gün çalışan amca ve yenge, dört çocuk biriminden yalnızca teki boş: yaş 6-8. Devlet ölçütlerine uygun beslenme. Biyolojik ana babaların sık sık ziyaret etmesine izin verilir. Telefonla ilişki kurulabilir. Çocuk yaz tatillerini biyolojik ana babalarıyla geçirebilir. Özel düzenlemelerle din, sanat ve müzikle ilgili yönelişleri desteklenir. En az beş yıllık anlaşma yapılır. Ayrıntılı bilgi için bize yazınız…

Toffler, başkasının çocuğunu profesyonel olarak yetiştirecek yabancıları hayal ederken, kendi çocuğunu profesyonel olarak yetiştirecek ebeveynlerin varlığını ıskalamıştır. Toffler’ın sistemi ile bugünün profesyonel ebeveynliği arasında, teknolojinin bir köprü vazifesi gördüğünü söyleyebiliriz.

Kendi çocuğunu bir profesyonel gibi yetiştirirken mama sandalyesinde, bebek koltuğunda, araba koltuğunda, bebek arabasında onu bir yabancının mesafesine iten bir köprü… Peki bebeği kendi başınalığa iten bu “ekran arkası ebeveynliğin” bir kırılma noktası olduğunu söylemek mümkün olabilir mi?

Ebeveynliğin İmhası

J. G. Ballard 1982 yılında yayımlanan Yakın Geleceğin Mitosları kitabındaki “Yoğun Bakım Birimi” adlı öyküsünde, tüm iletişimin “ekranlar” aracılığı ile gerçekleştiği bir geleceği anlatır.

İnsanlar bütün hareket ve jestlerini kamera ışıkları altında televizyon ekranları aracılığıyla gösterirler. Bu dünyada fiziksel temas katı bir şekilde yasaklanmıştır ve hatta düşüncesi bile insanlara tiksindirici gelir. Kimse kimseyle buluşmaz, bir başkasının tenine dokunma fikri toplumsal bir tabudur.

Doğdukları anda annelerinden alınarak kendi steril, kimseyle temas kurmadıkları ve kameralarla çevrili kreşlerinde yaşarlar, anne babaları ve varsa kardeşleriyle televizyon ekranları aracılığıyla “bir araya” gelirler.
Doğdukları anda annelerinden alınarak kendi steril, kimseyle temas kurmadıkları ve kameralarla çevrili kreşlerinde yaşarlar, anne babaları ve varsa kardeşleriyle televizyon ekranları aracılığıyla “bir araya” gelirler.

Cinsellik araya konulmuş ekranlar ve yönetmenin uyguladığı efektler sayesinde gerçekleşir ve üreme in vitro yapılır. Gündelik hayatın bütün etkileşimleri, yemek davetleri, arkadaşlar arası sohbetler, meslekler (hekimlik bile) yine kameralar ve televizyon ekranları aracılığı ile gerçekleşir. Bu sebeple en önemli iş yönetmene düşmektedir.

İşini ne kadar sanatsal icra ederse etkileşim o kadar sahici olur. Çiftler fiziksel olarak bir araya gelmeden flört ederler, uyurlar, yemek yerler ve çocuklarını yetiştirirler. Çocuklar yalnızca annelerinin karnında oldukları müddet boyunca fiziksel yakınlık içerisindedir.

Doğdukları anda annelerinden alınarak kendi steril, kimseyle temas kurmadıkları ve kameralarla çevrili kreşlerinde yaşarlar, anne babaları ve varsa kardeşleriyle televizyon ekranları aracılığıyla “bir araya” gelirler.

Öyküdeki anlatıcı da, böyle bir kreş ortamında yetişmiş, anne babasıyla ekran aracılığı ile bir araya gelmiş bir hekimdir. Hekimlik mesleğini de teknolojik donanım aracılığıyla ekranlar üzerinden icra etmektedir. Bugün nasıl cerrahlarda el mahareti önemli ise bu dünyada da klavye mahareti önem arz etmektedir.

Hastalar profil bilgilerini ve şikâyetlerini ekran aracılığıyla doktorlara iletirler. Bu ekran dünyasında en önemli şey makyajdır. Makyaj insanların güzel gözükmelerini, kusurlarını kapatmalarını ve yaşlarını gizlemelerini sağlar.

Bir gün anlatıcı makyajsız bir hasta muayene eder ve bu genç hanımdan oldukça etkilenir. Görüşmeye başlarlar.

Akabinde ilişkileri ciddileşir ve flört ederler. İlişkileri, ayrı ayrı evlerinin steril ortamında oturup, aynı kanalda film izlemekten, televizyonda aynı konsere “gitmekten” ibarettir. Altı ay sonra evlenmeye karar verirler. Düğünleri, “stüdyo kiliselerinin” en seçkininde muhteşem bir törenle gerçekleşir.

Dev bir yayın ağıyla iki yüzden fazla davetlinin katıldığı töreni, ekran bölme tekniğindeki ustalığı ile ün kazanmış bir rahip yönetir.

Eşi Margaret ile kendisinin daha önce oturma odalarında çekilmiş filmleri katedralin duvarına yansıtılır ve ikisi geniş bir podyumda birlikte yürüyormuş gibi gösterilirler. Evliliklerinde her şey yolundadır.

Bir süre sonra sperm nakliyle ilk çocukları Karen, iki yıl sonra da David ailelerine “katılır”. Aile saadetleri yedi yıl daha devam eder. Bu süre zarfında anlatıcı, çok başarılı bir çocuk doktoru olur. Ancak o, daha çok ve çekinmeden bir araya gelebilmeleri için aile fertlerinin evlerine daha çok kamera yerleştirilmesini savunur.

Bir gün ailecek (ekranları aracılığıyla) yaptıkları kahvaltı sırasında yüz yüze görüşme fikrini ortaya atar. Margaret ilginç bulsa da teklifini kabul eder. Başlangıçta çocukların kafasını karıştırmamak için yalnızca ikisi buluşmaya karar verirler.

Anlatıcı o günü şöyle anlatır: “Gelişine bir saat kala evimi dış dünyaya kapatan güvenlik önlemlerini, elektronik alarm sinyallerini, çelik parmaklıkları ve gazla korumalı kapıyı devreden çıkardım.”

Güvenlik meselesinin geleceği için oldukça çarpıcı bir tasavvur olan bu koruma sistemi devre dışı kaldığında karı koca nihayet ilk defa arada ekranlar olmadan karşı karşıya gelirler. Ancak bu durum her ikisi için de büyük bir hayal kırıklığına sebebiyet verir.

Zira ekranda gördükleri kişi ile oldukları kişi arasında hiçbir benzerlik yoktur ve dahası ekranlar olmadan birbirlerinin nefesleri, çıkardıkları sesler ve yaydıkları kokular, onları insan yapan tüm detaylar, serbest kalmıştır.

Margaret bu rahatsız edici deneyime daha fazla dayanamaz ve oradan kaçarak uzaklaşır. Bu ilk buluşmadan sonra çift tekrar ekranlar aracılığı ile evliliklerinin huzurlu dünyasına döner.

Anlatıcı sonraki birkaç gün boyunca bu deneyimi düşünür. Şöyle anlatır bu deneyimi: “Buluşmamız bizi bir araya getirmek yerine ayırmıştı. Hakiki yakınlığın televizyon yakınlığı: zum merceklerinin, gırtlak mikrofonunun, yakın çekimin yakınlığı olduğunu biliyordum artık.”

Zira televizyon ekranında kurdukları ilişkide ne vücut kokularıyla düzensiz soluk alışlar vardı, ne göz bebeği küçülmeleri, tikler ve duygu üstünlüklerinin karşılıklı şiddetlenmesi, ne de kuşku ve güvensizlik.

Anlatıcıya göre ilgi ve bağlılık mesafe gerektiriyordu. Zarafetle aşka dönüşebilen gerçek yakınlığı insan, ancak belli bir uzaklıkta bulabiliyordu. Yine de çift ikinci bir buluşma ayarlamaktan kendilerini alamaz. Bu sefer çocuklar da dâhil olacaktır.

Ancak bu buluşmaları büyük bir trajediyle sonuçlanır. Bedenlerinin nihayet ortaya çıkması birbirlerinden tiksinmelerine yol açar ve büyük bir kavgaya tutuşup birbirlerini öldürürler.

Her ne kadar Ballard, internet teknolojisini ve sosyal medyayı ıskalasa da fiziksel mesafe ve ekran yakınlığı tasavvuru oldukça çarpıcıdır. Bugün aynı evin içinde oldukları hâlde birbirleriyle sosyal medya ve whatsapp üzerinden iletişim kuran ailelere, aynı sofrada oldukları hâlde birbirleriyle iletişim kurmak yerine ekranlarıyla yakınlık kuran arkadaşlara 80’li yıllardan bir bakış niteliğindedir.

Bizler bugün birbirimizle ve çocuklarımızla aynı fiziksel alanı paylaşırken, ekranlarımızda yaşıyoruz. Biz ekranlarımızda yaşarken de bebeklerimizin mama sandalyesinde yahut koltuğunda otururken veya arabada giderken bize ayak uydurmasını istiyor ve buna uygun araçlar üretiyoruz.

Bu belki de Ballard’ın kurguladığı gibi bir dünyanın, “uzaktan anne babalığın” veya hiçbir şekilde ebeveyn ilişkisi kurmadan bir laboratuvar ortamında dünyaya gelecek ve temassız bir şekilde yetişecek çocukların olduğu geleceğin bir fragmanı ve hatta deneyi mahiyetinde.

Aynı evin içinde, aynı sofrada otururken farklı dünyalarda yaşayan bizler ekrandan başımızı kaldırdığımızda ve nihayet etrafımıza baktığımızda Ballard’ınki gibi trajedi vuku bulur mu bilmiyorum.

Bildiğim tek şey, ekranlarla yaşlanan bizlerin, ekranlarla yetiştirdiği çocuklarının henüz nasıl birer yetişkin olacaklarını bilmediğimiz için beklememiz gerektiği... O zamana kadar oyalamak ve oyalanmak için telefonunuzun ekranlarını açabilirsiniz.